şu mısralardan güneş damlayabilir, doğaldır ışıklar sabah sislerini yırtarken kalbimizi hoşluk içinde ısıtabilir. nisandır aman yağmur endişesi sarmasın gök karartıcılarını şemsiyeler açılmasın hiç sevmem çünkü göğü başıma çalar gibi açılıyor şemsiyeler bulutların karası başımda dolanıyor gibi. Açık apaçık vuslata açılmış bahta girizgâh için kılcal sığınaklarından geçmiş gençlik sonrasızlığı üstümdeyken bu gün hava güzelce birazdan beklenen gelecekmişçesine rahminden öpecekmişçesine bir âşık aşkı yani gönlünce öyle şaşalı sözlerim yok tıpkı şemsiyeleri sevmediğim kadar sevmek isteğindeyim sadece sınırsız ve sansürsüz sevmekle ilgili -fersiz, ne ozonos- bilir ne iyonos- biraz deniz kokusu kamaştıran retinada biraz dağ esintisi biriktiren üzengide, böyle duygu sarmaşlığına sarhoş biçimsiz ne bir kaba uygun şekliyle, ne bir kaba sığar vaziyetiyle şöyle nitelikli nicelikli yüce kendimce sevmek isteği. aykırıdır belki güneşli yağmurlara döndüm yüzümü şimdi
-küpe olsun kalbine öpmek ilk adımıdır aşka göçebeliğin.
Hayalperest olan Oğuz'du, İrem'se hep gerçekçi. Onları anlaşmazlığa, şiddetli geçimsizliğe iten yüzlerce farklılıktan sadece bir tanesiydi bu. Nasıl anlaşabilirlerdi ki zaten? İmkânsızdı. Mesela Oğuz, ölümünün hep görkemli bir şekilde olmasını isterdi, ses getirmesini, herkesin konuşmasını. İrem, ölümden çok yaşamı düşlerdi, sonsuza kadar yaşamayı. Sessiz sedasız, bir köşede Azrail tarafından unutulmayı dilerdi. İkisinin de bilmediği bir şey vardı. Oğuz'un akıbeti, düşlerinin aksine, herkesle aynı kaderi paylaşmak olacaktı, İrem'se yaşlanmaya bile fırsat bulamadan görkemli bir şekilde ölecekti.
Haftalardır süren kuyruklu yıldız tartışmaları, onların gündeminde flaş haber sayılmazdı. Çünkü boşanma gibi daha büyük sorunları vardı. İrem Oğuz'u evde istemiyor, Oğuz boşanana kadar gitmem diyordu. İrem araba bende kalacak diyordu, Oğuz yarısı benim. İrem krediyi sen kapatacaksın diyordu, Oğuz borcun yarısı senin. Böyle sürüp gidiyordu çekişmeleri. İkisi de Nuh diyor peygamber demiyordu. İkisi de tükürdüğünü yalamıyordu. Biri ya da diğeri, yakın zamanda pes edecekmiş gibi durmuyordu. Evde karşılarına çıkan her eşyaya, her nesneye acaba kimin payına düşecek gözüyle bakıyorlardı. Onlar böyle tuzluk başında kavga ederken, Dünya'yı yutmaya hazırlanan buz, kaya, toz, çamur bileşimi meşum bir bulut, ışık saçarak yaklaşıyordu.
Sosyal medyada fırtınalar esiyordu. Yetkililer susuyordu. Arada sırada en tepelerdeki kapıların altından dışarıya, felaketin sahici olduğu bilgisi sızıyordu. Tüm dünya delirmişti ve bu delilik kuyruklu yıldızdan daha tehlikeliydi. Dünya gerçekten yıkılıyordu, bu bir tek ikisinin umurunda değildi. Sanki olan biten her şey, birbirlerine besledikleri nefretin doğal bir sonucuydu. Sanki boşandıkları, birbirlerinden kurtuldukları an fırtına dinecek, mendebur yıldız geldiği yere geri gidecekti.
Bilim insanlarının, ilk tespit ettiklerinde Clade (Latincede felaket demekti) adını verdikleri kuyruklu yıldız, İrem ve Oğuz'un evlerinin balkonundan gün batımında çıplak gözle görülebilecek kadar Dünya'ya yaklaştığında, yerkürenin iki ay ömrü kalmıştı. Yetkililer gezegenin son kullanma tarihinin dolmakta olduğunu daha fazla saklayamadılar.
İki ay. O andan itibaren ana rahmine düşmemiş hiçbir bebeğin doğma şansı bulamayacağı, hiçbir son arzunun adamakıllı gerçekleştirilemeyeceği kadar kısa bir süre. Milyarlarca yıllık yıldız haritası değişirken, insanlık yeni bir yükselen burcun etkisi altına giriyordu. Korku. Korku, onları uzaklaştırıyordu. Korku, bencilliği doğuruyordu. Taş Devri'nden bu yana evrim geçiren beyinler, tüm medeni fonksiyonlarını devre dışı bırakıp amigdala boyutuna indirgeniyordu. Korku, âdemoğlunu vahşileştiriyordu.
Beyin gibi toplumsal yapılar da fonksiyonlarını yitiriyordu. Diğer bir ifadeyle "sistem çöküyordu," Kimse kimseye hizmet etmiyordu artık, kimse hiçbir şey üretmiyordu. Üretilmiş ve edinilmiş olanlarla iki ay idare etmenin hesabını yapanlar ve kıyamet gününden önce ölmeyi seçenler olarak ikiye ayrılmıştı insanlık. Her yerde toplu intiharlar, cinayetler ve kıyımlar söz konusuydu. Hiç kimsenin ilaca, kanunlara, paraya ihtiyacı kalmamıştı. Çok büyük bir kesimin tek derdi, erken rezervasyon fırsatını kaçırdıkları cennetten bir kontenjan koparmaktı. Kiliseler, camiler gece gündüz doluydu. İçeride din adamı olsun olmasın (yarısından fazlası buhar olmuştu) kalabalık hep oradaydı.
İrem ve Oğuz ilk şoku atlattıklarında artık kendilerini boşayacak herhangi bir mahkemenin kalmadığını fark ettiler. Birbirlerine duydukları nefret vicdanlarını yıpratmıştı. Barışmaya yanaşmıyorlardı ama ayrılmak için de geç kalmışlardı. İki ay için hangisi nereye taşınabilirdi ki? Hem zaten değil yeni bir yer bulup taşınmak, kapıdan dışarı adım atmak bile güvenli değildi artık. Görünüşe göre ölüm onları ayırana dek birlikte kalmaya devam edecekler ve bu gidişle hissedecekleri son şey nefret olacaktı.
Evde idareli kullanılırsa bir aydan fazla yetecek kadar kahveleri, yarım şişe votka, birer şişe de portakal likörüyle rakıları vardı. Elektriğin kesileceği güne kadar internetleri olacaktı. Televizyon artık yayın yapmıyordu, radyoda da her perdeden dini içerik almış yürümüştü. Her ikisinin de hayattaki en yakın akrabası birbirleri olduğu için son günlerinde başka yerlerde olmak gibi bir istekleri de yoktu. Aralarında konuşup kararlaştırdıkları bir şey olmasa da planladıkları şey, evde ve ölene kadar hayatta kalmaktı.
Hiçbir gün batımını kaçırmıyorlardı. Her akşamüstü gözleri, ufukta kızıllaşan güneşin hemen yanında duran ve günden güne daha da büyüyen Clade'e sabitleniyor, sanki düşünce gücüyle onu durdurabilirlermiş gibi dakikalarca soluk almadan seyrediyorlardı. Güneş batıp Clade gökyüzünde yükseldikçe izlemeyi bırakıp kendi içlerine kapanıyorlardı. Uzun zamandır evin içinde kendilerine ait köşeler yaratmışlardı. İrem, genellikle salonda bilgisayarıyla haşır neşir oluyor, Oğuz arka odada kitap okuyor, sonra da orada uyuyordu. Gün batımında balkonda olmak dışında sadece mutfakta karşılaşıyorlardı. İrem üzerinde "İ" yazan post-it yapıştırılmış kahve makinesinde iki kişilik kahve demliyor, karşılığında "O" yazan post-itle işaretli tost makinesini kullanıyordu. Artık neyin kime ait olduğunun bir önemi kalmamış olsa da ikisi de işaretleri sökmek gibi bir adımı ilk atan olmak istemiyordu.
Artık kavga etmiyorlardı. Evliliklerinin en huzurlu günlerini yaşamaya başlamışlardı. İçlerindeki nefret, felakete yönelik duygularını nötrlemişti. Dışarıdaki dünya sakinken onlar yeterince çıldırmıştı. Şimdi dışarısı kıyameti yaşıyor, onlar sükûnetle bekliyorlardı.
Bir gece, gökyüzünde iki tane ay varken İrem arka odanın kapısında durup daha önce Oğuz'dan alıp okuduğu bir kitabı tekrar istediğini söyledi. Evdeki kitapların neredeyse tamamı Oğuz'undu ve bir süredir kitaplıkta değil, üzerinde "O" yazan kutularda duruyorlardı.
"Gerçekten son arzun buysa," dedi Oğuz.
"Son arzum sayılmaz, sadece ölmeden önce bir kez daha okumak istedim."
Birlikte bütün kutuları aradılar. Son kutuda çıktı. Galiba Murphy'nin kıyametten haberi yoktu. Bu şakayı kimin yaptığını sabah olunca hatırlamayacaklardı ama aralarındaki birkaç buzu eritmişti. Ölmeden önce gülümsemelerini sağlamıştı. Öpüşmelerini, sevişmelerini...
Ertesi akşam, gün batımından önce birlikte mutfağa girdiler. "İ" işaretli derin dondurucuda kalan son köfteleri kızartıp yanına sadece kuru fasulye, zeytinyağı ve baharattan oluşan bir piyaz yaptılar. Yemeklerini birer kadeh rakı (idareli olmaları gerekiyordu) eşliğinde balkonda yediler. İki güneşli gün batımı her şeye rağmen muhteşem bir manzaraydı.
"O şarkı nasıldı?" dedi İrem.
"Hangisi?"
"Hani ara sıra mırıldanırdın ya?"
"Ölmüşüm gibi konuşuyorsun."
"Ölmedik mi?"
"Herkes de bir merak içinde / Ölümden sonra hayat var mı diye..."
"Boşuna düşünürler / Sanki hayat varmış gibi ölümden önce"
Yine gülümsediler, kadehlerinden birer yudum daha aldılar. Ölmeden önce neredeyse neşeliydiler. Sabaha karşı uyudular, öğleye doğru uyandılar. Evde süt, yumurta veya yoğurt, hatta ekmek olmadığından kahvaltıyı atlayıp öğle yemeğine geçtiler. İrem'in pişirdiği mercimek çorbasının yanında kraker yediler.
"Ben seni Derya'yla aldatmadım," dedi Oğuz.
"Kiminle aldattın öyleyse?"
"Seni hiç aldatmadım ben."
"Bu üniversitedeydi Oğuz, evli bile değildik, seni affettim ve konu kapandı. Tekrar açma şimdi bunu."
"Sadece bilmeni istedim. Ben seni aldatmadım. Gerçekten."
"Bir önemi yok. Aldatma yalan olabilir ama hissettiklerim gerçekti. Bu yüzden bir önemi yok. Gerçekten."
Birkaç gün batımı sonra Clade artık daha kızıl ve daha büyük olarak güneşle yarışında üstün tarafa geçmişti. Resmen Dünya'nın yörüngesindeydi ancak manzara değişikliği dışında bir farklılık olmamıştı. Henüz. Oğuz epeydir bir çekmecenin dibinde duran alyansını bulup çıkarmış, balkonda iki parmağının arasında tutarak altın halkanın içinden Clade'e bakıyordu.
"Ne yapıyorsun?" dedi İrem.
"Ortaokul fizik bilgilerimle deney yapıyorum," diye güldü Oğuz.
"Elindeki ne? Son teknoloji bir buluş herhâlde."
"Evet sayılır. Aslında başka bir amaçla icat edilmiş ama her gün bununla bir gök cismine bakıldığında yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu anlamak konusunda daha faydalı."
Hayatları bir Lars Von Trier filmine benzemişti gitgide. İrem geceleri uyuyamıyordu. Beyninin içinden mi yoksa dışarıda bir yerlerden mi geldiğini anlayamadığı çığlıklar, ağlama sesleri duyuyordu. Kendini bu güne kadar hiç soğukkanlı biri olarak tanımlamamıştı, öte yandan sakin kalmak için özel bir çaba da sarf etmiyordu. Sadece içinden bazen, iyi ki Oğuz var diye geçiriyordu. Oğuz'un sükûnetinin kaynağı, İrem'in aksine, basitti. Kuyruklu yıldızın çarpmayacağını, çarpsa bile büyük bir hasar yaratmayacağını düşünüyordu. Yine böyle bir akşam, evlerinin balkonundan izleyecekler, belki biraz sarsılacaklar ama hayatta kalacaklardı. İçinde bu inanca yönelik şüpheler olsa bile onlara kulak asmıyordu.
İrem elinde tuttuğu tablet çikolatayı göstererek, "Hadi gel," dedi. "Bu belki de son yayın." Oğuz uzandığı kanepeden kalkıp salona gitti. İkisi İrem'in bilgisayarından NASA'nın kısa süreceğini açıkladığı canlı yayını, son çikolatalarını paylaşıp yiyerek izlemeye koyuldular. Yayın, sadece su altından geliyormuş gibi cızırtılı seslerden oluşuyordu. Görüntü yoktu. Ekranın altında, görevleri başındaki sekiz astronotla NASA tarafından kurulan bağlantı olduğu belirtiliyordu ve sol tarafta bu astronotların isimleri sıralanıyordu. Ekranın orta kısmı konuşmalara ayrılmıştı. Washington'daki yetkilinin Amerikalılara özgü tarzıyla anlaşılmaz biçimde kurduğu birkaç cümle özetle, astronotlara onlar daha evlerine dönemeden felaketin gerçekleşeceğini ve artık dönebilecekleri bir evlerinin olmadığını varsaymalarını söylüyordu. İçinde bulundukları koşullar elverdiği ölçüde, büyük ihtimalle bizden biraz daha fazla yaşayacakları için onlara "Son Sekiz İnsan" diyorlardı. Fazlasıyla acıklı bir durumdu, İrem dayanamayıp ağladı. Oğuz ona sarıldı. Korunmaya gerek duymadan seviştiler. O gece ve kalan diğer gecelerde birlikte uyudular.
Uyandıkları her sabah, bir öncekinden bir ton daha sepya oluyordu. Her geçen gün dışarısı daha çok savaş alanına benziyordu. Bazen bir çatıdan duman çıktığını görüyorlar bazen de patlama sesleri duyuyorlardı. Nihayet her şeyin bitişine bir hafta kala, elektrik kesildi. Bir süredir kaynatıp içtikleri çeşme suyu da ip gibi akar olmuştu. Evde sadece biraz nohut ve pirinç kalmıştı. Günde sadece bir öğün yemek yiyorlardı.
İlk defa o an geldiğinde nerede olmak istediklerini konuştular. Evde mi karşılayacaklardı yoksa sırf o an için dışarı mı çıkacaklardı?
"Fark etmez," dedi İrem. "Biri diğerinden daha güvenli olmayacak nasılsa."
"Belli mi olur?" diye yanıtladı Oğuz. "Belki evde oturduğumuz için çok güvenli bir sığınaktan haberimiz yoktur."
"Kayalar eriyecek Oğuz, ayağımızı bastığımız yer var ya, sıvılaşacak anlıyor musun? Hangi sığınaktan söz ediyorsun?" Bağırmıştı.
Eskiden olsa Oğuz da bağırır, mutlaka cevap verirdi. Ama haklı olmanın da bir önemi kalmamıştı artık. Hayalindeki Haklılık dosyasının üzerine "İ" yazan bir post-it yapıştırdı. Sonra da gidip İrem'e sarıldı.
"Ben," deyip boğazını temizledi İrem. Ciddi bir meseleye giriş yapacak gibiydi. "İki yıl önce kürtaj oldum."
Oğuz hayalindeki post-iti söküp buruşturup attı. "Ne demek şimdi bu?" Sesi çatallı çıkmıştı.
"İki yıl önce, sana sormadan bebeğimizi aldırdım."
Oğuz ne hissedeceğine karar verememişti. Clade'den önce olsa İrem'in yaptığını yanına bırakmazdı. Ama şimdi, iki yaşında bir çocuğun kıyameti yaşamasını izlemek zorunda kalmadığı için sevinmeli miydi? Gidip dolaptan votka şişesini aldı. Sırayla birbirlerine uzatıp içtiler.
Clade'in atmosfere girmesinden bir gün önce suları tamamen kesildi. Zaten banyo yapmayı ummuyorlardı ama en azından öbür tarafa susamış olarak gitmemeyi isterlerdi. Sürahide kalan suyu iki bardağa pay edip ihtiyaç duydukça yudum yudum içmeye başladılar.
"Bir mezarımız bile olmayacak."
"Olsa bile bizi kim ziyaret edecekti ki zaten?"
"Büyük ihtimalle birimiz diğerinden daha uzun yaşardı ve ziyaretçi o olurdu."
"Bu sen olurdun."
"Belki."
Dışarıda sesler neredeyse kesilmişti. Tüm dünya nefesini tutmuştu sanki. Gün batımı ya da doğumu fark etmiyordu artık, belli bir plana göre yaşamayı bırakmışlardı. Sızmadıkça uyumuyorlardı. Acıkmadıkça ağızlarına lokma koymuyorlardı. Son kalan rakıyı ve likörü yudumluyorlardı sadece. Hemşirenin hazırladığı enjektöre korkarak bakan ama kaçabilecek bir yeri olmadığını da bilen küçük çocuklar gibiydiler. Durup durup yerinde mi diye pencereden veya balkondan Clade'i kontrol ediyorlardı.
"Balkonda," dedi İrem.
"Ne balkonda?"
"Balkonda olmak istiyorum."
"Olur."
Yanlarına iki koltuk minderi ve bir battaniye alıp eski fotoğraf albümüyle birlikte balkona çıktılar. İnanılmaz manzaradan gözlerini ayırabildikleri anlarda eski fotoğraflara bakıp oyalandılar.
"Dijital kameralardan nefret etmekte haklıymışım değil mi?"
"Kimse kıyamet gününü düşünerek icat yapmaz değil mi?"
"Şimdi şu albümde son on yılımıza ait fotoğraflar da olsaydı fena mı olurdu?"
"Son yıllarımızı hatırlamak çok iyi bir fikir gibi gelmedi bana, düğün fotoğraflarımız daha iyi bence."
Aslında çoğumuz Ludovico Einaudi'yi bir şekilde tanıyoruz. İsmini görenler şu an onun eserlerinde yaşadığı kendine has onlarca duyguyu hissetmiş olacaktır. Tanımayanlarımız ise muhtemelen onunla çoğu kez birçok şekilde karşılaştı; sevdiğiniz bir dizide, favori filminizin en unutulmaz sahnesinde, sizi etkisi altında bırakan o meşhur reklamda... Elbette daha fazlasını hissetmek ve sanatçıyla yüz yüze bir deneyim yaşamak isteyenler de müzisyenin geçen seneki İstanbul konserinde unutulmaz bir deneyim yaşayarak çoğu eleştirmenlerce "Modern Çağın Mozart'ı olarak anılan Ludovico Einaudi ile daha da yakından tanışmış oldu. Onun müziğini anlatmak için çokça sözcük gerekli olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar çağdaş klasik, minimalist, deneysel ya da film müziği türleriyle eserleri kategorize edilmeye çalışılsa da Einaudi'nin de herhangi bir türe ait olmaya ya da alışageldik hatlarla eserlerinin tanımlanmasına karşı olduğu bilinmektedir. Aslında çoğu sanatçının eser yorumunu, dinleyicisinin hislerine ve onda yarattığı duygulara bırakmaktan hoşlandığını düşünürsek dünyaca ünlü İtalyan piyanist ve besteci Ludovico Einaudi gibi evrensel bir müzisyenin de eserlerinin, çeşitli ve özgül yorumlarla değerlendirilmesini tercih edebileceğini söyleyebiliriz.
23 Kasım 1955 yılında İtalya'nın kuzeyindeki Torino kentinde dünyaya gelen Ludovico Einaudi, çağımızın yaşayan önemli piyanist ve bestekârları arasındadır. Piyanist ve müzik öğretmeni bir annenin oğlu olan Einaudi, evde hâkim olan yoğun klasik müzik atmosferiyle büyüse de ablasının Jimi Hendrix, Bob Dylan, The Rolling Stones ve The Beatles gibi müzisyenlere olan ilgisiyle bugünkü müziğinin çok sesli tınılarının oluşumundaki ilk temelleri atılmıştır. Gençlik yıllarını, İtalya'nın politik açıdan karmaşık Anni di Piombo'sunda (kurşun yıllar) ve İtalyan şarkıcıların altın dönemi de sayılan yıllarında geçiren, bir yandan da 68 Kuşağı'nın getirdiği özgürlük hareketleriyle harmanlanan müzisyen, okul yıllarından daima hoşlanmadığını, hocalarıyla hiçbir zaman anlaşamadığını ve okuldaki katı kuralların boğuculuğunu ifade eder. Luciano Berio'nun yönetimindeki Milan Konservatuvarı'nda müzik eğitimi alan Einaudi, ilgisini daima müzik ve fotoğrafa yöneltmiş ve durmadan üretmeye devam etmiş bir sanatçıdır. Her ne kadar klasik müziğe dönük bir besteci olsa da rock n roll, rock, folk veya etnik müzik türlerine olan ilgisini hiçbir zaman kaybetmemiş. Daima yeniliğe açık ve deneysel çalışmalardan çekinmeyen piyanist, günümüzün en yeni indie müzisyenlerinden şimdiden kültleşmiş rock devlerine kadar çoğu yeni nesil müzisyeni de yakından takip etmekte, yenilikçi ve farkındalık yaratan çalışmalara olan beğenisini dile getirmektedir. Sanatçının 2016 yılında Greenpeace desteğiyle, Kuzey Buz Denizi'nin buzullarının arasına kurulmuş bir platformun üzerinde, küresel ısınma ve buzulların erimesi sorununa dikkat çekmek amacıyla oldukça etkileyici ve anlamlı bir görsel sunumla çaldığı parçası Elegy for the Arctic buna en iyi örneklerden biridir.
Her bir şarkısı için ayrı bir makale kaleme alınabilecek olan Ludovico Einaudi'nin kuşkusuz en bilinen bestelerinin başında, birçok kültleşmiş eserin içinde artık bir enstalasyon gibi de duran Experience isimli parçası gelmektedir. Nuvole Bianche, I Giorni, Divenire, Le Onde, Primavera, Nightbook, In Un'altra Vita ve Time Lapse besteleri ise takip eden ve çok sevilen diğer çalışmalarıdır. Una Mattina, Divenire, Nightbook, I Giorni, Taranta Project, In a Time Lapse, Elements ve bu yıl çıkan Seven Days Walking gibi albümleri ise sanatçının diskografisindeki öne çıkan albümler olarak bilinmektedir. İtalya'nın, iki-üç yılda bir farklı organizatör ve müzisyenle çalıştığı en büyük müzik festivallerinden La Notte della Taranta, 2010 - 2011 döneminde Einaudi'ye sanat yönetmenliği teklifi götürmüş, folk ve etnik müziğe duyduğu ilgi sebebiyle festivale, Ballaké Sissoko, Justin Adams, Juldeh Camara ve Mercan Dede gibi sanatçıları davet etmiştir. Mandolin, akordeon, perküsyon ve Afrika arpı gibi enstrümanların çeşitlilik gösterdiği festivalden sonra bir araya geldiği müzisyenlerin parçalarını, orijinalliğini koruyarak eklediği Taranta Project albümünü de bu şekilde ortaya çıkarmıştır.
Yaşamın anlamlı her noktasında, toplumsal bir olayda veya baktığınız bir manzarada, yaşadığınız her hissi ifade edebilecek güçlü bestelere sahip olan Einaudi'nin eserleri, Platon'un müziğin insanda gerçek, cesaretlendirici ve güçlü duygular uyandırması gerektiği yönündeki görüşlerini destekler niteliktedir. Onun çalışmalarında bir hikâye veya bir duygu müziğin harmonik hareketinde başlar ve odaklandığı hissin tüm ince ayrıntılarına değinerek melodik bir ziyafete dönüşür. Bu sebeple Einaudi'nin eserleri dinleyicisini bir anda içsel veya fiziksel uzun bir yolculuğa sürükleyebildiğinden bugün birçok film, tiyatro, belgesel ve reklam projesinde de eserlerine sıkça rastlayabiliyoruz. Ludovico Einaudi ilk olarak, 1980'li yılların televizyon dizisi Doctor Zhivago'nun müziklerini besteleyerek başarısını radyolardan ve klasik müzik mecralarından ilk kez televizyon ve beyazperdeye genişleterek bu yöndeki adımlarını da gerçekleştirmiştir. Bugün soundtrack olarak çalışmalar yaptığı filmlerin başında Darren Aronofsky'nin Black Swan, Olivier Nakache ve Eric Toledano'nun The Intouchables, Clint Eastwood'un J. Edgar, Xavier Dolan'ın Mommy, Hirokazu Koreeda'nın The Third Murder filmleri gelirken ülkemizde ve dünyada oldukça beğeni kazanmış olan Leonardo Dalessandri'nin kısa belgeseli Watchtower of Turkey filminde de müzisyenin Experience adlı çalışması yer almıştır.
Ludovico Einaudi'nin canlı performansından özellikle de geçtiğimiz yıl yoğun talep üzerine iki gün üst üste verdiği konserlerden bahsetmeden olmaz. 5 ve 6 Şubat tarihlerinde Zorlu PSM'de, Federico Mecozzi, Redi Hasa, Alberto Fabris, Francesco Arcuri ve Riccardo Lagana'dan oluşan ekibiyle gelen müzisyen, hem enstrüman çeşitliliği hem de ışık ve görsel olarak muazzam bir tasarıma sahip olan sahne estetiğiyle dinleyicilerinin tüm duyularına hitap edecek bir müzikal şölen sundu. Her müzisyenin kendi çağının enstrümanlarıyla birlikte sürekli gelişerek kendini var etmesini ve yeniliklere açık olmasını savunan Ludovico Einaudi'nin piyanosuna eşlik eden, elektronik çellodan tefe, waterphone'dan sintisayzıra kadar birçok enstrüman görmek mümkündü. Son yıllarda müzikle birlikte gelişen görsel desteklemeler, video mapping, lazer gibi gelişen teknoloji ürünlerinin sağladığı doygun görsel efektler, Ludovico Einaudi'nin konserinde de ustaca kullanılmış, bir başlangıçla sonu lirik bir tartımla ifade eden konser repertuvarı, görsel efektlerin yardımıyla kusursuz bir bütünselliğe ulaşmıştı. Esasen burada önemli noktalar vardı çünkü gerçekten çok az sanatçının çalışmalarında katarsisi (arınma) bu kadar net bir şekilde hissedebilirsiniz. Konserin giderek artan tamperamanı asla şiirselliğini kaybetmeden bir bütünü oluştururken müziğin yarattığı duyguyla birlikte hem görsel grafiklerin ahenkli değişimi ve zenginliği hem de duyguyu daha da perçinleyecek olan renk ve ışık kullanımının ustalığı konserin baştan sona nefes kesen bütünsel bir performans olmasını sağlamıştı. Hâl böyleyken Ludovico Einaudi'nin hem jenerasyonu içinde gençlerle olan iş birliği hem de müziğine eklemekten sakınmadığı tüm yenilikçi müzik türleri, deneysel melodileri, sıra dışı enstrümanları ile katmanlı bir kompozisyon yarattığı oldukça işlevsel görsel desteklemeleri onun neden "Modern Çağın Mozart'ı olarak nitelendirildiğini daha iyi açıklıyor. Klasik müziğin alışa gelmiş kalıplarını sonuna kadar zorlayan bir müzisyen olarak Ludovico Einaudi'yi hem yoğun bir duygusal zenginlikle algılayabilmek ve yorumlamak hem de henüz yaşıyorken, içinde bulunduğumuz çağın bize sunduğu bir fırsat olarak bir kez canlı performansının deneyimlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Işıklar söndü. Sahne sırası hâlâ bendeydi muhtemelen, yere yığılmak için gücüm yoktu, öylece ışıkları da bekleyebilirdim. Ben, İsmail Bozüyük, kimsenin görmediği gecekondumda üç sene önce bu işe kabul edildim. Kader diye biriydi beni bu işe iten. En yakın arkadaşım Raskolnikov da önermişti bana bu işi. "Bu işte hiç para yok, tam sana göre," bile demişti. Sahne ışıklarımı benden başkası göremez, zaten beni yıllardır kimse göremez. Ben, İsmail Bozüyük, üç senedir Yeşilova'nın adını bilmediğim bir mahallesinde, gecekondumun içinde hayatın bana verdiği rolü oynamakla uğraşıyorum. Görünmeyen sahne ışıklarımı çok seviyorum. Beni sık sık aydınlatıyorlar gün doğumunda. Bu iş için biçilmiş kaftanım. Bana sorarsanız konuk oyuncuyum fakat Rasko başrol olduğum konusunda ısrarcı.
Burası Yeşilova, benim gecekondum. Burada ışıklar üç ayda bir gider. Gittiğinde hep sözümü karıştırırım. Karanlıktan korkmaktan bahsetmiyorum, koca bir adamım ben. Bir suflöre ihtiyacım var yalnızca. Rasko bu konuda iyi değil. Her karanlık çöktüğünde, yağmurların ritmi biraz daha belirginleştiğinde karanlığı benden saklayacak bir suflör. Ben, İsmail Bozüyük, üç yıldır susmakla meşgulüm. Utanmaktan bahsetmiyorum, koca bir adamım ben. Sadece, yani belki de, kaderin bana verdiği rol bu. İyimserlikten de bahsetmiyorum Rasko. Işıkların geri gelmesine yarım saat kaldı. Bu göründüğü kadar kısa bir süre değildir. Ben de buraya yerleştiğimde yarım kalmıştım, hâlâ bitmedim. En son ışıklar söndüğünde yere yığılarak kurtulmuştum karanlıktan. Her kaçış yolum çıkmaz sokağa çıkmasa tekrarlayabilirdim bunu.
Yağmurları ve ıslanmayı, çok ıslanmayı severim. Fakat üç senedir dile getirmem bunu. Ben, İsmail Bozüyük, en son sevdiğim şeylerden söz ettiğimde sessizliğe mahkûm edildim, kendi isteğimle elbet. Bakmayın insanların beni üç senedir görmediğine. Ben her sabah onların üzerine yağarım yağmur diye. Çiçekleri koklar, havayı solur, birkaç fırtınaya sebep olur, birçoklarını zor duruma sokar, bundan keyif alırım. Kötülük etmekten bahsetmiyorum elbet, iyi bir adamım ben. Sadece, görünmemeyi ben seçtim. Seçimlerim arasında sevilmemek yoktu. Fakat, Rasko, seyirci bunu ister. Beni izleyen bir göz henüz olmasa da, ben siz insanlar için yaşarım. Siz insanlar için rolüme girer, siz insanlar için yeryüzünü ıslatırım. Her sabah sizler için, sizlerden önce fırınlardan ekmek çalar, her gün sizler için yalanlar söylerim. Her gün sizler için küfürler ederim sokalarınızdaki dilencilere. Sizler zahmet etmeyin diye başkalarına fena gözle bakar, sevgililerinizi sizler için terk ederim. Ben, İsmail Bozüyük. İçinizdeki iyiliği göremem üç senedir fakat ekmeğinizi de az yemedim elbet. Kötülüklerinizi yüzünüze vuracak kadar da cesaret toplayamadım burada üç senedir fakat her sabah sokaktaki çocukları ekmek almak için kullanıp onları bir teşekkürden esirgeyen köşedeki Ahmet Amca’nın kalbinin katılığından söz etmeden geçecek kadar da sessizleşmedim ben henüz.
Ben, İsmail Bozüyük, sizlerin içinde, sizlerden en uzak yerde rolümü oynamakla meşgulüm yıllardır. İşimin başındayım. Kör olmaya ihtiyacım var yalnızca. Burada kaderin verdiği rolleri mi oynuyorum, sizlerden mi kaçıyorum yoksa bu dünyayı terk etmek için gün mü sayıyorum bilmem ama anlaşılmaktan vazgeçeli üç sene oldu. Yaşım genç fakat üç ayda bir ölüyorum bu gecekonduda. Işıklar gelmek üzere. Kahrolası zaaflar, ben insanları affetmek üzereyim. O kadar da iyi bir insan değilim Rasko, sadece, yalnızlık canımı sıkıyor. İnsanların oyunlarını cam kenarından bile izlemek böylesine keyif veriyorsa, üç yıl önce onları onların yanından izlemek ne keyifliydi kim bilir...
Terk edilmemek için kaçtım sizlerden. Gecekonduma sığındım. Sağolsun Rasko hep eşlik etti bana. Siz insanlar. Sizlere kızgın değilim elbet. Bilirsiniz, sakin biriyimdir ben. Komik olmaktan vazgeçmemenizi dilerim hepinizden. Sizlere her ne kadar alaycı yaklaşsam da Kamuran'ı görürseniz üçgen parkta ona benden selam söyleyin. Beni hâlâ orada bekliyor olma ihtimalinden bahsetmiyorum Rasko, sadece, iyi olup olmadığımı merak eder belki. Hayır bu işe girmemin sebebi Kamuran değil elbet, fakat kalbimi üçgen parkta onun yanında unutmaktan muzdaribim. Siz insanlar. Kamuran'ı görürseniz onu beklediğimi söylemeyin. Onu beklemiyorum elbet fakat canı çay çekerse bana uğrasın. Papatya tacı üç senedir elimde. Elleri üşürse haberim olsun. Gözyaşı damlamasın. Hayır, Kamuran değil bunca hüznümün sebebi fakat geleceğimi yazamıyorum bir süredir, bilsin. Onu sevdiğimi bilmesin. Ama bir gün hâlimi sormak isterse, bıraktığı gibi olduğumu söyleyebilirsiniz insanlardan kaçıyorum hâlâ. Ben, İsmail Bozüyük. Işıklar nihayet geldi, Kamuran'ın hayali hâlâ gecekondumda. Hiçbir şey vazgeçiremez beni rolümden fakat telaşlanmayın. Rolümün son perdesindeyim.
Kuşatılmış kalelere dönüyorum, gözlerin kanıma dâhil olunca Bu kainatın en derin dekoltesi olmalı gözlerin Tüm dikkatim kanımdan çekiliyor sanki iki apokaliptik mıknatıs tarafından Ve adım Demir’den dövüldü benim Tanrı’nın tezgâhında.
Manik depresif bir rüzgârın tavrını bürüdüm ruhuma Coşkunluğumda yağmaladım, kanıma kattım aşk denen ağacın yapraklarını Yatıştığımda hepsini yerçekiminin çıplak kollarına bıraktım
Viyana valsiyle ağır ağır süzüldüler ömürlerinin son dansına duran meftun kelebekler gibi. Hiçbir ölüm bu denli ritmik ve zarif olmamıştı Ve gözlerin hiçbir suça böylesine iştirak etmemişlerdi şimdiye kadar.
Bu kainatın en kalabalık gezegeni olmalı o gözler Hatta Themis’in ıssızlığına, bakışsızlığına ve başı fena hâlde dönen terazisine inat
ağırlığını koruyan iffetli, adil iki Tanrıça, birinin gördüğünü diğeri susmayan. Adı ne okunursa okunsun, mistik birer varlık onlar. Tüm inancımı göğsümden söküp yerine o gözleri koydum Ve coşkunluğumda, yerden yaklaşık on dokuz metre yükseklikteki bir duvardan, göğsümdeki seli İbranice ağladım. Yatıştığımda yerçekiminin çıplak, ıslak kollarındaydım.
Kaybedilen savaşlara dönüyorum gözlerin kanıma dâhil olunca İşgale uğramış bir b’aşk’ent adım tarihe kalbimin kanıyla yazılan O gözler bir şövalyenin zırhını delen iki titanyum mızrak Ve ben Eros’un işgüzarlığına yoruyorum bunu. Dizlerim yerçekimine yenik düşüyor hayattan kopan yapraklar gibi ağır ağır Dudaklarımda tüm dinlere ait kutsal bir rutin Kan gövdemi götürüyor yalnızca, ruhum hâlâ yerinde, sende, gözlerinin içinde.
Yıllardır pahalı diye almadığımız klimayı ilk sorduğumuz zamandaki fiyatın İki katına aldık... Sanki ilk sorduğumuzda ucuz gelmiş de fiyatının artmasını beklemişiz gibi oldu. Klimayı kurduktan sonra bir hafta boyunca her gün sandalyeye çıkıp etrafında çizik var mı diye baktım. Evin farklı köşelerinde durup soğuk üflemediği bir yer var mı diye cihazda hata aradım ama yoktu. Birine sonsuz masaj yaptırmakla bir cihazın sen daraldığında seni serinletmesi insana kendini kaliteli hissettiren bir şeylermiş. O yokken pencereleri kapıları açıp ceryan yapan yerde duruyordum. Ev o kadar güneş alıyor ki güneşin doğuşunu ve batışını panoramik bir şekilde izleyebiliyorsun.
Babadan kalma bir ev. Babam sağ. Bunu neden “babadan kalma” dedikten sonra söylemek zorunda kalır insan bilmem. Ömrü uzun olsun evi bize verdi, kira ödemediğimiz için evi yaşanabilir hâle getirme parası harcıyoruz sadece.
Semt biraz tedirgin edici bir yer olduğundan eve siparişe verdiğim zaman gelen kurye arkadaşlar beni ne bu semte ne bu eve yakıştırıyorlar. Geçen gün döner ayran söyledim. Kuryeye kapıyı açtığımda, adamın beni TV’den tanıyıp ilk söylediği şey, “Senin burda ne işin var abi?” oldu. Salakça bir tebessümle, “Ben burada oturuyorum,” dedim. Adamı inandırmaya çalıştım. “Ama ev babamın üstüne,” falan derken araya girip “Abi taşınsana o kadar para kazanıyorsun,” dedi. “Ne kadar?” diye kendi maaşımı gelen kurye arkadaşa sordum. O da “20-30 arası falan” dedi. “Piyasaya göre düşük mü alıyorum acaba?” diye sordum. Dönerimden bir ısırık alıp ayranımı çalkalamaya başladım, açtım çünkü. Kurye arkadaş konuşmaya devam ettiği için yemeğimi kapının önünde ve ayakta, kuryenin karşısında yiyip bitirdim. Kurye arkadaş kazandığımı sandığı para üzerinden birkaç yatırım önerisinin ardından “Abi ödeme nakit mi kartla mı?” diye sordu. “Bahşiş nakit, ödeme kartla,” dedim. Pos makinesinden bir türlü sinyal alamıyordu. Cihazı balkona çıkartmamı söyledi. “Telefon da evin bazı yerlerinde çekmiyor,” dedim. Evi kötülemeye başladığımı fark ettim. “Bu ne abi ya?” diye seslendi. “Ne oldu ki?” dedim. “Abi sana insanların istediği zaman ulaşması gerekli, böyle olmaz,” diye yorumladı. “Çık bu evden,” diye tekrar bağırdı. Ben balkonda pos makinesine sinyal ararken “Oldu!” diye bağırdım. Sinyal gelince o da bağırdı: “30 lira çek!” Bundan sonrasını bağırarak konuştuk. Ben balkonda o evin kapısının önünde olduğu için. Yanına geldiğimde bana bağırmaya devam ediyordu. Teşekkür edip kapıyı kapattım. Tekrar çaldı kapı, açtım. “Abi hiç söylemiyorsun fotoğraf çekmeyi unuttuk.” Bunu ben söylesem insanlara, nasıl bir deli olurum acaba diye düşünürken birbirinden eğlenceli selfieler çekti kurye. “Bir de bumerang yaparız artık,” dedi. Ben sabit durdum, o aşağı indi çıktı. Beğenmedi, ben sağa sola götürdüm kafamı o aşağı indi çıktı. Derken karşı komşum Füsun Teyze “Cihan oğlum eşin evde yok mu?” diye sordu. Kurye hızla uzaklaştı. Hızla uzaklaşmaması gerekliydi. O kadar hızlıysa benim siparişim neden bu kadar geç gelmişti? Gitmemeliydi ama gitmişti. Füsun Abla cümlesine devam etti: “Sabile yok herhâlde, geldiğinde konuşurum ben onla iyi günler.” Kapısını kapattı ama kapatmamalıydı. Ne konuşacaktı ki karımla, ne gördü de ne konuşacak falan derken buldum kendimi... Eşim döndüğünde ona durumu anlattım. Füsun Abla anlatmadan ben anlatmalıydım çünkü. Çok eğlenmiş olacak ki çocuğu merak ettiğinden o da sipariş vermek istedi. “Ben aramam,” dedim. Kendisi arayıp siparişi verdi. Bi’ yarım saat sonra yanında iki çalışanla birlikte geldi, hatta birisi mutfakta çalışıyor olmalı ki üstünde yemek lekeleri olan önlük vardı. “Bakın inanmıyordunuz burada oturduğuna, alın işte,” dedi. Söz söyleme sırası bende sanıp “Hoş geldiniz,” dedim. “Hoş bulduk,” deyip içeri girmeye çalıştı kurye ve garson olduğunu tahmin ettiğim kişi ama şefleri, “İşimiz var sonra gelelim abi,” dedi bana. Konuşmama hakkımı kullandım. Farklı kombinasyonlarla fotoğraflar çekildik üçlü, ikili, hepsiyle tekli. Bir fotoğrafta ben yoktum hatta. Onları çekmiştim. Sonra gittiler… Dönerleri fena değildi ama inanılmaz ilgiliydiler diyebilirim.
Eşim geçen ay yazmıştı, ona söz verdim Kafkaokur’da beraber yazacağız diye, şimdi yazı sırası onda:
Geçtiğimiz ay Cihan Talay’ın “Hoş Geldim” yazısında kendi hayatımızdan biraz bahsetme imkânımız olmuştu... 13 yıllık bir hikâye demiştik... Mücadeleyle, gözyaşıyla, arada hüsranla ama aşk dolu bir hikâye diye bahsettik geçmişimizden... İleriki yıllarda yine anlatabileceğimiz ama şimdiki dönemlerde yaşadığım tecrübelerden bahsetmek istedim sizlere... Birkaç saat önce telefonum çaldı. “Dergiye yazı yazacağım sen de bir şeyler yazmak ister misin?” diye sordu Cihan. Beraber geçirdiğimiz süre boyunca hep birbirimize destek verdik ancak ilk defa birlikte bir şeyler yapıyorduk. Ne yalan söyleyeyim çok heyecanlandım... Evimizde bana ait bir bilgisayar olmadığından elime hemen kurşun kalem ve beyaz bir kâğıt aldım. Ayrılık, yazdım. Alışkın olduğun bir şeyden ayrılmak... Yakın dönemde işimden ayrıldım. Bana hep kışı yaşatan işimden... Çok da eğlenceli oldu. Hastane odasında karar verdim buna. Bazı kayıplarda sessizlik yaşanır ya, hayatım boyunca tekrar aynı sessizliği yaşamamak adına hiç de zor olmadı bu kararı vermek. İyi denilebilecek bir eğitim aldım, spikerlik mezunuyum aslen. Son birkaç aydır hayatımda oluşan kocaman bir “es”i nasıl geçirdiğimi, hayatı nasıl yaşadığımdan bahsetmek istedim. Daha çok kitap okumaya başladım... Daha bilge bir insan olmak için; kendimi, eşimi, evimi ve belki sonralarda bize gelecek olan yavruyu beslemek için...
Bu hayatta kendini nasıl programlandığın çok önemli. Ne kadar çok sevdiğim şey varmış, dedim işi bıraktıktan sonra! Spor yapmayı hep çok sevdim, şimdilerde bol bol spor yapıyorum. Keşfetmek istediğim yerler var küçük bir listesini çıkardım bile. Eşimle birlikte kurduğumuz evimizi hep çok sevdim.
Evimle, mutfağımla konuşarak poğaçalar yaptım. Hayatta her şey mükemmel olmak zorunda değil, hayat da sonsuz değil zaten... Bu nedenle hep şükrettim olana da olmayana da... En önemlisi de hayal kurmaya başladım. Bir şeyler istediğimi ve bunun için geç olmadığını fark ettim. Hayatımız iyi bir işte çalışmaktan, evlenmekten, çocuk yapmaktan ibaret değil! İkimizin de mutlu olabileceği bir yolculuğa çıkmak, birlikte yaşayarak keşfetmek istedim... Eskiden her şeyi sırasıyla, eksiksiz yapan ben, şimdilerde eve su siparişi vermeyi unutuyorum, unuttuğum her şey mutluluktan. Bana bunu yaşattığın için teşekkürler sevgilim... Ben hayatı yaşamayı hep çok sevdim, o da beni sevdi. Yaşasın hayat, yaşattıkların ve yaşatacakların için.
Uzun lafın kısası: Ağaç değilsiniz. Hayatınızı ve yerinizi değiştirebilirsiniz. Korkmayın!
Garsona rakı bardağını gösterirken kolundaki bilezikleri şıngırdadı. Bütün servetini yanında mı getirdin diye sormuştu birisi. Terbiyesiz! Bütün serveti kollarına sığabilir miydi? Ayrıca bunu sorabilme cüretini nerden bulmuştu? Ne zaman samimi olmuşlardı böyle? Alt tarafı vasıfsız bir çalışandı. Bir iki defa iş yerinde sigara içerken sohbet etmek durumunda kalmışlardı. O zaman da hep o konuşmuştu, o işte; vasıfsız olan canım. Bütün sülalesinin derdini tasasını öğrenmişti. İnsanlar böyle samimiyet kurduklarını zannediyorlardı. “Dinleme nezaketini gösterdin mi her şeyi sana söyleyebileceklerini sanıyorlar,” diye düşündü. Hâlbuki küstah olmak bazen çok önemli bir işti. “İlk küstahlık yapan kazanır.” Öbür türlü her lafı hoşgörüyle karşılayacağını sanıyorlar. Mesela, “Beni ne ilgilendirir canım senin sülalen?” diyebilirdi. O zaman böyle münasebetsiz tavırlarını kendine saklaması gerektiğini de anlardı.
Rakısından bir yudum aldı. Amma büyük bir salondu. Herhalde altı yüz kişi vardır, diye düşündü. Boyunları birbirine dolanmış iki kuğunun olduğu düğün davetiyesine göz gezdirdi. Klasik bir davetiyeydi; pek uğraşılmamış ve yazılanlar klişe: Beraberliklerini sürekli kılmak ve sevgilerini sonsuzluğa taşımak için mutluluklarını sizinle paylaşmak istiyorlar! İş yerinden herkes belli ki bu davete icabet etmişti. Yine de hiçbirinin müdürlerinin mutluluğunu paylaşmak için burada olduğunu düşünmüyordu. Herkes, kendi de dâhil başka şansı olmadığını hissettiği için buradaydı. Yoksa kim severdi ki bu müdürü. “Beni ne ilgilendirir mutluluğu. Bir saat durur, biraz kendimi gösterir, altınımı takar giderim.”
Hatırlıyordu. Firmada gizli saklı işler döndükten ve sonunda müdürleri gönderildikten sonra kim olduğunu hiç duymadıklarını birini müdür yapmışlardı başlarına. O da herkesi teker teker odasına çağırıp günlerce göz dağı vermişti. “Bu iş yoğunluğunuz sizin verimsizliğinizden kaynaklı olabilir mi Necla Hanım? Yanlış anlaşılmak istemem. Sizin performansınızı ölçmüyorum. Ölçmek istesek bunun için bir sistemimiz mevcut biliyorsunuz ki. Ama acaba diyorum iş bölümü yapmakta sıkıntı yaşıyor olabilir misiniz?” diye sormuştu. Sürekli ağzında gezdirdiği kurşun kaleminin dişlerine değdikçe çıkardığı ses rahatsız ediciydi. Günlerce aynı şeyleri düşünüp içi içini yemişti. “Benim bu firmaya kaç senedir hizmet ettiğimi bilmiyor musun sen? Başımıza böyle tecrübesiz, işini bilmez adamları kimler neden getiriyor bilmiyorum ki. Kim benim yaptığım işi tek başına yapabilirmiş söylesin bakalım. Nitelikli eleman bulabilir mi ben gidersem? Hadi bulsunlar. Cesaretleri varsa çıkarsınlar beni.” İşine karışılması hiç hoşuna gitmemişti. Hele ki böylesine körpe birinin onu değerlendiriyor olması olacak iş değildi. Karşısına sekreterlik biriminden Nezaket'le Songül Hanım oturdu. Ne biçim yere vermişlerdi onu böyle? Ne işi vardı onlarla aynı masada? Neyin sohbetini edebilirdi ki? “Nezaket’in o makyajı ne ayol; yüzü kıpkırmızı kesilmiş, dudakları desen kanlı canlı, yüzü yine ablak. Hiç düğün, davet görmemiş insanlar bunlar. Yazık!”
•Nasıl bir gelin oldu dersin? Nezaket Hanım sesini alçaltarak yanında oturan Songül Hanım’a soruyordu.
•Aman kesin çok abartmıştır. Bak görürsün. İşe bile nasıl geliyor öyle. Badana gibi bir surat. Allah seni inandırsın bir tek ben değil bizim birimdeki kimse beğenmiyor. Koskoca kadın olmuşsun, hadi geçtim müdür olmuşsun, ne öyle genç kız gibi giyinmeler süslenmeler… Hiç yakışıyor mu, sen söyle.
Songül Hanım’ın söyledikleri pek komik geldi. Belli belirsiz güldü. “Senin nefretin çok farklı Songül Hanım. Artık sana müdürün hakkında atıp tutmak mubah. Çok çabaladın. Eşref Bey’in odasına gidebilmek için kendine çıkardığın fazladan işler, odasında attığın o cilveli kahkahalar… Şimdi Eşref Bey kalkmış müdürünle evleniyor. Neye yaradı o fazla mesailer, kırıtkan hareketler? Ardında bırakmaya çalıştığın bozgunluğun sesi mi bunlar? Hahayyy! Bir gülesim geldi, ne olur kusura bakma.”
•Bir şey mi diyecektiniz Necla Hanım?
Kolundaki bilezikleri tek tek yukarı iterken göz göze gelemedi Songül Hanım'la. Ama kendini durum yönetmekte çok başarılı görürdü. Olayı hemen toparladı.
•Osman Bey’i seyrediyordum Songül Hanım. Düğün daha başlamadan sarhoş olmuş herhalde.
Dans pistini işaret etti. Kravatını başına bağlamış, gömleğini pantolonundan çıkarmış, elindeki rakı bardağını bırakmadan kendi başına dans ediyordu Osman Bey. İlginç figürleri vardı. “Bu hiç bizim Osman Bey mi yahu? İçince bir başka oluyormuş bu adam da.” Dudağını büktü düşünürken. Muhasebe birimindendi Osman Bey. Her çalışanın maaşı, firmaya giren firmadan çıkan her para onun kasasından geçerdi. O nedenledir herhalde çok ciddi bir iş yapıyormuş gibi gezinirdi ortalarda. Ama hele bir maaşlar yatmaya görsün, Osman Bey’i kimse odasından çıkaramazdı. “Daha önce elini sürmediği makbuz koçanlarını aramaya koyuluyordur kesin. Herkes tembellik peşinde kardeşim. Kimse kimsenin adam gibi kulağını çekmiyor da ondan. İşte aynen böyle iş yerinde de göbek atıyor Osman Bey, kimse görmüyor.”
Salonu renkli, payetli, tüylü bir kalabalık doldurdu. Göz ucuyla müdürün şoförüne, Hikmet Bey’e baktı bir an. Elini gayriihtiyari saçına götürdü. Bugün dört saatte çıkabilmişti kuaförden. İstediği kadar kabarık olmamıştı saçları. Alnına iki kıvrık perçem düşürtmüştü. Simli bir far denemişti bu sefer. Bu düğünde sönük kalmak istemezdi elbette. Hikmet Bey de gelirse eğer onu bir de böyle görmesini dilerdi. Bütün bileziklerini takmak bugüne nasip olmuştu. Kendi düğününden bir başkasının düğününe… Evlendiğinde müdürü gibi büyük de değildi. O çok güzel bir gelin olmuştu; gencecik, taptaze. Müdürü kesin çok süslü bir gelin olacaktı. Kokona! Tam altın takacaktı ona. Müdürü kollarındaki bileziklere bakacaktı bir süre. Öyle hayal etmişti. Bak sen diyecekti, tam altın takıyor benim çalışanım. Hem de kollarında bir dolu altın bilezik… “Ne sandın sen Müdire Hanım! Bir tek sen mi servetlisin?” Hikmet Bey de onu seyredecekti bu merasimde. Ne güzel olmuşsunuz Necla Hanım, diyecekti.
Çetin Bey’in araya girmesiyle düşünceleri bölündü. Çetin Bey firmadaki en eski çalışanlardan biriydi. Birçok müdür gelip geçmişti ama en beterinin şimdiki müdür olduğunu söyler dururdu. Zaten sürekli çatıştıkları çoğu zaman müdürün odasından yükselen seslerden anlaşılırdı. “Bu kadının ayağını kaydıracağım, bak görürsünüz,” derdi. “Bundan sonra onun en büyük düşmanı benim,” derdi bazen de. Aralarındaki sorunu kimse tam olarak çözememişti.
•Nasılsınız çıtır kızlar?
Nasıl konuşmaktı o öyle? Kimse haddini bilmiyordu. “Ayıp, yaşından başından utan. Hanımefendi diyeceksin, münasebetsiz adam.” Kızmıştı. Nezaket Hanım'la Songül Hanım'sa gülüştüler. O ses etmeyince Çetin Bey duraksadı.
•Necla Hanım, bu ne şıklık, bu ne zarafet!
“Siz bu sözlerden bir gömlek aşağı kalıyorsunuz Çetin Bey. Ama şimdi sizi utandırmamak adına hafifçe gülümseyeceğim; memnuniyetsizliğimi hiç belli etmeden. Yine de sizinle arama koyduğum mesafeyi öyle bir göstereceğim ki, bana bir daha karşımda duran şu iki basit kadına davrandığınız gibi davranmamanız gerektiğini anlayacaksınız” Hafifçe gülümsedi. Orkestra susunca Osman Bey dans pistinde kalakaldı. Uzaktan bir ses gelin ve damadı sahneye çağırdı. Songül Hanım iyice doğruldu. Mutfakta çalışan yeni yetme bir kız tam yanında durdu. Heyecan içinde sahneye bakıyordu. “Körpe, naif kızcağız. En güzel günler bir düğünle başlıyor sanıyorsun, değil mi? Hep de öyle sanacaksın sen kesin. Mutfakta da gördüm kaç defa. Çayları koyarken yüzünde bir gülümseme, tezgâhı silerken gereksiz bir heyecan. Kafası hep tütsülü. Zekâ geriliği mi var ne?” Gözleriyle kızı süzdü iyice, acıyarak baktı bir süre.
•Ah! Geliyorlar işte!
Kız ellerini çırpıyor, zıplıyor, çığırıyordu.
•Sus be, deli kız. Git başımdan, başka yerde bağır.
Ama kimse onu duymamıştı. Herkes düğün salonunun görkemli merdivenlerinden yavaş yavaş inen geline bakıyordu. Alkışlarla beraber birkaç keskin ıslık duyuldu. O da meraklı gözlerle müdürüne baktı. “Bu kadını sevebilecek biri olacağını asla düşünmezdim. Eşref Bey neyini sevdi acaba bu asık suratlı kadının?” Saçlarını açık bırakmış, kollarını tamamen saran dantelli bir gelinlik giymiş ve duvak takmamıştı. “Olmamış. Böyle özensiz gelin mi olur canım? Davetlilere ayıp. Sen koskoca müdürsün bir kere.” Songül Hanım’a baktı sonra. Sesli sesli gülüşleri çetin bir mücadeleden galip çıkan birinin zafer çığlıkları gibiydi. Gelin, merdivenleri inerken herkesi selamlıyordu. Osman Bey de ıslık çalıyordu; iki gün önce müdüründen fırça yememiş gibi. “Ah bu sarhoşluk!” Mutfaktaki kızcağız alkış tutuyordu, maaşına zam alamayacağını bile bile. Çetin Bey en büyük düşmanıydı gelinin, birazdan göbek atacaktı önünde. “Riyakâr!” O da herkesten sakındığı altınlarından birini takacaktı müdürüne. Sahi neden yapacaktı bunu? Öyle icap ederdi çünkü. Belki Hikmet Bey dansa kaldırırsa o da mükâfatı olurdu onca emeğin. Osman Bey koşarak masalarına geldi. Elindeki rakıyı önce başında döndürdü sonra masaya yaklaştırdı.
•Hadi bakalım, şerefinize dostlar.
•Sağlığınıza, dedi Nezaket Hanım.
•En güzel günümüz böyle olsun, diye ekledi Songül Hanım.
Kadehini kaldırırken şıngırdayan bileziklerini sevdi gözüyle. Rakılar güzel dileklerle içildi. Osman seslendi “Mutluluklar müdürüm!” Bir alkış koptu ardından. Müdür de ağız dolusu gülümsedi. Herkes birbirini sever gibi, herkes bir beraberliğin mutluluğunu paylaşmak için içer gibi. Oysa bu düğün kimseyi mutlu etmeyen sıkıcı bir sondan ibaretti.
Sezen Aksu, kariyeri boyunca –başrolünde olduğu– iki filmde rol alır. Diğer filmlerde ya da televizyon dizilerinde konuk oyuncudur çoğu zaman… İkinci Bahar, Alacakaranlık, Avrupa Yakası gibi diziler ya da Osmanlı Cumhuriyeti filmi, onun için bir görünüp hemen kaybolduğu eserler arasındadır. "Ufak sahneler" için hatır rica gelip oynadığı bellidir.
Başrol olup, dolu dolu göründüğü iki filmden biri, 1989 yılında usta yönetmen Yavuz Özkan'ın yazıp yönettiği, Ferhan Şensoy'la birlikte ana karakterlere hayat verdikleri Büyük Yalnızlık filmdir. Diğeri ise geçmiş yıllara, henüz ilk meşhur olduğu döneme denk düşen Minik Serçe filmidir. Bahse konu olan film, bu yazının konusunu oluşturuyor.
Minik Serçe tanımlamasının, Fransız şarkıcı Edith Piaf'tan "ödünç alındığı" bilinir. Piaf'ın, ürkek ve tedirgin hâlinin bir sevimlilik olarak görülmesi, kendine has hoşluğu, ona "kaldırım serçesi" olarak hitap edilmesine sebep olsa da, fiziksel özelliğinden ötürü, minik lakabının da aradan geçen yıllarda yakıştırıldığı düşünülür. Bu lakap, aynı zarafet ve etkileyiciliğe sahip olan, müzikal yapısında bir benzerlik görülmese de, aynı görkemi "bağrında taşıyan" Sezen Aksu için de kariyerinin ilk yıllardan itibaren kullanılır. Öyle ki bir süre sonra bu tanımlama kurumsallaşır ve Sezen, tamamen bu isimle anılmaya başlar. Bu etkileşimde filmin ne derece gücü olduğu tartışılır elbette ama sinemanın bir sıfatı yeniden ürettiği, temsilin zamanla gerçeğe dönüştüğü evvel eski bilinir, görünür. Sezen de, kimin fikridir bilinmez, kariyerinde ilk kez bu isimde bir filmde oynar.
Film, düğünlerde, ucuz gece kulüplerinde kendi yazdığı besteleri söyleyen ve bir gün tanınan bir şarkıcı olacağını düşünen Hülya (Sezen Aksu) ile şöhretin göbeğinde yaşayan, bilinen ve çok meşhur bir şarkıcı olan Orhan (Bulut Aras) arasındaki aşkı konu alıyor. Orhan öyle meşhurdur ki, filmlerden açılışlara, ödül törenlerinden konserlere gider, kalburüstü bir şöhrete sahiptir. Bu bilinme ve tanınma hâli, onu alkol batağına, lümpen bir yaşantıya savurmuştur. Böylesi, dibe vurduğu bir dönemde –ekonomik olarak zirvededir– Hülya'yla tanışır, ona âşık olur. Evlenme teklifi eder. Hülya, geceleri uyuyamayan ve fellik fellik gezinen, sabah kahvaltıda bile içki içen bu adamdan kaçarak uzaklaşır. Orhan ise ısrarcıdır, peşini bırakmaz. Hülya bir süre sonra ikna olur ve bu yaşantıyı bırakması karşılığında onunla evleneceğini söyler. Orhan kabul eder.
Hakikaten de evlendikten sonra Orhan yaşantısını düzenler, söz verdiği gibi yaşamaya başlar. Üstelik Hülya'ya "el verir". Hülya bir süre sonra tanınan, bilinen bir sanatçı olur. Öyle ki şöhreti Orhan'ı aşar. Fakat bu sefer de o, Orhan'ın geçmiş dönemde yaşadığı batağa düşmüştür. Alkolizme bulaşır, gündüzü gecesi belli değildir. Üstelik kendisine el veren Orhan'ın şarkılarının tutmadığı, albümlerinin satmadığı, konserlerinin boş geçtiği bir dönemde, ondan gizli, patronlara para vererek arkasında durur. Bu durum Orhan'ın suni bir şöhretin temsili olarak nitelenmesine sebep olur. Orhan bunu duyunca üzülür ve öfke nöbetine kapılır. Bir trafik kazası geçirerek hayatını kaybeder. Minik Serçe bir başına kalır.
Atıf Yılmaz'ın, eşi Deniz Türkali'yle birlikte senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği filmin hikâyesi, kabaca böyledir. Bu hikâye, Edith Piaf'ın meşhur oluşunun ve sonraki çalkantılı döneminin hikâyesidir de aynı zamanda. Aksu, ona hayat vermiş gibidir sanki. Şöhretin, popüler kültürün, kapitalizmin insanı sürükleyeceği –maddi ve manevi– çöküşün bir prototipidir yaşananlar. Diyalektik materyalizmin zıtların birliği mefhumu vesilesiyle oluşturulan senaryo, bir şeyin ancak zıttıyla anlatılırsa anlam yaratabileceği fikri üzerine kuruludur. Bu sebeple, filmin ana çatışması olan –şan, şöhret ve para– sorunsalı, yoksulluk ve yoksunluk düşüncesi üzerinden değer bulur. Bu hususun manevi bir karşılığı da vardır ki, film, "altın vuruşu"nu bu nokta üzerinden yapar. Orhan'ın ölümü üzerine…
Ölümün gerisinde ise acı, hüzün ve bir yığın pişmanlık kalır. Artık meşhur olmanın, tanınıp bilinmenin kıymetiharbîyesi yoktur. Aşk yenilmiştir.
Menajerler, gazino patronları, plak firmaları sahipleri nesnel kötü ve kifayetsiz olarak temsil edilir. Onlar için sanatçı, sadece bir üründür. Hülya'yı da Orhan'ı da öyle görürler. Orhan, "çok satar"sa onu, Hülya "çok satar"sa onu öne çıkarırlar. Bütün mesele, kimin daha fazla artı değer ürettiğidir.
Filmin bir diğer tartışması ise şarkıcıların meşhur olduğu ve peş peşe filmlerde oynadığı o dönemde Sezen Aksu'nun bu üretimi tek bir film ile sınırlaması kanımca. Aradan on sene geçtikten sonra bir filmde daha yer alsa da, Sezen'in önceliğinin sinema olmadığını bu kadar yıl ara vermesinden anlarız. Ancak bana göre, Minik Serçe'nin Sezen'e dokunur bir yanı daha vardır. Bilindiği gibi Sezen, geçmişten bugüne sıkı arkadaşlığa, dostluklara inanmış ve küçük ilişkileri "yeterli" görmüştür. Bu film aracılığıyla, henüz genç yaşında, şöhretin, popüler kültürün ne menem bir şey olduğunu da anlamıştır, diye düşünüyorum. Zira film, kaderleri menajerin ya da birtakım "patronların" iki dudağı arasında olan sanatçıların yaşamlarını gerçekçi bir biçimde anlatıyor. Sezen, henüz 20'li yaşlarının başındayken bu filmde, bu şekilde kaybolan birinin hikâyesine hayat verirken, sonraki yıllarda üreteceği eserlerin başında olup, tek karar verici pozisyonuna bürünmesi gerektiğini de öğrendi, diye düşünüyorum. Ki bu sayede, uzun yıllar dilediği şekilde üretim yapmaya devam edebildi. Eğer o Piaf'tan önce dünyaya gelseydi, muhtemelen Piaf da bir film çekip, onu canlandırırdı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu önderi, büyük asker, büyük devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ün bu özelliklerinin yan sıra, onun bir insan, birey olarak kişisel özellikleri üzerinde de çokça okudum ve düşündüm.
Kuşkusuz bütün bu özellikler birbirinden ayrılamaz. Hepsi birlikte bütünü oluştururlar. Böyle olmakla beraber bu büyük önderin kişisel özellikleri konusunun beni giderek daha çok ilgilendirip düşündürdüğü ve hemen söyleyeyim ki ona duyduğum hayranlığı daha da çoğaltıp büyüttüğünü belirtmeliyim.
Okuyup öğrenme tutkusu ilgimi en çok çeken özelliği olmuştur.
Denebilir ki bunda şaşılacak ne var. Bir önder, bir devlet adamı elbette okuyup öğrenmek zorundadır. Evet ama ben bütün insanlık tarihinde ve kısa sayılabilecek bir yaşam süresince dört binin üzerinde kitap okuyan ve bu kitaplarda altını çizdiği yerler dokuz cilt tutan bir başka devlet adamı, siyasal önder olabileceğini pek sanmıyorum.
Ondaki okuyup öğrenme tutkusunun, ilgi ve sorumluluk alanlarında pratik bilgi edinme gereksiniminin çok ötesinde, ancak düşünürlerde ve sanatçılarda görülebilecek bir varoluş sorunsalıyla, yaşam olgusunun anlamını derinliğine anlama tutkusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Tam bu noktada, onun üzerine yazılmış en önemli kitaplardan, belki de en önemlisi olan Prof. Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi adlı kitabından bir örnek vermek isterim.
Söylev ve Demeçler’in ikinci cildinin 277 ve 278. sayfalarında yer aldığı belirtilen bu alıntı, 17 Mart 1937 tarihinde bir yabancı ülke dış işleri bakanının Türkiye’yi ziyaretinde konuk bakan onuruna verilen bir yemekte Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı konuşmadan bir bölümdür ve aynen şöyledir:
“Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım. Ben kendi karakterim itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde… Hayatta tam zevk ve saadet ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir.”
Bu sözler bir sanatçı veya düşünür topluluğunun buluşmasında o sanatçı yahut düşünürlerden biri tarafından değil, yabancı bir siyaset adamının onuruna verilen bir yemekte bir cumhurbaşkanı tarafından söylenmektedir.
Bir tek bu örnek bile, söz konusu cumhurbaşkanının, bir devlet adamı olmanın çok ötesinde, aydın ve düşünür olarak sahip olduğu farklı özelliklerin etkileyici kanıtıdır.
Mustafa Kemal’in sanata ve sanatçıya duyduğu sevgi ve hayranlığının beni çok etkileyen bir örneğini ise, bir başka önemli kitaptan, 1921’de Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal Paşa’yla bir görüşme gerçekleştiren (o sırada 25 yaşındaki) Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit’in Bilinmeyen Türkler adlı kitabından vereceğim.
Söz konusu kitabın yayınlanma öyküsü ise başlı başına düşündürücü ve hüzün verici bir serüven niteliğinde.
Anadolu’da savaş sürmekteyken Samsun üzerinden Ankara’ya geçerek başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere kurtuluş savaşı önderleriyle görüşmeler yapan, Ocak-Mart 1921 tarihinde tamamlayarak Bilinmeyen Türkler (Mustafa Kemal Paşa, Milliyetçi Ankara ve Anadolu’da Gündelik Hayat) adını veren bu gözü pek gazeteci, bizler için ayrıca ve özellikle önemli gözlem, röportaj ve fotoğraflardan oluşan kitabına ne Amerika’da, ne de Fransa ve İngiltere’de yayıncı bulabiliyor…
Bunun nedeni ise, Bilinmeyen Türkler'in, o sırada Türkiye Kurtuluş Savaşını bir asiler hareketi, liderini de bu yasal olmayan hareketin başı olarak gören Batı’ya, bu savaşın haklılığını ve önemini göstermesi, o sırada kırk yaşında bir genç general olan Mustafa Kemal Paşa’dan ise (onu Amerika Kurtuluş savaşının lideri George Washington’a benzeterek) hayranlıkla söz etmesidir. İngilizce olarak sanırım hâlâ yayınlanmamış olan kitap, 1986’da vefat eden yazarın el yazmalarından yapılan Türkçe çevirisiyle, ancak 2011’de Bahçeşehir Üniversitesi yayınları arasında gün ışığına çıkabilmiştir.
Kitabın Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılmış VI. Bölümünde, Ankara istasyonunun yakınlarındaki daha önce demir yolu işletme müdürünün ikamet ettiği -şimdi hem yaverleriyle birlikte yaşadığı, hem karargâh olarak kullanılan- küçük evde, görüşmenin yapıldığı oda şöyle betimleniyor:
“Beni kabul ettiği çalışma odası resimler, fotoğraflar, sanat objeleri ve mobilya ile zevkle döşenmişti. İnsanın herhangi bir üst sınıf Batılı evinde rastlamayı bekleyeceği bir oda.”
Kitabın 111. sayfasında ise, “Mustafa Kemal’in Oturma Odasındaki Resim”in bir fotoğrafını görüyoruz. Fotoğrafa düşülen dipnotta, C. K. Streit’in fotoğrafın orijinalinin arkasına yazdığı not yer alıyor: “Namık İsmail Bey’in ‘Harman Dövme Sahnesi’ -Satın Alan Mustafa Kemal Paşa”
İkinci İnönü Savaşı sürmekte, savaşın ve ülkenin kaderi belirsizliğini korumakta, böyle bir ortamda savaşın başkomutanının odasının duvarında, büyük bir Türk ressamından kendi parasıyla satın aldığı -Anadolu köylüsünün yaşamından bir sahnenin betimlendiği- ünlü tablo bulunmaktadır.
Sanat ve sanatçı hayranlığının ve böylece kendisinin de sahip olduğu sanatçı duyarlığının başkaca bir örneğine ve yorumuna gerek var mı? Sanmıyorum…
Yüzerken, dans ederken, salıncakta mutlulukla sallanırken -hele o dönemde- başka bir devlet adamı, kurtuluş savaşı önderi fotoğrafı gördünüz mü?
Mustafa Kemal Atatürk Türk aydınlanmasının önderi, büyük bir komutan, büyük bir devlet adamı olmasının yanı sıra, sözcüğün en gerçek anlamıyla bir yaşam ustası, yaşama sevinci ve yaratma duygularıyla dolup taşan, benzerine çok az rastlanabilecek çok ender bir kişiliktir…
Son yıllardaki şiir dinletilerimde, sıklıkla, “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var”ı ona ithaf ederek okuyorum… İşitse, inanıyorum ki severdi:
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var. Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına Çünkü ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana
Seninle ben. Kıskıvrak düşünce bulutlarının arasında, bir toz yığını misali hükmediyorduk akan zamana. Yanına uzanınca şakıyan mısralarım, kapının kapanışıyla sönen yıldızlara benzerdi, bana sorarsan ucuz bir şarkıdan ibaretti sensiz sonbahar, ah sevgilim! -Bak bu da yine amansız bir aşk şiiri. Seninle ben gökyüzünü ikiye ayıran kudrette bir sestik ve belki yaşa diyorduk içimizdeki hücrelerin en bozuklarına en çürümüş yerlerimizi ayırıyorduk birbirimize "İşte burası benim canımı en yaktığın yer" diyordum sana sen de en zevkli yaranı yalıyordun ne sevdiğimi bilir gibi. Seviyordun her hikâyenin kurbanı olmayı, geçmişine enine boyuna uzanmayı, ben ise geleceğin kehanetine basa basa yürüyordum senin üstünde. -Bu da nereden baksan romantik bir aşk şiiri!
Başka türlüsü akmazdı bu çeşmeden, Başka türlü bulanmazdı bu su. Başka türlü uyku tutmazdı Seninle ben en çok geceleri konuştum içimden. En çok da gecenin kör saatleri. Aslında anlardık dilimizden. Belki o iki kelimeyi kuramazdık yan yana ama kurmanın bin türlüsünü yaşardık. Bozulmuş bir dünyanın dikiz aynasında özgürlük mevsimi için bağırdık. Biz, seninle ikimiz, Güneşi avucunda tutanlara inat, yakıcı bir yaz akşamı huzuruna sarıldık.
Sanırım seninle ben. Kabul edelim en çok da ben. Yüzüne bakınca bir şekilde affederek tüm günahları, en büyük çuvaldızı kendime batırarak, iğneyi senden muhakkak sakınarak. Belki de ben o bir nefesi, kendimi kendimce temize çekerek hatta en çok da sana hak vererek nice sabahta yumuşatmıştım göğsümde.
Bana sorarsan kimse boş bir levha değildir Ve herkes bilir ki kelimelerin anlamları değişebilir. Ama senin adın içimde sekiz ayaklı değişmez bir evren, garipsenmiş eski bir mahalle sakini, kahrolası yazlık sinema biletleri! sen kucakla ve öp beni.
Sanırım seninle ben, beceremeyebiliriz bu işi. Hatta sonumuz olacak gibi. Bir şekilde rızamız dışında değişecek dünya, beklenen deprem çoktan bizim kapımızda Ama seninle ben en çok. En çok da seninle yapmayı sevdim çoğu şeyi. -nereden baksan bu da sadece bir aşk şiiri.
Bu ilk sabah… Yatağa çapraz yatmayı başarabildiğim ilk sabah. Yatağın diğer tarafındayım. Oysa beş yıldır yatağın diğer tarafına geçmeyi hiç başaramamıştım. Nedenini sürekli düşünmüş ama cevabı hiç bulamamıştım. Özlem mi? Alışkanlık mı? Yoksa yalnızlık mıydı? Keşke sadece alışkanlık olsaydı. Ama daha da kötüsü eğitim. Sustalı maymun gibi. “Klozet kapağını indir, çorabını ortada bırakma, yorganı çekme, ayağını çek, bana su getir...” Yıllarca bilinç altıma kazınmış bu dürtülerle her gün çift kişilik yatağın tek tarafında uyuyordum. Uyandığımda yorganın diğer tarafı bozulmuyordu bile. Kimi sabahlar neden çift kişilik yatak aldığımı sorguluyordum. İki kişi olmak bir hayaldi benim için. Tek başıma yaşlanmak değil miydi derdim? Bunun için davayı ben açmamış mıydım?
Aslında boş bir evde uyumanın ne olduğunu bilmiyormuşum, belki de bundan başaramıyordum. Unutmuşum değil, bilmiyormuşum. Hep ailemle yaşadığımdan yadırgamam normal olmalıydı. Eşyaların azlığından kafamın içindeki sesler bile çınlıyordu. Birkaç halı almalı, perde takmalı… Yeni evin eksikleri bitmez derlerdi inanmazdım. Ama çabucak boşanabilmek için neyim var neyim yoksa karıma bıraktığımdan bu eksikleri tamamlayacak paramın kalmaması normaldi tabii. Evden çıkarken tek bir kutu alırsam olacağı buydu keşke onu da almasaydım. O lanet kutu da diğer eşyaları gibi eksik kalsaydı. Geçmeseydi elime…
Oysa bu evi ne umutlarla tutmuştum. Hatta acele bile etmemiş miydim? Daha davanın sonuçlanmasını beklemeden apar topar taşınmıştım. Ama ayaklarımın üstünde durduğumu göstermeliydim. Sadece ona değil, herkese…
“Sevilmediği için evi terk etti. Şimdi de kendi hayatını kurdu,” desinler diye acele etmiştim. Varsın tonla borcum olsun ama kimse arkamdan “ailesinin evine dönen bir zavallı” demesin. Tek derdim buydu o zaman. O borçları ödemenin ne kadar zor olduğunu görünce az pişman olmamıştım.
Her şey tamam da yatağa neden hâlâ çapraz yatamadığımı anlayamıyordum. Günden güne benim yattığım tarafta bir çukur oluşmaya başladı. Bazen kendimi zorluyor yatağa diğer taraftan giriyor, bunu yaparken de gizli bir heyecan duyuyordum. Çarşafın serinliği içimi ürpertirken yabancı topraklara keşfe çıkmış bir kâşif gibi hissediyordum. Kendimi hep bu heyecanla o tarafta uyumaya zorluyordum ama her seferinde uyandığımda kendimi yine diğer tarafta buluyordum. Biri bu hâlimi görse deli zannederdi. Ama endişelenmiyordum. Kim görebilirdi, kim benimle uyuyup benimle uyanabilirdi ki?
Zaten altına girdiğim borcu ödemek için gece gündüz çalışmaktan hayatıma birini almaya vaktim yoktu. Evlenmeyi pahalı zannedenler bir de boşanmayı denesinler… Düğününüzde güle oynaya dans edip yardım edenler boşanırken yıldırım hızıyla ortaklıktan kaybolurlar. Sadece bazı arkadaşlarınızın bir iki kadeh içerken “bekarlık sultanlık” serzenişleri olur yanınızda. Siz, alkolün boğazınızı yakarak damarlarınıza karıştığını hissederken iyi de neden bütün sultanlar evli diye düşünürsünüz. Bu teselli buluşmaları da azalır gün geçtikçe kaybolur, biter.
Her şey geçiyor da yatağın tek tarafında uyanmanın hüznü geçmiyor bir türlü. Sanki kullanamadığınız bir potansiyel o boş taraf… En iyi oyuncusunu oyuna sokmamış bir antrenör, en iyi askerini cepheye sürmemiş bir komutan ya da son model spor arabasını garajdan çıkarmayan bir adam gibi hissediyor insan. Öylece duruyor, çarşafın o kısmı gergin, pürüzsüz, hep yattığım yer çukurlaştığından yüksekte bir de…
Bu sorunu aşabilmek için psikologlara az para dökmedim. Hem de bu yoklukta… Ne çocukluğum kaldı deşilmedik, ne baba sorunları, ne de karmaşık psikolojik testler hiçbiri derdime derman olamadı.
Ama şimdi işte istediğim taraftaydım, hem de istemediğim hâlde. Başucumda boş bir içki şişesi, şişenin altında ise ikiye katlanmış dün geceden beri defalarca okuduğum kâğıt parçası var. Gözlerimden iki damla yaş dökülüyor. Ama iki damla ile kalmayacak belli, midem kasılıyor, istediğim kadar sıkayım kendimi başarılı olamayacağım, hıçkıra hıçkıra ağlayacağım. Önce kasılmalarla yokluyor ve ardından keskin, yüksek bir böğürme hissiyle bağıra bağıra ağlıyorum yüzümü yastığa gömerek. Mutluluk gözyaşları değil bunlar, evden ayrılırken aldığım tek kutuyu karıştırırken eski karıma yazdığım aşk mektuplarının içine gizlenmiş bir notu bulmanın etkisi. Benim yazmadığım ama bana ait olana yazılan notu bulmanın üzüntüsü. Kısa ama etkili, benimkinin aksine düzgün bir el yazısı… El yazısı güzel adamlardan hep korkmuşumdur. İçlerinde bir sinsilik gizlidir sanki de onu gizlemek için güzel yazarlar. Okuyanı büyüleyerek gizlemek isterler gerçek amaçlarını, hele de harflerin kuyruklarını böyle afili yapanlardan iyice tiksinirim.
Neden atmamış bu kâğıt parçasını? Benim yazdığım sayfalarca mektubun arasında sırf güzel yazılmış diye mi yer bulmuş kendine? Demek kutuyu aldım diye kopardığı tantananın sebebi bu not parçasıymış. Midem kasılıyor, gözlerim kurumuyor bir türlü.
Bu, elden hiçbir şey gelmeyecek olmasının karın ağrısı, zaman aşımına uğramış bir ihanetin sillesi ve o sillenin etkisiyle yatağın diğer tarafına savrulmanın gözyaşları…
“Sevgili oğlum Franz, Bana hiç göndermediğin bir mektup yazdın. Bense sana bu satırları uzaktan, çok uzaktan ama sana ulaşacağını bilerek yazıyorum. Neden şaşırdın öyle? Evet, benim; öz baban Hermann Kafka. Tabii beni tüm dünyaya öyle korkunç ve zalim biri olarak tanıttın ki, şimdi sen bile kendi yalanlarına inanıp, sana ‘sevgili oğlum’ diye hitap etmeme şaşırıyorsun! Fakat hakkımda yazdıklarının doğru olmadığını sen de biliyorsun. Sen, bana hiç yollamadığın o mektupla benim sayemde ünlendin aslında! Zalimmişim öyle mi? Haydi canım sen de! O mektup bana değildi, sen onu tüm dünyaya yazmışsın aslında. Tıpkı, yazdıklarının hepsini yaksın diye arkadaşın Max Brod’a vasiyet etmen gibi bana yazdığın da öyle ‘sözde’ bir mektuptu... Hah güleyim bari!”
Üniversite yıllarımda çevremdeki bütün ergenler gibi ben de hayatı ve kendimi anlayabilmek için elime geçen her kitabı, dergiyi, kulağıma adı takılan her yazarı sular seller gibi okuyordum. Bizim kuşakta kızlar, Dostoyevski, Yaşar Kemal, Sevgi Soysal, Kafka, Tezer Özlü okumamış, Nâzım, Seferis, Attila İlhan, Neruda, Gülten Akın şiiri ezberlememiş oğlanlarla çıkmazdı! Her ne kadar bazıları o yazarların eserlerinin adlarını ve kitaplarından birkaç satırı ezberleyip okumuş gibi yapsa da kızların gözüne girebilmenin en önemli ölçütlerinden biri edebiyattı. İşte o yazar listesinin içinde, hem de ilk üçte mutlaka Kafka olurdu. Zaten Kafkaesk kavramını duymamış biri aramızda uzaylı (!) muamelesi görürdü. Şimdi geriye bakınca, o yeni yetme kibrimiz ve delikanlı heyecanımız beni gülümsetiyor ama o sırada son derece ciddiydik tabii. Bu yüzden çoğumuz Kafka’nın Dönüşüm (Metamorfoz) öyküsünü, dolayısıyla otoriter babasının baskılarıyla zindana çevirdiği çocukluğunu, kendi beklentileri yüzünden oğlunun hayallerini yaşamasına fırsat vermeyişini, sevgisizliğini ve bencilliğini biliyorduk.
“Sevgili oğlum Franz, sana karşı asla açık ve içten davranmadığı suçlamasıyla öz babanı tüm dünyaya şikâyet ederken, acaba sen kendinin öz babana karşı nasıl bir evlât olduğunu hiç düşündün mü? (...) O meşhur açık mektubunda benden hep korktuğunu yazmışsın, özellikle de o mektubu okumamdan korktuğunu... İyi de sana miras olarak bıraktığım ‘Kafka soyuna özgü sağlam irade’ye oldu? Neden iradeni kullanmak yerine bir korkak gibi yaşadın?”
Kafka’nın hiç sevmediği bir büro işinde memur olarak yıllarca mutsuz çalıştığını, yazdıklarını yine babasının tepkisinden çekinerek yaşarken yayınlatmadığını, ölümünden sonra yayınlanan kitapları ve mektuplarından okuyan tüm Kafkaseverler gibi ben de Baba Kafka’ya karşı oldukça kızgın ve kırgındım. Böyle büyük bir yeteneğe sahip evladını otoriter tavrıyla bir böcek gibi sindirmiş, âdeta ezmiş, zavallı Franz Kafka bu nedenle kısa hayatında gün yüzü görmemişti. Ne var ki, günlerden bir gün çok sevdiğim ve sonradan Nobel Edebiyat Ödülü alacak olan Güney Afrikalı önemli kadın yazar Nadine Gordimer’in öykülerini okurken büyük bir sürpriz olarak karşıma çıkan “Babasından Mektup” (Letter from his Father) adlı muhteşem kurgu eser, beni şaşkınlık ve kahkahalara boğdu. Bu öyküyü defalarca okuduktan sonra Kafka hakkında tüm bildiklerimi yeniden gözden geçirmek ihtiyacı duydum. İyi yazarlar böyledir; onlar yazdıklarıyla o güne kadar bildiğinize emin olduğunuz bazı şeyleri altüst eder, sallar, silkeler ve sizi yeniden düşünmeye, okumaya, yeni yollara çıkmaya iter, hiç olmazsa teşvik ederler. Nadine Gordimer onlardan biridir.
“Zavallı oğlum, maalesef senin ruhun karanlıktı, yazdığın kitaplar, günceler, bazılarını yabancılara ve kadınlara postaladığın mektuplarında güya benim ağzımdanmış gibi, kendi edebî söyleminle yüzlerce kez, hayata bir türlü uyum sağlayamadığını, uyumsuz olduğunu kendin söylüyorsun zaten. Hayatındaki her sorun için beni suçlamak; işte yaptığın buydu!”
Aradan yıllar geçip, kendim de bir yazar olarak hayatımı kazanmaya başladıktan sonra artık Sovyetler Birliği’nden kurtulup, bağımsız bir ülke olan Çekya’nın başkenti Prag’a sadece Kafka’nın ayak izlerini takip etmek için gittim. Prag’da, Şato'dan Dava'ya Milena’ya Mektuplar'dan Babaya Mektuplar'a ama en çok Dönüşüm gibi bir edebiyat şaheserini yazmış o dehanın dolaştığı sokakları, yaşadığı ve çalıştığı binaları günlerce dolaşıp gördükten sonra Nadine Gordimer’in çok detaylı bir çalışmayla yazdığı öyküyü daha iyi anlamaya başladım. Kafka hakkında ben de Gordimer gibi düşünmeye, biz yazarların zaaflarımız ve kişilik sorunlarımız konusundaki hassasiyetimizi Kafka’nın bakış açısından görmeyi denedim.
Franz Kafka’nın kendine özgü hassasiyeti ve kırılganlığıyla babasını diğer kardeşlerinden daha farklı algılayıp, onun otoriterliğini biraz da kurgulamış olabileceğini uslamlamaya başladım.
“Oğlum, senin sık sık hastalanman ve sonunda verem (tüberküloz) olman benim suçum değildi. Akciğerlerinin iflas etmesi konusunda da beni suçlayamazsın. Ben göğsün genişlesin diye sana daha çocukken yüzme öğrettim. Yalan mı? Ayrıca yetişkin bir adam olduğunda kendi evine çıkmak, kendi hayatını kurmak için hiçbir çaba göstermeyen de sendin. Anne ve babanın sana bakmasını sen tercih ettin! (...) Fakat hiç mi güzel zamanlarımız olmadı oğlum? Hı Franz? Yüzme derslerinden sonra sosis yiyip, bira içtiğimiz o zamanlar mesela? Hiç değilse şimdi (ikimiz de ölmüş olduğumuza göre) sosis ve birayı hatırlarsın değil mi?”
Franz Kafka, Hitler’in Prag’ı işgaliyle sadece Yahudi oldukları için ailesinin toplama kampında vahşice öldürülmesinden önce veremden öldü. Böylece babasının ve tüm ailesinin feci sonunu görmedi. Eserlerini yakması için bıraktığı yakın arkadaşı, kendisi de bir yazar olan Max Bord, İsrail’e yerleşerek kurtuldu, 1968’e dek yaşadı ve eğer elindeki eserleri yayınlatmak yerine yakın dostu Franz Kafka’ya söz verdiği gibi yaksaydı, dünya edebiyatı ne Kafka’yı ne de Kafkaesk’i tanıyacaktı. Tabii bu derginin adı da Kafkaokur olmayacaktı.
“Huzur içinde uyu oğlum Franz Kafka. Keşke benim sana huzur vermeme sen izin verebilseydin. Baban Hermann Kafka.”
*Letter from his father. *Nadine Gordimer. (Nadine Gordimer’in öyküsünden buraya aldığım bölümleri ben çevirdim, -artık yaşamayan büyük yazar Gordimer’in hoşgörüsüne(!) sığınarak- çeviriye birkaç küçük ekleme yaptım. Öyküyü *London Review of Books’dan okuyabilirsiniz.
Birkaç güne eskitirim diye düşündüğüm ama hiç duvardan indiremediğim bu fotoğraf bir ölüm yavaşlığında bitiriyor beni. Öyle ki, ben başımı her kaldırdığımda sol yanımda hissettiğim bu kalabalık bir tabut etrafında öylece dikilmiş birkaç insandan ibaret. Yalanıma şahit olan bir kapıdan dualar ederek geçtiğim o günü ve bana çivilenmiş pencereler veren hiç barışamadığım bu tanrıyı, sevdiğim bir şarkının nakaratı gibi silemem aklımdan. Ve yarama şefkatle koyulmuş ellerin, boğazımda bıraktığı o izi silemem tenimden.
Tek başıma birkaç kişi olabilmeyi, bu şehre arkamı dönüp giderken kulağımdaki seslere tokatlar atışımdan öğrendim. Bir çift sözün bir çift yalana dönüştüğü ve bir benim tek olduğum zamanlarda sıkışıyorum içimdeki saatin çarkına.
Gökyüzüne dualar ederek geçen gecelerim değiştirmese de gündüzlerimi, bu kez affediyorum tanrıyı. Arkamı döndüğümde duyamadığım içre beslediğim her ses için bir kez daha gökyüzüne olan inancıma küfürler ediyorum. Ben gittikçe daralan yollara birer fotoğraf hediye ediyorum. Hatırlansın diye yüksekteki yerim ve unutulmasın diye yerin yedi kat altında yattığım mezar, tutulmayan eller için üzülen her şarkıda birer birer kesiyorum parmaklarımı. Atamadığım çığlığı duymayan ahaliyi bir ölümle suçlayamam.
Yıkamadığım bir duvarı boyuyorum bugün, sevmediğim tüm renklere batırıyorum ellerimi, sevmediğim tüm parçalarımı pembeye boyuyorum. Kızıllarıma isyan ediyorum bugün. Omzumdaki kayıp yakutların çalındığı o derin boşluğa eğilip bir deste küfür fısıldıyorum. Görülmeyen her parçamı vitrinden indiriyorum. İflasın eşiğinde bile hâlâ umudu olan uslanmaz bir esnaf gibi boş vitrinlerin kepenklerini indirmeyi reddediyorum. Sonra bir siluet geçiyor kapımdan -ki bir rivayete göre tanrı olduğu söylenir- icralar bırakıyor kapıma ve indir diyor kepenklerini, "almaya geldiğim her şeye, umudun da dahildir!"
Kafeste doğan kuşları inandıramadığımız bu gökyüzü en hakikatli utancımızdır. Doğrusunu söylemediğimiz bu yalanlar üst üste dikişler atar dudaklarımıza. Bir cinayetin sabahında değiştirdiğimiz ev adresini hiçbir polis sorgulamaz. Çünkü bilirler, konuşamaz maktuller.
Hazal Kebabci
KAFKAOKUR Dergisi, Ağustos 2019, Çizim: Zülal Öztürk
Yanlış hatırlamıyorsam, ortaokulun son senesi olmalı. Ergenlik dönemine doğru yol alırken derste anlatılanlar veya hocaların kitaptan bize okuttukları metinler o kadar da dikkat çekici gelmiyor artık. En ufak bir kikirdeme, en küçük bir haylazlık işareti bile hemen asıl meseleden kopartmaya yetiyor uçuşan zihinlerimizi. Notlar filan zaten hak getire; on ders varsa, altı veya yedisi zayıf. Bir an önce ortaokulu bitirip gitmek gibi bir telaş var üzerimizde. Nereye gideceğimiz ise belli değil.
O dönemki Türkçe derslerinden birinde –dersin tam adı neydi hatırlamıyorum; şimdilerde bile adı belki ellinci kez değişmiştir bu derslerin– hocamız her zamanki bıkkınlıkla derse girip kitaptan bir parça okutmaya başladı bize. Hikâye daha başlığından itibaren çok dikkat çekiciydi. Ve şöyle başlıyordu:
"Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı... Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çukulata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
— Hişt, dedi."
Daha girişinde bile insanın dikkatini çekebilecek, onu metne çağıracak bir sürü ayrıntı var. Öykünün her bir cümlesi, okuru metnin içine dâhil etmek için yazarı tarafından bilinçli olarak tasarlanmış bir yapı âdeta. Üstelik yazar, öyküye bile girmeden, öykünün hemen başlığından seslenerek kurduğu o benzersiz atmosfere çağırıyor okuyucuyu. Ama işin ustalığı galiba şurda: Yazar bunu belli ki bir kurgu dâhilinde, bir tasarım ve inşa düşüncesiyle yapmıyor; artık bütün bunlar onda, yani metnin yazarında, doğal bir meziyete dönüşmüş durumda. Bu saatten sonra o böyle yapmak, bu şekilde yazmak istemese bile; kusurlu, eksik, kimi zaman tekrarlar içeren ve belki bir kısmı çalakalem yazıldığı duygusu uyandıran öykülerinin aslında kendi hayatına benzediğini, kendisi nasıl yaşıyorsa öykü yazma alışkanlıklarının da o minvalde seyrettiğini okuru bilecektir.
Sait Faik’in gücü belki de bundan kaynaklanıyor. Neredeyse seksen yıldır okunan ve bilinen, artık Türk öykücülüğünün kerteriz noktalarından biri hâline gelmiş yazarın öykülerinin genelde baştan savma, sıkça tekrara düşen, çeşitli zaafiyetler barındırması, onun gitgide bir flaneur’e dönüşen hayat biçiminin de bir yansıması gibidir aslında.
Yukarıda girişini alıntıladığım “Hişt, Hişt!” öyküsü, onun ölümünden çok kısa süre önce yayımlanan Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabından... Aynı zamanda bu kitapta, daha sonraları antolojilere, derlemelere girecek çok sayıda karakteristik Sait Faik öyküsü de yer alıyor. Üstelik, sonraları epeyce alıntılanacak kimi cümleleri de fazlasıyla içeriyor.
İlk kitabı Semaver’den sağlığında yayımlanan son kitabı Alemdağ’da Var Bir Yılan’a kadar Sait Faik’in öykücülüğünün ana bir hat izlediği, yazarın belli başlı temalar üzerinde kalem oynattığı biliniyor. Onun öykücülüğünü iki veya üç döneme ayıran kimi eleştirmenler de var. Genelde, Sait Faik’in son döneminde çıkan kitaplarında, ilk başlardaki o savrukluk ve dağınıklığın pek olmadığı veya daha da azaldığı söylenir. Bir bakıma doğrudur bu. Fakat bana kalırsa, yazar özellikle hastalığını öğrendiği vakitten itibaren (1948-1949 yılları olmalı) daha fazla içine dönmüş ve metinlerinde daha umutsuz bir ton tutturmuştur. Onun daha önceki dönemlerde dağınık ve savruk olarak eleştirilmesine neden olan bu üslubu, aslında ele aldığı temaların son dönemlerinde gitgide azalmasıyla ve anlattığı öykü kişi ve kahramanlarının neredeyse teke düşmesiyle (yani sadece kendine dönüşmesiyle) belli bir odak yakalamıştır. Bu yüzden de temanın ve öykü kişisinin azalması onun üslubuna dönüşen o savrukluğu ve dağınıklığı maskelemiştir.
Başka bir ifadeyle; anlatıcı ile hikâye kişisi, dolayısıyla rüya ile gerçek çoğu zaman birbirine girmiştir öykülerde. Öyküyü artık bir olay değil, zihinsel bir sıçrama ya da bugünün tabiriyle bilinç akışına benzer ögeler yönetmeye başlamıştır. Kimi zaman duygular, kimi zaman da bir durumun veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki etrafında kurulması nedeniyle öykülerdeki dağınıklık belli bir noktaya odaklanan bazı temaları tekrar ettiği; anlatıcının ve hikâye kahramanlarının kendisi bizzat yazara dönüştüğü için, biz bu savrukluğu son dönem öykülerinde fark edemiyoruz gibi geliyor bana.
Bu arada, şunu da söylemek yerinde olur: Yazarın son birkaç eserinde yöneldiği ve özellikle Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabıyla zirveye ulaşan bu ontolojik temalar ile doğal gelişen bilinç akışı biçiminin dönemin edebiyat eğilimleriyle bir alakası yoktur. Sait Faik, ne dönemin edebiyat anlayışında ortaya çıkmaya başlayan varoluşçuluk felsefesinin temalarıyla ilgilidir ne de Batı edebiyatında aynı yıllarda sıklıkla başvurulan bilinç akışı yöntemini edebiyatına yansıtma hevesindedir. Onun derdi; gittikçe yaklaşan ölümü tüm ruhunda hissetmesi, daha önce iyimser olduğu birçok meselede melankolik bir kötümserliğe doğru sürüklenmesi ve bütün bunlardan sıyrılmak adına gerçeküstü bir öykü evreni inşa etmesidir.
O, esasında hayatını nasıl yaşadıysa öyle yazan, hayata bakışının değişim noktalarını doğrudan öykülerine yansıtan bir hat üzerinden yazı macerasını tamamladı diyebiliriz.
II.
Sait Faik; öykü, şiir, röportaj, çeviri ve gazete yazılarının yanı sıra iki de roman yazmıştır. Bunlardan ilki olan Medarı Maişet Motoru adlı romanı, bana kalırsa, onun üslubunun savrukluğunu, yazma eylemiyle kurduğu bağı yansıtması açısından önemlidir. Bu roman yazıldığı sırada, ilk önce 1940-1941 yıllarında Yeni Mecmua’da tefrika edilmiştir. Fakat daha tefrika edildiği dönemde roman “sakıncalı” görülmeye başlanmış ve bu nedenle de tamamlandıktan sonra dahi bir türlü basılamamıştır. Ancak aradan üç yıl geçtikten sonra, annesinin maddi desteği ile basılabilmiştir. Yayımlanmasının üzerinden çok vakit geçmeden de siyasi gerekçelerle toplatılmıştır. (Kitap daha sonra, “sakıncalı” kısımları sansürlenerek 1952’de farklı bir adla –Birtakım İnsanlar– yeniden yayımlanacaktı.)
Öte yandan, yazarın bu ilk romanına ilişkin tek sorun siyasi yönden sakıncalı bulunması da değildi: Okuyanlar romanı son derece kusurlu bulmuşlardı: Metin bir iskelete sahip olmamasının yanı sıra, basit birtakım hatalar da içermekteydi: Örneğin, romanın ilk baskısında, ilk iki bölüm boyunca adı Fahri olarak geçen roman kahramanı, üçüncü bölümden sonra birden Necmi oluyordu. Üstelik yazar, yer yer anlatının akışını bozuyor, araya girip kendi fikirlerine dair bir şeyler söylüyordu.
Ama bence, bu kitabın serüveninde en Sait Faik’e özgü kısım da burası aslında. Romanın savruk ve “baştan savma” olması bana biraz tatlı bir acemilik gibi geliyor. Henüz yeterince disipline edilememiş bir Doğulu bakışı… Öyle ki dikkatsizlikle, yazı disiplinine aykırılıkla açıklanabilecek bu hatalar, elbette Tanzimat Dönemi'nin yazarlarından özellikle Namık Kemal ve Ahmet Mithat’ta sıkça görülen ve ilgilisine epeyce tanıdık gelen o anlatıcının kuralsızlığı durumunu çağrıştırıyor: Hikâyeyi keserek birden araya girme, açıklamalar yapma, okuru bilgilendirme amaçlı malumat verme, karakterler hakkında ahkâm kesme, vb... Elbette, Namık Kemal ve Ahmet Mithat’ta da görülen bu “araya girme” meselesi dönemin tarihsel koşulları ve edebi zihin yapısına dair işaretler veriyor. Çünkü Tanzimat Dönemi'nin bu iki yazarının sorumluluğu, onları inşa ettikleri eserin harcına böylesi çakıl taşlarını döşemelerini neredeyse gerekli kılıyor. Oysa bugün, böyle bir şeye ihtiyaç olmadığını epeydir biliyoruz. Artık Batı edebiyatını çok daha iyi takip ediyor, hatta üzerine düşünmek, kafa yormakla alakalı mesai harcayabiliyoruz. Üstelik, bugün bir yabancı dil bilmemize gerek bile olmadan edebiyat ve roman kuramı üzerine yeterince bilgi sahibi olmamız çok mümkün… Yani Ahmet Mithat gibi hace-i evvel’lere ihtiyacımız kalmadı.
Fakat Sait Faik’teki bu araya girme meselesi bundan çok farklı. Onun meselesi aslında son derece basit ve kişisel. O, daha çok önemli bulduğu bir şeylerin altını çizme, inandığı kimi değerleri, başka bir düzleme ihtiyaç duymadan, aklına geldiği gibi ve aklına geldiği yerde, yani hemen o esnada yazmakta olduğu edebiyat metninin herhangi bir noktasında ele alma isteğini güdüyor.
İlk baştan beri disipline bir türlü girememiş bu yazı üslubunu ben seviyorum.
III.
Sait Faik’le ikinci ve daha derinlikli tanışmam on yedi-on sekiz yaşlarındayken oldu sanırım. Öykü yazmakla ilgileniyordum... Oturduğumuz eve yakın mesafede küçük bir belediye kütüphanesi vardı. Burada, bir ikisi haricinde Sait Faik’in bütün kitapları bulunuyordu. O sıralar Bilgi Yayınevi’nden çıkan kitaplarını üst üste ve neredeyse hiç ara vermeden on veya on beş gün gibi kısa bir sürede okuduğumu hatırlıyorum. Kütüphaneye her gittiğimde iki veya üç kitap alma hakkımız vardı yalnızca. Daha iki gün önce aldığım kitapları kısa sürede değiştirmeye ve yenilerini almaya gittiğimde kütüphane memurunun yüzünde tuhaf bir bakış beliriyordu… Belki de kendi kendine merak etmişti o da, ne var bu Sait Faik’te acaba diye...
Bu sayede, bu yazı vesilesiyle fark etmiş oldum: Sait Faik’in külliyatını okuyalı üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş. Bunca zaman sonra hepsini olmasa bile, birkaçını tekrar okuyunca insanın yeniden döndüğü, arada bir tekrar okuma ihtiyacı hissettiği “yazarlarımı” da anımsadım.
Sevdiğimiz yazarlara ara ara döneriz, dönmek isteriz. Zihnimizde bıraktığı bir etki vardır: Dönmek isteriz, çünkü bu, on sekiz yaşında aldığımız lezzeti tekrar yaşamak içindir. Kimi zaman, kimi yazarlarda hayal kırıklığı yaşadığımız da olur elbet. Ama yine de bu riski almaya değer. Bazı yazarlar da okunmak için belli yaşları beklemeyi gerektirir. Sait Faik’in ise bütün yaşları, bütün bir hayatı aşan bir lezzeti vardır.
gözlerime bakıp söyle yoksa benim için son kez mi kalkacak bugün halatları güvertede az parlak kadınları soluk tenli balıkları kalkan miçoları hep ihtiyar yüzleri yusyuvarlak peşinde kahır rengi köpükler bırakacak
ben bu gemiyi bilirdim kaptan utanmadan kızarmadan söyle yoksa benim için son kez mi kalkacak az daha bekleyiver dümen kaçmaz haber sal denize bu akşam dalgalanmasın indir bütün mutlu yolcuları bir sen bir ben peşinde kefen rengi köpükler bırakırken bir de mavi benizli yalnızlık kalacak
ben bu gemiyi bilirdim kaptan kızmayacağım sen söyle yoksa benim için son kez mi kalkacak söyle bugün neden deniz kapkara oradan yarım ekmekle gözyaşlarımın tuzunu uzat çeyrek bir sevap uğruna tam günahlarımı arasına koyup martıları doyursam bu son akşam inanır mısın masumluğuma
ben bu gemiyi bilirdim kaptan dudaklarından okuyorum söyle yoksa benim için son kez mi kalkacak bugün neden yeşil gözlerin uzun bir örtü mermer güverte neden böylesine az sıcak gök matem rengi balıklar ağır hasta toprak kokusu var rüzgârda
ben bu gemiyi bilirdim kaptan yüzünden akıyor söyle yoksa benim için son kez mi kalkacak rotam ötekilerden farklı kimseyi inandıramam midemde bir bulantı ama değil sallantıdan gözlerimdeki iki damla yaşı denizden sanma erzak çantamı balıklara at elveda kaptan
ben bu gemiyi bilirdim kaptan
bu gemi o eski gemi değil rüzgâr ve dalga beni istediğim yere taşımayacak dümen farklı yere çevrili karşıdaki kara bir diyar yeni bir sabaha varamadan batacak seziyorum ben bu akşam o eski yolcu değilim gemi düdüğü kısık sesiyle acı acı bağırdığı vakit kara beni ebediyen konaklamak üzere son kez uğurlayacak
Aysu Altaş
KAFKAOKUR Dergisi, Eylül 2019, Çizim: Miraç Akçelep
Beyoğlu'nu muhteşem günler bekliyor! Kültür sanattan arındırılıp gayrimeşru merkezine bürünen bu ilçe "düzelir" mi? Öncelikle belirtmeliyim ki Beyoğlu Türkiye'nin minyatürüdür, hiçbir zaman steril bir yer olmamıştır. Tarih boyu Beyoğlu'nu yöneten anlayış ülkeyi yönetmiştir. Bugün bir "düzelme" olacaksa bu asla doğrudan politik bir başarının neticesi olmayacaktır.
Peki kime göre, neye göre düzeleceğini nerden biliyorum? Mesela Nâzım Hikmet'in gençlik şiiri olan "Ağa Camii"nden biliyorumdur belki:
"Havsalam almıyordu bu hazin hali önce Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; Allah'ımın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla, Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!"
Veya:
"Beyoğlu çok bozuldu canım, yürürken ceketinize haydari bulaşması işten değil."
400 yıldır Beyoğlu'ndayım -tabii o zaman ne bey vardı ne oğlu- Pera derdik biz (karşı, ora, öte gibisinden) birkaç bahçeli ahşap ev vardı şimdiki İstiklal çevrelerinde o kadar. Tarihi yarımadanın oradan kayıkla geçip oyunlar oynardık. Beyoğlu o zaman Beyoğlu'ydu! Atla gezerdik, şimdi nerde? O eski hâline, gerçek kimliğine bir dönse.
Önce tek tük artmaya başladı evler falan ama hiç kayda değer değildi yani şimdiki aklım olsa bir bahçe de ben çevirirdim. Bilemedik. Bir Galata Kulesi vardı, o da böyle matah değildi eski püskü bir fener kulesi gibi bir şeydi. Bir gün yıkılacak, üstümüze düşmesin diye etrafına ev yapmıyordu buradaki "köylüler". O ara Osmanlı elindeydi burası ama yok Bizans'ı, Ceneviz'i, Romalısı, Roman'ı, Romen'i, Rum'u, Rumen'i, Rumelilisi derken böyle geçmişin izleriyle beraber yaşayıp gidiyorduk... Ölüleri şehrin dışına, Sütlüce tarafına gömüyorduk, hovardalık yapınca tophane sırtlarında nefis -şimdi Cihangir diyorlar- dutluklar vardı, orada tenhaya çekilirdik. Yaz oldu mu yüzerek bile dönerdik Balat-Unkapanı arası bir yere.
Neyse günler böyle aktı sonra bir baktım ahşap evlerin yanı sıra konaklar falan yaptırıyor bu diplomat, elçi gibi adamlar, böyle bir "kentsel dönüşüm" başladı o ara. Hem "Eski hâli geri gelsin," diyordum hem de "Buralar prim yapacak, bir yer kapatmak lazım," diye düşünüyordum ama genciz tabii dinletemedik. O ara bu Sent Antuan dedikleri kilise de bitmişti. Daha önce olup da yanan bir kilise varmış onun yerine yaptı rahiplerle ameleler. Tabii kilise olunca ziyaret, insan, alışveriş falan oluyor yani. Pazar günleri pazar kurmaya başladılar Tophane'nin oraya. "Grand Rue de Pera" şimdiki İstiklal ile "Voyvoda" şimdiki Bankalar Caddesi bayağı hareketlenmişti, o ara resmen bir piyasa olmuştu. Voyvoda ekonomik piyasa, Grand Rue ise sosyolojik piyasaya doğru gidiyordu. Yeni nesil artık ata binmek için ta Kasımpaşa'ya gidiyordu. Kulenin üstünde bir Mevlevihane vardı oranın ziyaretçileri de arttı. Kuleyi tamir etmeye başladılar sonra, saraydan demişler "Şu karşı tarafa bir tophane yapın," onun da inşaatı başladı. Biz de söyleniyorduk "Pera'yı da şantiyeye çevirdiler resmen... Nerde eski Pera," diye. Sanki biz öyle dememişiz gibi, denize girdiğimiz yeri doldurmaya başlayıp saray inşaatını da başlatmazlar mı! Garabet Balyan diye bir mimar başlattı işi, hop oradan da sürüldük. Demek Osmanlı da anladı buraların prim yapacağını yer kapatıyor...
Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) etrafı zaten artık aldı yürüdü. İyice... Ne zamandır uğramadığım yerlere bir baktım ki oho yanan tiyatronun yerine yeni bir şey yapmaya başlamış bile Rum bir mimar. Girişine "Cite de Pera" yazdılar, şimdi Çiçek Pasajı diyorlar oraya. O da ekim devrimi sonrası İstanbul'a gelen Rus ailelerin kızlarının orda çiçek satmasından aldı adını. Öyle hatırlıyorum. Sonra işgal yıllarında İngiliz'i, Fransız'ı bu kızlara musallat olunca gitti çiçekçiler bir bir. Ama pasaj ilk bittiğinde şimdiki AVM denilen şeyin ilk örneği idi, hem de ne estetik ne zarafet. Tabii o zaman da para vardı ama insan paraya sahipti, para insana sahip değildi... Maison Parret ve Vallaury'nin pastanesi, Dulas'ın çiçekçisi, Schumacher'in fırını, Keserciyan'ın terzisi, Acemyan'ın tütüncüsü, Hristo'nun kafesi, Nakumara'nın mağazası ve tabii Yorgo'nun meyhanesi... Etnik, kültürel, dinsel, sosyal manada resmen miks bir yaşam oldu buralarda, cazibesi arttı epey. Çok şey atlıyorum ama her şey o kadar peş peşe oluyordu ki kronolojik sırayla hatırlamam imkânsız. Mesela o aralar "Rue Camondo"da bir merdiven yaptılar, biz gençler kadın vücuduna benzetiyorduk, Art Nouveau merdivenleri. Bir de tünel açıp tramvay yaptı Fransız bir mühendis 1874'te, biz bindik ilk denemelerde onu iyi hatırlıyorum. Tam kurtulmuştuk o yokuşu çıkmaktan ki şeyhülislam fetva verdi "İnsan ölmeden toprağın altına girmez," diye! Birkaç sene sadece hayvan taşıdılar o yüzden. Yap-işlet-devret modeli deyip adamlara tünel yaptırdılar, sonra hayvan taşıttılar, ne gülmüştük ama.
Çiçek Pasajı'ndan sonra bir pasaj furyasıdır iyice arttı. Afrika, Anadolu, Avrupa, Suriye, Hazzopulo...
Tabii İstiklal Caddesi yani Cadde-i Kebir artık resmen 1.5 kilometrelik bir hat olmuştu, tramvay ve Şişli bağlantısı da eklendi. Beyoğlu artık resmen İstanbul'un cazibe merkezi olmuş, çocukluğumuzdaki Pera çok eskilerde kalmıştı. O ara her yer dükkânlar, kafeler, oteller, eğlence yerleri ve kültür sanat merkezleri ile dolmaya başladı. Cumhuriyetli günlere gelmiştik...
İşgalin bitmesi ile hayat normale dönmüştü. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişle mütereddit azınlıklar da ticari ve sosyal hayatta normale dönmüşlerdi. Hoş başta Beyoğlu olmak üzere Şişli, Beşiktaş, Ortaköy, Samatya, Kadırga, Fener-Balat ve çevrelerinde azınlık değil çoğunluk sayılırlardı. İkinci Dünya Savaşı'nın buhranlı günlerinde bile "sulh politikaları" nedeni ile Beyoğlu'nda kantolar kesilmemiş, elçilikler hareketliliğini yitirmemişti. Hatta dünyanın o hâlinde, İstanbul'da Beyoğlu'nda olmak vahada olmak gibiydi. Beyoğlu eğlence, konaklama, kültür-sanatın merkezi olsa da tersane işçileri, tütün işçileri, perşembe pazarında atölyelerdeki işçiler mahalle hayatının esas unsuruydu.
İkinci savaş Sovyetlerin keskin zaferi ile bitti ama bizim için iktisadi bunalım sürüyor, hatta tırmanıyordu. Bunalımdan bıkan halk değişim isteyerek Demokrat Partili günleri başlatmıştı. Türkiye demokrasi derslerine başlamıştı ama iktisadi gidişat halkta hayal kırıklığı yaratmış, Beyoğlu yine nümayiş alanı gibi olmuştu. İstanbul'un tarihinden dolayı meslek erbabı olan ve dolayısıyla "sermaye sahibi" gayrimüslimler yaşanan sıkıntıların sebebiymişçesine göze batmaya başlamışlardı. Kardeşlik ve hoşgörü ortamı iki partili sistemde en ciddi darbeyi aldı! 1955'te 6 Eylül'de tam Beyoğlu'nda, tam Çiçek Pasajı girişinde degüstasyonda vandal bir yağmanın fitili ateşlendi (gerçi Şişli'de Haylayf Pastanesi olduğu da söylenir), elleri sopalı binlerce insanı dehşet içinde izliyorduk. Bayrak asılı olmayan her şeyi tam anlamıyla yok ediyorlardı. Kıbrıs meselesinden dolayı dış politika zaten gergindi. O gün bir gazete Selanik'te atamızın evinin bombalandığına dair manşet atmış, aynı haber radyoda 13.00 haberlerinde ajanstan geçmişti. 7 Eylül gecesi olaylar biterken Beyoğlu'nda hem sermaye ve mülk el değiştirmiş, hem olaylar neticesinde sıkıyönetim tarzı bir ortam yaratılarak protestoların önü alınmış, hem de toplumun gazı alınmıştı.
Beyoğlu için artık karanlık günler başlamıştı Beyoğlu'nda hızla her binanın üstüne kaçaklar eklendi, her bir mülk 3-5 kez sahip değiştirip tapuları yasallaştı, alt katlar batakhanelere dönüyordu. Kültür -sanat, eğlence, dans, tiyatro, sinema, zanaat, adabımuaşeret yerini arabesk bir pavyon kültürüne, fuhuşa, Yeşilçam tuzak(çı)larına, görgüsüz bir lükse bırakıyordu. Biz, arada kalmış bir şekilde, düzgün birkaç tektekçi mekânda hayatın akışını izliyorduk. Darbeler oluyor, her darbe karanlığı biraz daha artırıyor, hoşgörü ve birlikte yaşama ortamını biraz daha bitiriyordu. Eski mert ve adil kabadayıların yerini bile mafyöz çakallar alıyordu.
Neredeyse 1990'ların sonuna kadar sürdü bu ortam. Dünya ve hayat değiştikçe Beyoğlu da nasibini alıyor, bu kez batakhaneler yerlerini sevimli kafelere, rock barlara, türkü evlerine, kitapçılara ve hatta kültür merkezlerine bırakıyordu. 2000'lerle beraber nezih bir işletmecilik anlayışı filizlenmiş, asayiş sorunları insan sirkülasyonuna rağmen çok azalmış, ara sokaklar değnekçi vb. kişilerden temizlenmiş esnaf otokontrol mekanizmasına dönüşmüştü. Artık "Beyoğlu'nun arka sokakları" efsanesi yerini kapı önünde oturulup hoş vakit geçirilen arka sokaklara bırakıyordu. Yerel yönetim ve emniyet gibi resmi kurumlarda sürece uyum göstererek sivil toplumla ortak projeler üretiyordu... 20 Temmuz 2011 günü (bu gün de tarihe olumsuz olarak geçecek) Beyoğlu 6. Dairesi sokaklardaki masa sandalyeye, işgal kuvvetlerinin duyacağı bir şevke muadil haz ile muamele edip kamyonlarına fırlatıp doldurana kadar.
Şimdi "Beyoğlu'nu düzeltmek" derken ne denmek isteniyor peki? Nereye dönülecek? Benim çocukluğumda dutluk olan, top oynanan Beyoğlu'na mı, gençliğimdeki sakin ve nezih semte mi? 1923 öncesi Beyoğlu'na mı? 6-7 Eylül öncesi Beyoğlu'na mı? 2000'lerden önceki Beyoğlu'na mı?
Yani kime göre, neye göre?
Bunca yıllık Beyoğlulu olarak diyebilirim ki; bu müşkülpesent ve pespaye hâli sizi aldatmasın! Her şeye rağmen Beyoğlu'nda hep insan kazandı. Bir ruhu var, ona güveniyorum, onu tanıyorum, o son bitirimdir.
Sylvia Plath 1963 Şubat ayında hayatına Londra’da son verdi. Ted Hughes’dan ayrılmıştı ve zor günler geçiriyordu. Yaşamının son aylarında yazar Jillian Becker ile arkadaş olmuştu. Becker, Plath’in son günlerini, son haftasonunu birlikte yaşamıştı. Dönemi anlatan filmdeki yanlışlıklar nedeniyle şairin son günlerini aktaran bir kitap yazan Becker, BBC Magazine’e o günleri anlatmış. İnsanların kötülüğü, acının paylaşılamaması, etin ağırlığı üzerine. İnsan, insanın eline düşünce... 1963 yılının dondurucu bir Şubat öğleden sonrasında Sylvia ve iki çocuğu, Frieda ve Nick ile Islington’da Barnsbury Meydanı Mountfort Crescent’deki evime geldiler. Önceden, gelebilir miyim, diye sormuştu, dolayısıyla zaten bekliyordum. Geldiği gibi uzandı. Şaşırtıcı değildi. Kötü hissediyordu, onu tanıdığım beş ay boyunca olduğundan daha kötüydü. 1962 Eylül’ünde, Ted Hughes ile ayrılmalarından kısa süre sonra tanışmıştık. Üzülmüştüm. Ona hep saygı duydum ve yeteneğine imrendim. Birlikte geçirdiğimiz zaman keyifli olmasa da arkadaşlığından hoşlanıyordum. Şiir kitabı The Colossus’un imzalayıp hediye etmişti, şiir ve başka birçok şey hakkında konuşmuştuk. Barış Yarsel çevirdi...
Sertti, kıskanmıştı ve kızgındı.
Plath’i büyük kızımın odasının olduğu kata çıkardım. Kocam Garry, yatak odamızda nezlenin etkisiyle uyuyordu. Çocukları en ufak kızım, Madeleine’le oynasınlar diye, gürültünün uyuyanları rahatsız etmeyecekleri alt kattaki odaya aldım. Nick hemen hemen Madeleine ile aynı yaşta, bir yaşından biraz fazlaydı. Freida ise neredeyse üç yaşındaydı. Sylvia bir ya da iki saat uyuduktan sonra yanımıza geldi. “Gitmesem daha iyi olur,” dedi.
Ona kal demek kolaydı. İki büyük kızım Claire ve Lucy haftasonu için evden ayrıydılar. Sylvia ve çocuklar için odamız vardı. Fitzroy Road’daki Evinin anahtarlarını uzattı ve evden birkaç parça eşyasını almamı rica etti – Diş fırçaları, gecelik, ilaçları, özellikle bir elbisesi, okumakta olduğu birkaç kitabı istedi.
Geri döndüğümde banyo yaptırıp Frieda ve Nick ile Madeleine’i yedirdim. Üçü de gece uykuya yattığında Sylvia, Gerry ve kendime yemek hazırladım. Tavuk çorbası Garry için ilaç niyetine hazırlanmıştı ve Sylvia için de iyi gelmiş gibi gözüküyordu. çorbadan sonra Soho’daki Fransız bir kasaptan alınmış biftek ile patates ve salata yedik. Sylvia iştahla yedi ve yemeklerin güzel olduğunu söyledi.
Ne hakkında sohbet ettiğimizi hatırlamıyorum fakat içinde bulunduğu zor durum hakkında değildi, onu biliyorum. O zaman bunu konuşmamıştık. Fakat daha sonra yanına gidip oturmamı istedi. Bana haplarını gösterdi, hangilerinin onu uyutup hangilerinin uyandırmaya yaradığını anlattı. Saat 10 gibi uyku ilacını aldı fakat belki de bir saatten fazla süreyle sanki ortak arkadaşlarımızmış gibi hiç tanımadığım insanlar hakkında çene çaldı. Ağzı dolanıyordu, uykusu geldiği için olduğunu zannettim. Daha sonra sesinin tonu değişti. Ted ve Sylvia’yı terketmesinin nedeni olan kadın Assia Wevill hakkında duygusal ve enerji dolu bir tavırla konuşmaya başladı.
Sertti, kıskanmıştı ve kızgındı. Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. Sylvia da çocukları İspanya’ya götürmek istiyordu. Bu dondurucu soğuktan uzak bir yerlere, güneşin olduğu ülkelere. “Çocukların,” demişti, buna ihtiyaçları var. “Sıcak bir yere, deniz kıyısına gitmeleri gerekiyor.”
Çocukları alıp Paskalya’da deniz kıyısı bir yere götürebilirim, dedim. İspanya değil de İtalya’yı tercih ederim. “Paskalya,” dedi Sylvia, “Paskalya’ya daha çok var…”
Sylvia uyuduğunda ve nihayet yatağıma gittiğimde vakit gece yarısına gelmişti. Fakat bir saat sonra Sylvia’nın oğlu Nick uyandı. Bir şişe süt ısıttım ve Sylvia’nın bize seslendiğini duydum. Karnını doyursun diye Nick’i yanına götürdüm. Frieda da annesinin yatağına geldi.
Çocukları yataklarına yolladım. Sonra Sylvia uyanması için alması gereken ilaçların zamanının gelip gelmediğini sordu. Hayır, dedim, henüz çok çok erken. Sylvia uyuyamıyordu. Biraz yanında kalmamı istedi. Işığı söndürüp yatağının kenarına oturdum. Odaya sadece koridordan biraz ışık sızıyordu. Sylvia gözlerini kapatmıştı, sonra aniden gözlerini açtı ve yarım doğruldu. Hala yanında olduğumu gördü ve varlığımdan güven duymuş gibi tekrar uzandı. Uyuduğundan emin olunca kendi yatağıma geçtim.
Sabah ilaçlarını verdikten sonra ve güzel bir kahvaltının ardından Sylvia çocukların bakımında yardımcı olmak üzere sözleştikleri fakat daha sonra fikrini değiştiren au pair genç bir kadına telefon açtı. İkna etmek için çok uğraştı ancak işe yaramadı.
Neredeyse gülümsedi. Güzel göründüğünü söylediğimde kesinlikle memnun gözükmüştü.
Sylvia’nın doktoru telefon açtı. Dr. Horder’ı, Sylvia’yı tanıdığımdan daha uzun süredir tanırdım. Çocukların her işini yapmamamı, Sylvia’nın yapması gerektiğini söyledi. Sylvia, çocukların ona ihtiyacı olduğunu hissetmeliymiş. Tavsiyeye uydum. Yemek hazırlayıp çocukları banyoya götürdüğümde Sylvia’yı da çağırdım. Nick’in doyurulması ve altının değiştirilmesi gerekiyordu. Fakat Sylvia sabunu ya da havluyu veya kaşığı, çengelli iğneyi tutamıyordu. Hiç bir şey yapmadan izliyordu. Özellikle banyodan çıkıyordum, dönmemi bekliyordu. Çocukları yıkanmamış, doyurulmamış ve temizlenmemiş bırakacak ya da kendim yapacaktım. Daha çok kendim yaptım.
Sonraki akşam Sylvia verdiğim mavi ve açık gri elbiseyi giydi. Zaman ayırıp saçlarıyla uğraştı. Neredeyse gülümsedi. Güzel göründüğünü söylediğimde kesinlikle memnun gözükmüştü. Birisiyle buluşacağını söyledi ama kim olduğunu belirtmedi. Frieda ve Nick’e iyi geceler diledi. Frieda kapıya kadar geldi ve Sylvia tam kapıyı açacakken eğilip küçük kıza “Seni seviyorum,” dedi.
Günler sonra öğrendim ki Sylvia’nın o gün buluştuğu kişi Ted’miş. Ted onu bizim eve arabasıyla geri getirmiş. Geldiği saati ya da ne söylediğini hiç hatırlamıyorum.
O an, hiç görmediğim kadar canlı ve coşkuluydu.
Ertesi gün her zamanki geniş pazar kahvaltımızda masaya geldiğini, çorba, garnitürle fırında et ile peynir ve tatlı yiyip şarap içtiğimizi hatırlıyorum. Sylvia’nın keyif aldığını hatırlıyorum. Nick’in karnını doyurdu. Keyifli olmasa bile en azından kederli gözükmüyordu. Kahve içip sohbet ettik.
Çocuklar uyumaya gittiler. Şarap da bizi gevşettiğinden yataklarımıza çekilip dörde kadar kestirdik. Sonra çay yaptık. Gerry iyileşmişti ve çocuklarla oynuyordu. Akşam erken iniyordu. ızlarım Claire ve Lucy yakında dönecekti, herkesi nerede yatıracağımı düşünmeye başlamıştım. Üst katta iki ayrı oda ve banyo vardı ve Sylvia ile çocukları oraya mı yerleştirsem yoksa onları benimle aynı katta tutup kızlarımı mı yukarı yerleştirsem diye karar vermeye çalışıyordum. Sylvia aniden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmalıyım. Sabah bir hemşire uğrayacak. Daha önce Nick hastayken gelip yardımcı olmuştu,” dedi. Sonra aceleyle eşyalarını toplayıp çantalara yerleştirmeye başladı. O an, hiç görmediğim kadar canlı ve coşkuluydu.
Gerry gitmek istediğinden emin olup olmadığını söyledi. Emindi. Gerry tepeliği sökülmüş kara bir Londra taksisiyle, Sylvia’yı yarı erimiş karın çamuruna bulanmış yollardan evine bırakmak üzere çıktı. Eski taksiden bozma, gürültülü bir hurdaydı araba. Gerry ön tarafta tek olduğundan ara bölme yüzünden arka tarafta söylenen bir şeyi duyamazdı. Ancak kırmızı ışıkta durduğunda arka taraftan gelen ağlama sesini fark etmiş. Arabayı park edip arka tarafa Sylvia’nın karşısına oturmuş. Sylvia ile birlikte çocuklar da ağlamaya başlamışlar. Gerry çocukları kucağına almış ve Sylvia’ya bize geri getirmeyi rica etmiş. Sylvia kabul etmemiş. Sylvia biraz yatışıp Fitzroy Road’a gitmekte ısrar etmiş. Gerry evine bıraktıktan sonra ertesi gün tekrar geleceği sözünü vermiş. Eve döndükten sonra “Keşke Sylvia bizimle kalsaydı,” dedi, “Tek başına dayanamaz bence.”
Pazartesi sabahı telefon çaldı, açtım.
Gerry’nin haklı olduğunu biliyordum. Yine de Syliva gitti diye tam olarak üzgün olduğum söylenemezdi. Çocuklarına ya da kendisine bakıcılık yapmak zorunda değildim artık. Kızlarım odalarını bırakmak zorunda değildi. Gecelerim artık bölünmeyecekti. Hepsinden önemlisi, acıma duygusu kalbimi yoruyordu. Tüm bu düşündüklerim yüzünden daha sonra çok uzun zaman azap duydum.
Pazartesi sabahı telefon çaldı, açtım. Doktor Horder, Sylvia’nın kafasını gaz ocağına soktuğunu ve öldüğünü söylemek için aramıştı.
Çizdiğim her resim, kendi hayatıma sorduğum bir soruydu.
— Leonardo da Vinci Mucit, bilim insanı, ressam, filozof, mühendis… Kendinden beş yüz yıl sonra bile hâlâ çoğumuzu büyüleyen evrensel bir ruh. On beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçişte, gerek sanat gerek bilim alanında kendini hiç durmadan geliştirerek ve çağının ötesinde bir bilimsel yaklaşıma sahip olarak bizim için Rönesans’ı âdeta somutlaştıran isim: Leonardo da Vinci.
KÜÇÜK LEONARDO İtalya’da, Floransa yakınlarında, Toskana’nın tatlı küçük kasabalarından biri olan Vinci’de zengin bir noter baba Piero ile köylü kızı anne Caterina’nın oğlu olarak 15 Nisan 1452’de dünyaya gözlerini açar Leonardo da Vinci. Annesi Caterina, eczacı babasıyla birlikte yaşayan meraklı bir kız çocuğudur. Çocukluğunu kırlarda dolaşarak geçirir ve bu gezintilerinden birinde komşuları Piero ile tanışır ve aralarında büyük bir aşk doğar. Gel gelelim, Piero’nun ailesi zengin, Caterina ise bir köylü kızıdır; yani imkânsız bir aşk. Dolayısıyla Caterina hamile kaldığında evlenmeleri mümkün olmaz. Bu yüzden, Leonardo annesiyle çok kısa bir süre birlikte yaşar. Babasıyla birlikte, Piero evlenene dek iki kişilik bir yaşam sürerler, kasabada, doğayla iç içe… Çocuk sahibi olamayan ve kalbinde büyük bir annelik aşkı taşıyan Albiera üvey annesi olunca çocukluğunu ve ilk gençliğini sevgiyle, şefkatle geçirir Leonardo. Babası çok çalışan bir noter, yükselme planları olan dönemin önde gelen hukuki ve bürokratik yetkililerinden biri olsa da aile hayatını seven, onlardan kopuk yaşamayan bir adamdır. Albiera’nın vefatının ardından, Piero emekli bir noterin kızı olan Francesca ile evlenir. Sonraki hayatı boyunca da 2 eşi ve 12 çocuğu daha olur. Öğrenimi plansız, programsız ve kuralsız ilerler Leonardo’nun. Dedesi Antonio, amcası ve onu vaftiz eden peder Piero tarafından eğitim görür. Yaratmaya ve yaratıcılığa o yaştan itibaren yatkın olan bu genç, iki eliyle de aynı kalitede yazı yazar ve hatta sol eliyle, sağ eliyle yazdıklarının aynadan bir yansıması gibi gözükecek şekilde tersten yazabilir. Hayatı boyunca bu karakteristik yazma stilini kullanır. Babası çocuğunun bu düzensiz ve yer yer eksik eğitiminden dolayı ailede süregeldiği gibi hukuksal alanda bir iş yapamayacağını bildiğinden ona abaküs kullanmayı öğretmeye karar verir ancak görür ki genç Leonardo, temel aritmetik işlemlerin nasıl kolayca çözeceğini bilemez, Yunanca hatta Latince okumakta güçlük çeker. Bilim ve edebiyat öğrenimindeki noksanlıklar, her zaman sorular sorup gözlemlerinden kendi kurallarını çıkarabilen Leonardo’nun ruhunun, aralıktan yolunu bulan ışık huzmesi gibi sızmasına olanak sağlar aslında.
DÖNÜŞÜM
1466 yılında, Leonardo 14 yaşındayken köklü bir değişiklik yaşanır, doğal hayat yerini şehir hayatına bırakır. Ailesiyle birlikte kasabalarından çıkar, Rönesans dönemi Floransa’sına taşınırlar. Yetişkinliğinde çok nüktedan biri olarak tanınan Da Vinci, karikatür çizmekten keyif alır. Birkaç senedir onu gözlemleyen babası da bu çizimleri arkadaşı ünlü ressam Andrea del Verrocchio’ya gösterir. Gördükleri karşısında hayrete düşen ressam, dönemin en meşhur atölyelerinden biri olan kendi atölyesinde, geleceğin büyük yetenekleri olabilecek, umut vadettiğini düşündüğü gençlerle beraber eğitime alır Leonardo’yu. Burada resim yapmanın dışında, desen, renkler, mimari, heykel gibi birçok şey öğrenirler. Kendine has bir sanat dili oluşturmuştur ve tüm öğrencileri de bu dili öğrenirler ve kullanırlar. Verrocchio şüphesiz Leonardo’nun eğitiminde en temel etkiye sahip olan isimdir. Bilinen ilk desen ve eskiz çalışması Arno Manzarası onun natüralist ve gerçekçi bakış açısının ilk ipuçlarını barındırır. 1472’de çok prestijli bir topluluk olan Floransalı Ressamlar ve Heykeltıraşlar Loncası’na kabul edilir. Bu durum, sanat eğitimini tamamlamış bağımsız bir ressam olarak kabul edildiği anlamına gelir ve evlilik dışı bir çocuk olduğundan üniversiteye gidememiş genç Leonardo için çok gurur verici bir gelişmedir.
1476’ya kadar ustası Verrocchio ile kalsa da 26 yaşına girdiği yıl, tabiri caizse boynuz kulağı geçtiğinden onun yanından ayrılır, senelerdir oluşturduğu estetiği ve zevki bohçasında, kendi yolculuğuna çıkar. Dönemin Floransa’sında iki büyük aileden biri olan Medici’ler özel olarak onu görevlendirir ve Milano’ya dük Ludovico Sforza’nın yanına gönderirler. Sforza ailesinin düzenlediği etkinliklerden sorumlu olduğu gibi kraliyet ailesinin portrelerini de çiziyordur. Aynı zamanda tiyatrolar için çeşitli aletler geliştirmesi bu dönem yoğunlaşan teknik çizim yeteneğinin göstergesidir. Askeri aygıtlar, makineler ve benzeri tasarımlar geliştirir. Yalnızca teknik değil, bilimsel çizimler de yapar. İnsan vücudunun oranına, anatomiye çoğalan ilgisi bu alandaki çizimleriyle ve derin çalışmalarıyla meyve verir. Dokumacılıktan, saatin geliştirilmesine kadar çeşitli teknik projeler üzerinde çalışır. Lakin Milano’ya asıl gelme sebebi Sforza’nın babası için dev, atlı bir anıt tasarlatmak istemesidir. Leonardo, 70 ton bronz kullanılacak atlı heykel anıtının alçıdan ana modelini ve planlamalarını bitirdiğinde kullanılacak bronz, şehri VIII. Charles'a karşı savunmak için top hazırlığına aktarılır. Dolayısıyla bu anıt alçı bir modelden öteye gidemez. 1483’te, başyapıtlarından biri olan Kayalıklar Madonnası’nın çalışmalarına başlar. Merkezde Meryem Ana, sağında bebek İsa, solunda bebek Aziz Yahya arkada Cebrail vardır. Kutsal bir teması olan resimde Meryem’in bakışları derin bir şekilde esere bakan kişinin gözlerine doğrudur, sadece kişileri aydınlatan ışık kullanımı ile ruhani bir boyut kazandırdığı eserinde Leonardo kayalar ve dağları kaybolur biçimde resmedişiyle, bakan gözleri zamandan ve mekândan soyutlar. 1492’de “İnsan vücudunun Vitruvius'a göre oranı” olarak da bilinen bir kare ve bir daire içinde idealize edilmiş çıplak bir erkek bedeni olan Vitruvius Adamı’nı çizer. Ünlü mimar Vitruvius Pollio'nun eserinden ilham almıştır, onun notları çizime eşlik eder. Leonardo'nun insanı doğa ile ilişkilendirmeye yönelik girişimlerini, insan vücudunun işleyişinin evrenin çalışma sistemiyle benzerliğini gözler önüne serer. Temelinde evrende her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğuna duyduğu inanç vardır.
EVRİLME
1499 yılı Sforza’nın sonu olur. Fransa Kralı VII. Henry iktidarı devirir. Sforza’nın bitişi Leonardo’nun Milano’dan dönüş çanlarının çalmasına sebep olur. Bu zaman diliminde Leonardo, II. Beyazıt’a bir mektup yazar. Ona, Galata ile İstanbul arasında kurulacak bir köprü tasarısını sunar. Mektupta, Boğaz’a da açılır kapanır bir köprü yapma fikrinden bahseder. Belki de tarihte Boğaziçi Köprüsü fikrinin birinin aklına ilk düşüşüdür bu, kim bilir. Bu projelere olumlu bir dönüş olmaz. Daha sonra Leonardo, Venedik’e gider. Mühendis kimliği ile, işgalcilere karşı bir savunma tekniği geliştirmek için destek verir. 1500’de Floransa’ya döner ve bir daha onun peşini asla bırakmayacak olan Mona Lisa tablosunu yapar. Bu kadının gerçekte kim olduğu tam olarak aydınlatılamamıştır fakat tüccar del Giconda’nın karısı olduğu düşünülmektedir. Kendi portresiyle birebir aynı oranlara sahip olması nedeniyle, aslında kendi otoportresi olduğu da söylenir. Ardından iktidar ondan ve çağdaşı Michelangelo’dan şehrin tarihini anlatan iki büyük duvar resmi yapmasını ister.
Santa Maria delle Grazie Manastırı’nın yemekhanesinin duvarında bulunan Son Akşam Yemeği tablosu, çarmıha giden sona gelmeden önce, İsa’nın yemek masasında havarilerine içlerinden birinin kendisine ihanet edeceğini söylemesinden hemen sonrasının resmidir. Eser bir bulmacaya benzetilir. Da Vinci Şifresi kitabıyla da bu yönü ele alınmıştır. Boyaya zarar veren fazla yenilikçi bir kurutma tekniğinden dolayı iki sanatçının eseri de yarım kalır.
Bu dönem Leonardo’nun bilime olan merakı iyice artar. Matematikle yatıp kalkar, insan anatomisi araştırmalarına hayvan anatomisini de ekler, kuşların uçuşlarını inceler. Fransızlar tarafından işgal edilen ve Charles d'Amboise hükümetine bağlı olan Milano’ya gittiğinde de bu çalışmalarına devam eder. Hayatı boyunca tüm el yazması çalışmalarını Codex adlı defterlerde toplar. Dağlarda yüksek irtifada bulunan kabuk fosillerinin varlığına bir açıklama getirir. Nehir suyunun hareketini ve sonuçta meydana gelen erozyonu ve ay ışığını araştırır. İnsan anatomisini daha derin çalışabilmek için kiliseden kadavraları inceleme izni alır. Mezarlıklardan gizlice cesetleri aldığı da söylenenler arasında lakin doğruluğu bilinmiyor. Bütün çalışmalarında Leonardo da Vinci rasyonel, titiz, gözlem temelli bir yöntem izler. Bunların çalınmasından paranoyaklık derecesinde korktuğu için her şey Codex defterlerinde şifrelidir.
SON
Charles d’Amboise'ın ölümü üzerine Fransızların 1512'de Milano'dan çekilmesi sonucunda, Leonardo son yıllarının bir bölümünü Roma’da, ona en başından beri kol kanat geren Medici’lerin hizmetinde geçirir. Vatikan sarayında aile için çalışır. 1516’da Giuliano de Medici de ölünce saray ressamı olması için kral tarafından Fransa’ya davet edilir. Hayatının son senelerini Amboise Şatosu'na birkaç yüz metre uzaklıktaki Cloux Şatosu'nda geçirir. Baş ressam olması haricinde mimari ve mühendislik bilgisi gerektiren işlere yardım eder.
1518 senesi ona ağır bir hastalık getirir ve bu hastalık onu 67 yaşında, bir sonraki yılın 2 Mayıs’ında alır, götürür. Ardında bıraktığı on binlerce belge, el yazısı notu, çalışma, çizim, oldukça hızlı bir şekilde dağılır ve kaybolur. Geçen yüzyıllar boyunca sadece bir kısmı toparlanabilir. Düşünebiliyor musunuz? Bize ulaşan bu dehanın sadece küçük bir kısmı. Da Vinci’nin daha az değinilen, çok daha farklı boyutta kıymetli başka mirasları da vardır; çağlar ötesinden günümüzdeki sorunlara değinen. Ortalama insanın "görmeden baktığını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğunu, tat almadan yediğini, fiziki bilince erişmeden hareket ettiğini, koku bilincine ulaşmadan nefes aldığını ve düşünmeden konuştuğunu" söyler ve şöyle öğütler:
“Sanat bilimini çalışın. Bilim sanatını çalışın. Görmeyi öğrenin. Tümünü, her şeyin bir şekilde her şeyle bağlantılı olduğu bilgisinin ışığında uygulayın.”
Sanki günümüzün yıldızı, üzerine çok konuşulan “farkındalık kavramı"nı ilk düşünen de yine oymuş gibi. Duyularını aç, bakış açını genişlet ki bağlantıyı gör.
“İnsanlığın, acı çekmesine neden olan en büyük aldanışı, kendi fikirlerdir.”
sözü de yine yüzyıllar öncesinden gelip modern insanın yaşadığı olaylardan ziyade, o olaylar hakkında kafasının içinde yorumlar yapan sesin mahkûmu olduğuna, stresinin, mutsuzluğunun acı çekmesinin sebebinin bu ses olduğuna parmak basmış.
“Kesilen ağaç filizleniyor yeniden, umutluyum hâlâ…”
yazmış sonra bir de. İnsandan, toplumdan, insanlıktan, doğan güneşten, ışıldayan ay ve yıldızlardan, gelecek günden, doğacak çocuktan, dünyanın hiç ayak basmadığın topraklarından bile umudunu kesme der gibi… Güzel şeyler de olacak.
LEONARDO DA VINCI HAKKINDA AZ BİLİNEN GERÇEKLER • Başarılı bir şekilde lir çalıyordu. Hatta ilk kez Milano’ya gönderildiğinde bir ressam veya mucit değil, bir müzisyendi.
• 1910'da, Sigmund Freud, Leonardo'nun eşcinsel olduğuna fakat bu erotik yönünü sonu gelmeyen araştırmalara dönüştürdüğünü iddia ettiği devrimci bir psikanaliz çalışması yayınladı. Gençliğinde birkaç erkek arkadaşı ve o sodomi ile suçlandı. Bu idam edilmesine neden olabilecek ciddi bir suçlamayken 24 yaşındaki Leonardo beraat etti, ancak bu suçlamanın ağırlığı onun iki yıl boyunca hiçbir şey yapamamasına sebep oldu. Leonardo'nun kadınlarla hiçbir ilişkisi olmadı, hiç evlenmedi ve çocuğu yoktu. Gerçekten de, defterlerinde erkek-kadın ilişkisinin onu tiksindirdiğini yazmıştı.
• Guardian gazetesinde seneler önce yayınlanan bir makale bu tür fikirlerin yayılmasından ve kabul görmesinden çok önce Leonardo’nun hayvan haklarını savunduğunu ortaya koydu. Da Vinci'nin o zamanlar İtalya'da evcil hayvan olarak veya yemeği yapılsın diye satılan kafesteki kuşları sadece uçup özgür kalmalarını sağlamak için satın aldığına inanıldığından bahsedilir.
“İnsanlık, ‘hayvanların kralı’ değil, sadece ‘canavarların kralı’”
diye yazmıştır defterine. Yani insanın diğer canlılardan daha güçlü bir yaratık olduğunu kabul eder ve hayvanları katliam için yetiştirmeye yönelik güç kullanılmasına öfkelenir.
“İnsan, hayvanların şahıdır. Yabanilikte hiçbir hayvan insanın eline su dökemez. Hayvanları öldürerek yaşarız biz, birer mezarlığız biz.”
demiştir. Serge Bramly’nin kitabında “Leonardo hayvanları o kadar seviyordu ki vejetaryan oldu” diye yazmıştır. Freud bir keresinde “Leonardo da Vinci karanlığın içinde çok erken uyanan bir adam gibiydi, diğerleri hala uyuyordu” demiş, haksız sayılmaz öyle değil mi?
• Başladığı bir işi bitirmeme ve erteleme sorunu vardı. Aslında ilgi alanı yelpazesi genellikle dikkatinin dağılmasına neden olmuş ve mükemmeliyetçiliği onu bitirdiği bir resmi resmen bitmiş ilan etmekten alıkoymuştur. Sorun, Da Vinci'nin işe başlamaması değil sürekli yeni bir konuda çalışmaya başlaması ve daha önce başlamış olduklarını bitirmeyi ihmal etmesiydi. İngilizce'de bu durumu anlatan bir terim var: Expert Generalist. Yani uzman kültürlü kimse diye çevrilebilir. Bu da şu demek: Tekil bir beceriye veya ilgiye sahip olmaktan ziyade, birçok farklı alanda uğraşıp çalışan, yetenek ve kapasitesini geliştiren, benzerliği bulunan veya bulunmayan dallardan geniş bir repertuvar oluşturan kimse. Da Vinci’yi eşsiz kılan da bu bir yığın yetenek ve sadece bir tanesine odaklanmak istememesi olmuştur. Tam da bu yüzden, değerli ve benzersiz olan bir şey yaratmak için sürekli olarak birbiriyle ilgisiz iki veya daha fazla alanı -teknoloji ve doğa, ansiklopedi ve astroloji, anatomi ve sanat gibi- birbirine bağlamıştır. Walter Issacson kendisi hakkında yazdığı biyografide “Otuzuncu yaş gününe yaklaşırken, Leonardo 30 yaşın dehasını kurmuştu, ancak bunu herkese açıkça gösterebileceği çok az şeyi vardı.” diye not etmiş. Araştırırken yabancı bir makalede “Eğer da Vinci bile kendini ‘hiçbir şey’i tamamlamadığı için sıkıyorsa belki de hepimizin algılarımızı ve kendimizden beklentilerimizi biraz soğutmamız gerekir.” diye bir cümle gözüme çarptı. Belki sizin de zihninizde bir yerlere dokunur.
Yitirilebilen şeye zenginlik denmez. Gerçek mülkümüz ve sahibinin gerçek ödülü erdemdir. Erdemi yitirmek olanaksızdır, yaşam bizi bırakmadıkça bizi bırakmaz o. Malı, mülkü ve dışsal zenginliği ise her zaman korkarak tut elinde; bunlar çoğu zaman onları yitiren sahiplerini aşağılanma ve alayla baş başa bırakırlar.
— Leonardo da Vinci • Da Vinci uykusu denilen bir uyku sistemi geliştirmiştir. Daha çok çalışabilmek için her dört saat karşılığında on beş dakika uyur, böylelikle günün sadece bir buçuk saatini uyuyarak geçirir.
• 1519'da öldüğünde, 6000’den fazla sayfa eden defterlerinde sadece dehasından akan notlar, çizimler, hesaplar yoktur. Kişisel fikirleri, market alışveriş listeleri ve hüzünlü şakalarla doludur. Ayrıca ilham kaynaklarını, kalıcı şöhret arzusu ve derinden hissettiği kırgınlıklar ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
• Mona Lisa eseri hakkındaki teorilerden biri; kadının hamile olduğu ve bunu sakladığı için yüzünde bir tebessüm olduğudur. Ayrıca 2005’te Amsterdam ve Illinois Üniversitesinde geliştirilen bilgisayar programı, Mona Lisa’da toplam 5 ifade tanımlar: Mutluluk: %83 Küçümseme: %9 Korku: %6 Öfke: %2 Nötr: %1
• Bill Gates, Da Vinci’nin kendi eliyle yazdığı asıl makalelerinden birini 1995 yılında 30 milyon dolara satın almış ve Windows 95 sürümü işletim sistemi yazılımında kullanmıştır.
• Aralık 2000'de, paraşütçü Adrian Nicholas, Leonardo'nun tasarımlarından birinden yapılmış bir paraşüt kullanarak Güney Afrika’da bir atlayış yapıp sorunsuz bir şekilde yere inmiştir.
Bir daha başınızı yukarı kaldırıp masmavi bir gökyüzü gördüğünüzde hatırlamanız için bir not: Gökyüzünün neden mavi olduğunu hakkındaki açıklamanın tarihte ilk defa Leonardo da Vinci'den geldiğini biliyor muydunuz? Açık, bulutsuz bir gündüz vakti gökyüzü mavidir çünkü havadaki moleküller güneşten yansıyarak kırmızıdan çok mavi ışık saçarlar.
Gizem Demirel Vatandost
KAFKAOKUR Dergisi, Aralık 2018, Çizim: Eren Caner Polat
VII. yüzyıl vaizlerinin kuzuları Otlar yarımadanın çoraklığını Yazmak olmaz Gözyaşları daha çoktur yağmurlardan Bir filiz verip Köklerine dokunmak olmaz Ve bilirsin bütün gölgeler ışıksız olmaz da, Ayrılıklar vedasız olur mu? Ağlamak! Utanılacak bir şey değildir.
İsimsiz mahallelerde saklambaç oynar çocukluk Tabelasız dükkanlarda süslü paketler olmaz Eski gazete kâğıdına sarılır ekmekler Tamamını eve götürmek olmaz Ve bilirsin Çin seddi duvarsız olmaz da, Hayaller penceresiz olur mu? Yoksulluk! Utanılacak bir şey değildir.
Başlangıçta söz vardı Söylemek günahsız olmaz Sûretinden bir parçayı paklayıp bıraktığın Altıncı günün şafağı aydınlık olmaz Ve bilirsin dikenli taçlar sahipsiz olmaz da, Çarmıhlar İsa'sız olur mu? Ölmek! Utanılacak bir şey değildir.
Yıkım sıcağıyla yükselen Çok yıldızlı bayraklara İnanmak olmaz Yollara düştüğünde okyanuslara Yolların düştüğünde anılara Sarılmak olmaz Adımlar ard'ardına olmaz da, Tek başına yürümek olur mu? Yalnızlık! Unutulacak bir şey değildir.
Anıl Durgut
KAFKAOKUR Dergisi, Ekim 2019, Çizim: Timuçin Keleş