Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

Kafka Okur 6. Sayı Çıktı

$
0
0
"Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka." Tezer Özlü 

Temmuz-Ağustos sayısı ile Kafka Okur dolu dolu.

Kafka Okur 6. Sayı Çıktı

Dünyanın Kıyısından Sarkan Yazar: Tezer Özlü
Göçmen ve Devrimci Bir Ruh
Çocukluğun Soğuk Geceleri
Yaşamın Ucuna Yolculuk
İç Dünyası ve Mektupları
Neden Yazılır?
Tezer Özlü’ye Göre Pavese ve Kafka
Deniz’in Gizli Kalmış Defteri
Tezer Özlü’den Yaşam Manifestosu
Tezer Özlü’nün Varoluşçuluğu
Tezer Özlü’nün Kafka’nın Mezarını Ziyareti
Yazan: Cansu Tok

Matmazel, Ne Kadar Güzelsiniz Benimle Evlenir Misiniz?
Cemal Süreya’nın eşi yazar Zuhal Tekkanat ile ilgi çekici bir röportaj.
Röportaj: Oya Çınar

An - Gökhan Coşkun
Kendime Ait Bir Oda - Esra Pulak
Güzel Tehlike, Metis, Foucault - Gülşah Köksal Çekici
Kediler, Kızlar ve Balthus - Efkan Oğuz
Bizden Öte, Sizden Ziyade: Barış Manço - Selnur Güneş
Eksiksiz - Ezgi Ayvalı
BİRHAN KESKİN, GÜLTEN AKIN, BUKET UZUNER, HALİDE EDİP ADIVAR
en güzel özetiyle; bütün geçmiş geçmemiş aşklar - dilan bozyel
Hey II - Mustafa Silici
Benden Mavi - Didem Esen
Vincent Willem Van Gogh ve Yıldızlı Gecelerin Sonu - Filiz Eğin Kolata
Günce - Lütfi Usluer
hüzünlenme - fulya ordu
Kırmızı Rugan - Seydanur Kantoğlu
Kısa Metraj - Cansu Cindoruk
Adem ile Havva - Görkem Yaşar
...en iyisi susmak, susamıyorda insan! - Leyla Erbil
Şeyben - Eser Erdost
Şemsiye - Feyza Altun Meriç
Varoluşsal Sancılar ve Bir Yönetmenin Portresi: Nuri Bilge Ceylan - Engin Poyraz
Sır - Selcan Aydın
Basınç - Merve Özdolap
Dea'ya Mektuplar - Nur Neşe Şahin
-4004 - Dilara Ulu
Yazar Hevesi - Esra Uçar

Tezer Özlü, Aşık Veysel ve Orhan Veli posterleri.

Birbirinden güzel Öykü, Şiir, Denemeler ve aramıza yeni katılan yazar arkadaşlarımızla Kafka Okur’un Tezer Özlü Temmuz-Ağustos sayısı çıktı!!! 

Kafka Okur Dergisi'ni bulabileceğiniz satış noktaları Nerelerde?

Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi

$
0
0
"Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar."
Cemil Meriç



Şöhreti fethe koşan bir aydınlar ordusu. Kimi yarı yolda kalacak, kimi yol değiştirecektir bu akıncıların. Belki hiçbiri varamayacaktır hedefe. Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Yasak bölge tanımayan bir tecessüs; tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen. En çatık kaşlılarda bile insanı gülümseten bir “itimât-ı nefs”, dünyanın kendisiyle başladığını vehmeden bir saffet var. Tomurcukların vaitkâr gururu.

Bir şehrin iç sokakları gibi mahrem ve samimidirler. Devrin çehresini makyajsız olarak onlarda bulursunuz. Müzeden çok antikacı dükkânı, mühmel ve derbeder.

Kitap, istikbale yollanan mektup… smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… biri zamanın dışındadır, öteki “an”ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter.

Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar.

Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.

“Mecmua-i Fünûn” (1863-1865) tam bir mektepti, diyor Tanpınar. “Bu mecmua bizde, Büyük Fransız Ansiklopedisi’nin on sekizinci asırdaki rolünü oynar.” Ne garip mukayese ! Fransız Ansiklopedisi, yükselen bir sınıfın kavga silâhıydı. Nassları devirmekti amaç; nassları, yani kiliseyi. “Mecmua-i Fünûn”, bir avuç bürokratın nâşir-i efkârıdır; daha doğrusu Batı’dan ithal edilen posa fikirlerin sergilendiği bir meydan. Ne milleti temsil eder, ne içtimâi bir sınıfı. Bununla beraber, düşünce tarihimizin bir sayfasıdır; bedbaht veya bahtiyar bir sayfası. Hangimizde kolleksiyonu var?

Dergiler, İkinci Meşrutiyet’te bir hitâbet kürsüsüydü, hitâbet kürsüsü veya bayrak. Altın çağları yeni harflerin kabulü ile sona erdi. Eski okuyucularını kaybettiler, yeni okuyucu nesilleri yetişinceye kadar devletten yardım beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet intelijansiyasının en âcil vazifesi, maziyi tasfiye ve hâli takviyeydi. Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan 1940’lara kadar, dergilerimiz hiçbir “aşırı düşünce”ye daha doğrusu düşünceye yer vermezler.

Sonra, zaman zaman çığlıklar duyulur, tek parti devrinin kesif ve kasvetli havasını dağıtmaya çalışan çığlıklar. Nihayet politika, haftalık kavga dergilerine görülmemiş bir alâka sağlar. Ve bu hayhuy içinde, sesi büsbütün kısılan edebiyat, birkaç zavallı derginin soluk sayfaları arasında nebatî bir hayat yaşar.

Cemil Meriç

Kaynak:
“Bu Ülke”- Cemil Meriç
İletişim Yayınları, 7.baskı, 1992, s.100-101

Kafka Okur Dergisi Eski Sayılar Kampanya!

$
0
0
Kafka Okur Dergisi Eski Sayılar Kampanya!
Frida Kahlo - Sabahattin Ali - Tezer Özlü

4. 5. ve 6. Sayılar (Frida Kahlo, Sabahattin Ali, Tezer Özlü) sadece 20 TL*. Tükenmeden alın!

Bu kampanyadan faydalanmak  için bilgi@kafkaokur.com adresine 'Kampanya 4-5-6!' yazıp 'Adınız Soyadınız ve Adresiniz' ile birlikte mail atmanız yeterlidir. 

*Kargo ücreti tarafımıza aittir.


Gökhan Demir - Akbank - IBAN: TR82 0004 6007 8588 8000 0645 62


Kafka Okur 7. Sayı ÇIKTI!

$
0
0

"Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada! Acı çekiyoruz." Oğuz Atay 
Eylül-Ekim sayısı ile Kafka Okur dolu dolu.


Kelimeleriyle Ölümü ve Sonsuzu Kucaklayan Yazar: Oğuz Atay
Yazan: Selnur Güneş

Bir Buket Uzuner Röportajı
Röportaj: Oya Çınar

Okuyucum Burada Biz Buradayız!: Bir Ece Temelkuran Söyleşisi
Röportaj: Dilek Atlı

Sıfıra Doğru - Cansu Cindoruk, Öykü
Rûh-i Mücerred - Zeynep Zilan Kezer, Şiir
Gözlerin Ele Veriyor Seni - Alican Bayar, Şiir
En Sevdiğim - Ezgi Ayvalı, Öykü
Gözlerinde Güneş Tutulması: Türkan Şoray - Dilara Ulu, Sinema
Kurabiye ile Mercimek Çorbası - Gökhan Coşkun, Anlatı
Kendine Ait Bir Oda - Esra Pulak, Aforizmalar
Yarın İntihar Ettim, Dün Aşık Olacağım - Dilan Bozyel, Deneme
Ex Libris - Seda Elyıldırım, Kitap
Pencerenin Perdesini Aralandıran Kamuran - Eray Yasin Işık, Öykü
Yollu Yazı - Selcan Aydın, Deneme
Dea'ya Mektup 2 - Nur Neşe Şahin, Deneme
Siyah ve Maneviyat: Mark Rothko - Efkan Oğuz, Sanat
Tek Kişilik Tragedya - Mehmet Aytemiz, Öykü
Kadın ve Adam - Feyza Altun Meriç, Öykü
Gölgesiz Adımlar - Şeydanur Kantoğlu, Şiir
Kent - Cansu Ekren, Şiir
Dublin'in Fakir Prensi Oscar Wilde - Filiz Eğin Kolata, Deneme
Marilyn - Mustafa Silici, Deneme
Herkes Dışarı - Yusuf Çopur, Öykü
Rüyanın Öte Yakası - Diren Gümüş Karalı, Kitap
Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz - Gözde Kılıç, Sevgi Soysal
Avarelik Üzerine - Fatih Yalçın, Öykü
Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak 'Ders Almak' - Musa Effendi, Öykü
Temizlik İşleri - Cenk Çalışır, Polisiye


Oğuz Atay posterleri.

Birbirinden güzel Öykü, Şiir, Deneme ve Polisiye yazıları ile Kafka Okur’un Oğuz Atay Eylül-Ekim sayısı çıktı!!! 

Kafka Okur Dergisi'ni bulabileceğiniz satış noktaları Nerelerde?

Bu Dergiler Ne Çok Okunuyor!

$
0
0
Son dönemde yeni bir dergi furyası yaşıyoruz. “Öküz” ve “Harman” dergilerini yaratan ekibin Mart 2013’te “Ot” dergisini çıkarmasıyla başladı her şey. “Maksat yeşillik olsun” sloganıyla yola çıkan “Ot”, gençlerin okuyabileceği, kanka muhabbetinin yapılabileceği kültür, sanat, edebiyat dergisiydi. “Öküz”le başlayıp “Ot”la devam eden bu yeni tarz dergicilik “Kafa” ve “Fil”le çeşitlendi, renklendi, şenlendi. Eylül 2014’te gazeteci Candaş Tolga Işık, Kafa Dergi’yi çıkardı. Derken Ocak 2015’te Leman Grubu “Deveden büyük fil var” sloganıyla Fil’i yayımladı. Bu üç dergiden farklı bir kulvarda koşan “Kafka Okur” ve “Naber” var bir de. Eylül 2014’te “Ben edebiyattan ibaretim…” sloganıyla blog’tan dergiye evrilen “Kafka Okur” yola koyuldu. Sonra “Uykusuz”un kurucu çizeri ve yazarı Umut Sarıkaya, Şubat 2015’te üç aylık süreli mizah-karikatür ve edebiyat dergisi “Naber”in ilk sayısını çıkardı. Ve ağustos ayında, sayfalarında “OTlak” isimli bir bölüme yer veren “Ot”, aynı ismi taşıyan yeni bir dergiye imza attı. “Maksat çizgili olsun…” sloganıyla çıkan üç aylık çizgi öykü dergisi OTlak hayatımıza dahil oldu. Peki ama bu yeni tarz dergiler nasıl böyle birden pıtrak gibi çoğaldı? Hangi amaçla yola çıktılar? Kafa Dergisi Yayın Koordinatörü Ayça Derin Karabulut, Kafka Okur Genel Yayın Yönetmeni Gökhan Demir ve Fil Dergisi Editörü Onurkan Avcı ile bu sorulara cevap aradık…

Elif Şahin Hamidi // Remzi Kitap Gazetesi

Yazının Tümünü Okumak İçin >> Remzi Kitap Gazetesi

Göğüs Ağrısı

$
0
0

- denize düşenler –

deneme

“Bazen tek ihtiyacınız olan şey ne yapacağınızı bilmemektir.”
Bir sabah kafamda bu cümleyle uyandım. Benim içimden mi dökülüverdi yoksa bir yerde mi duydum hatırlamıyorum ama o günden beri sürekli tekrar ediyorum aynı şeyi kendi kendime.

Bazen tek ihtiyacınız olan şey ne yapacağınızı bilmemektir. Bazen tek ihtiyacın olan şey ne yapacağını bilmemektir. Bazen tek ihtiyacım olan şey ne yapacağımı bilmememdir...

Dilime bu kadar dolanmasının tek sebebi ise kendi ne yapacağımı bilmeyişime kılıf uydurmaya çalışmak. Çünkü çok uzun zamandır böyleyim ve sanırım artık geçmesi için bir mucize bekliyorum. Bir şekilde -belki bana mucizevi gözükecek ama tamamen rastlantısal bir şekilde- bir şey görmek, duymak, okumak, birisiyle tanışmak istiyorum. Başıma bir şey gelsin ve bir anda her şey kafama dank etsin istiyorum. Şu an söyleyemediğim şey neyse söylemek, yapamadığım neyse yapmak, bulamadığım her neyse onu bulmak istiyorum. İçimdeki bu duygudan, göğsümün üstündeki bu yükten kurtulmak istiyorum.

Göğüsteki yük denen duyguyu herkes bilir sanırım. Göğsünün tam orta yerinden çıkıp ciğerlerine doğru yayılan, sanki üzerinde bir şey oturuyormuş ya da biri ayağıyla üzerine basıyormuş hissidir kendisi. Kaldırmak, hatta kıpırdatmak zordur onu yerinden. Uyuyunca geçer gibi olur sadece. Ya da bazen unutursun varlığını başka telaşlar içinde, ama o orada durmaya devam eder ve hatırlatır kendini sana ilk fırsatta.

Ben bugüne kadar çok fazla hissettim bunu. Duygulanma eşiği çok düşük, kat sayısı yüksek bir insan olduğumdan olsa gerek. Mesela çok sevdiğim birini kırdığımda hissettim, sınavlara girmeden önce hissettim, hoşlandığım adamla ilk buluşmaya gitmeden önce ve o beni terk ettikten sonra hissettim. Basit bir yazı yazmam gerektiğinde ya da kendi evim olsun diye kira kontratını imzalarken hissettim. Başkaları için kötü sonuçları olabilecek işler yaptığımda hissettim. Öte yandan iyi ya da yeni bir şeyler yapmaya çalıştığımda da hissettim. Kendimi normalde cesaret edemeyeceğimi düşündüğüm bir şeyi yaparken bulduğumda hissettim.

Bu duyguydu bana her seferinde “ne yapıyorsun, ne işin var şimdi burda” diye soran.

Şimdi yine hissediyorum onu. Ben koltuğumda huzurlu bir Pazar akşamı geçirmeye çalışırken geldi kuruldu göğsüme yine. Ama bu sefer tam olarak aynı değil. Üzerime basan ayak, göğsüme oturan yük, hissettiğim sıkıntı farklı. Çünkü ilk defa, yaptığım ya da yapmak üzere olduğum değil, yapmadığım, yapamadığım bir şeyden dolayı böyle hissediyorum.

Bana gene aynı soruyu soruyor:

“Ne yapıyorsun sen, ne işin var burada?” Ama bu sefer sesinin tonu aynı değil. Önceki soruşlar, cevabını bildiğim sorulardı. Göğüsteki yük de cevabını bile bile sorardı bunları. Oysa şimdi cevabı bilmiyorum. Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini, bir şey yapmam gerekip gerekmediğini bile bilmiyorum. O kadar uzun zamandır bilmiyorum ki, bunun bir işe yaraması gerektiğine inanmak istiyorum. Bu yüzden dilimden bazen affilli sözler dökülüveriyor. Bir nedene, kişiye ya da bekleyeceği bir tarihe gerek duyuyor insan tutunmak için. İstemsiz bir kendini iyileştirme, ya da belki daha doğru bir tanımla, daha da kötüye gitmesini engelleme çabası benim ki de herhalde. İstemli diyemiyorum. Çünkü istemli bir şey yapacak olsam enerjimi cevapları bulmaya kullanırdım, kendimi avutmaya değil.

Zaten enerjim de yok. Neden mi? Bilmiyorum.

Bu güçsüzlük de beni cevapları aramaya değil, onların gelip beni bulmasını beklemeye yetiyor ancak. Biri gelip beni silkelesin ve ben gözlerimi açtığımda artık cevapları öğrenmiş ve aradıklarımı bulmuş olayım istiyorum.

Derken yine ağzımdan kendini beğenmiş bir laf çıkıyor. “Kim bilir, belki ben arayıp bulamamaya, sorular sorup da cevabını hiç bir zaman alamamaya gelmişimdir bu dünyaya.” Göğsümdeki ağırlık sırıtıyor bunu duyunca, biraz rahatlıyorum.


Deniz Çınar

Yerkuşağı

$
0
0


Lav kusan bir toplum düşünün: Kalbi çatlak, bedeni sönmeye yelken açmış. Rüzgar, her an küllerini almak için hazırlanırken rüyalarına kanmakta olan bir toplum… Kendi içinde hayat kırmızısıyla coşan, halbuki zamanla ölüme akan kırmızıya bulanan bir medeniyet düşünün: Atmosferi soluk benizlerle dolu, duyguları örümcek bağlamış insani robotlarla çevrili bir ütopya…

Çocuk gülüşleri, mutluluğu; çay ve kahve dumanı, huzuru; ağaç evler, sağlığı; dost sırları, sevgiyi aşılarken büyüdük. Ruh ve kalp dinamikleri, tazeyken hürce düşünebilirdik. Nazlı sözlerimizle bir yerlere tırmanırken olgunlaşabilirdik. Mor bir boşlukta dalgalanıp kendimizi bulabilirdik. Belirsiz notalarla şekillenmeliydi hayatlarımız, kayıp ezgiler eşliğinde.

denemeGeçmiş, renk değiştirip yaprak dökmeye başladığında değişimin baş gösterdiği apaçıktı. Güneş parlaklığı içimizi ısıtmaya yeterken dışımızı yakmaya başladı. Farklar uyandıkça kabuklarımız soyulmaya başladı. Ufuk çizgisi ilk defa kendini kaybetti. İnsanlar tuhaf bir duygu senfonisine girerken geliştikleri için övünmeye başladılar.

Gölgelerde soluklanan silüetler azaldıkça iş gücü artmaya başladı. Teknoloji adını afişlere verdiğinden beri her bir insana birer kuyruk yapıştı: Yenileşme. Üretim sayısı çoğalmaya başladığında tüketim de onunla birlikte yarışır oldu. Mekanik tozlar boğazımıza yapıştıkça sanalı yudumladık. Terk ettiğimiz güçleri unutup doğaya sırtımızı dönerken gülümsemek, bilinçsizliğimize imzamızı kazımak kadar saçmaydı. Çimlere basmayınız yazısını özlemek kadar aciz hissettiren, yokluk üredi. Bir mum gibi gri, yeşilin üzerine eridi ve hepsini etkisinin altına aldı.

Değişen ortama ayak uyduran duygularımız da arayışa girdi. Kısa süreli basamaklara atlayıp paradoksa sardı. Yeryüzü öyle bir hamle yaptı ki, yer çekimi ile anlaşıp insanoğluna muazzam bir harita sergiledi. Kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakmak zor gelmeye başladı ve yakın geçmişte unutup tarihe karıştı hayallerimiz. Gökkuşağı ilk defa tutuştu, pençemizden silkelenip.

Dengeler alt üst olurken korkuyla kilitlenen bedenler, denize atlayıp engin dalgalara vurdu kendini. Gece gibi kucaklayan lacivert, yıldızları öne sürüp tekrar diz çöktürdü insanlığa. Her bir dilek parlaklığını çürüttü. Birkaç dokunuş, denize atılan şişeler gibi başıboş sürüklendi. İliklerine kadar soğuğu hissettiren tatlı havasıyla büyüledi zaman.

Armağan lütfuyla bağlanmış birbirine dizili problemler kümeleşirken kör ebe temalı çağlayanlar aktı tüm yollara. Zincir halkaları paslanmaya yüz tutmuşken atağa geçmek gibi ertelendi tüm yetenekler. Sanayiye yüz boyayıp kendini güzelleştirmek kadar geri sayım aslında. Sayaç bir gün sıfırlandığında elde kalan hiçlikle boğulacak insanlar topluluğu oluştu.


Kadriye Macit

K_Adın Yok

$
0
0
kadın
Ağlayan Kadınlar Lahti, İstanbul Arkeoloji Müzesi MÖ 360'dan günümüze Ağıtları tükenmemiş, kanatlarından habersiz tüm kadınlara....


Sokağınıza akıyor,

Damlarınızın olukları...

Kenar mahallenin kadınları;



Her birinizde 5-10 çocuk,

ama yoktur hiçbirinizin sevişmişliği...

Memeleriniz yorgun,

büyütmekle bitiremediğiniz bebeler yüzünden.



Yaşının kırışıklıkları,

uğramamış yüzüne bazılarınızın.

Gözyaşının nemiyle

Beslenmiş demek ki yanakların!



Etleri ve sebzeleri çocuklara,

Ekmeği kendine ayırdığın öğünlerin yadigarıdır.

Şalvarına sakladığın şişmanlığın...



Utanma,

bir çırpıda anlatıverdiğin buruk hikayenden.

Sana yar etmediği haklarını

zimmetine geçiren,

babana, abine, kocana sığınma!

Medet umma, şefkati kendine yetmeyenden.

Kendini adama,

zalimliğin sınırını zorlayarak

adam olacağına inandırılmışlara...



Tadını bilmediğin kadehlerce içkinin,

mezelerini her akşam tastamam edişin

günahın mı, yazgın mıdır?

Terliğinden fışkıran;

ayak parmakların,

ve üstünde, dikilmekten yorgun

incecik yelek ile

üşümeyi bilmeyişin,

direnci midir

içinden geçtiğin büyük yangınların?



Kaldır kalçalarını,

mahallenin eskiyen kaldırımlarından.

Güzelliğinin eksik parçaları ;

gör nasıl tamamlanacak,

bir isyan etsen...


Melek Aydın Koçhan

Kayıp Aşkın Yolcuları

$
0
0
öykü
Bir yalnızlık gecesinde bulmuştum seni...

Gözlerin yaşlı,

Dudakların ıslak…

Bana değil,

Bilinmezliğe bakıyordu gözlerin...

Kaybedilmiş aşklarda bir yolcuydun sen…



Bu şehirde bir süredir yaptığım tek şey yürümekti.

Okumak ve yazmak dışında zamanımı kentin caddelerini arşınlayarak geçiriyordum. Bir tür açık cezaevi olmuştu burası benim için. Her sabah ve her akşam, şehri boydan boya dolaşıyordum. Ağzımın ucunda bitmeden yenisiyle değiştirilen bir sigara, çenemi ve yanaklarımı kaplayan kirli bir sakal ve üzerimde aynı bakımsız elbiselerle, gözlerim belirsiz bir noktaya takılı saatlerce yürüyordum.

Benim tempolu ama hedefsiz yürüyüşlerime alışkın insanların kayıtsızlıklarını, burasının “deliler şehri” diye nam salmasından duydukları rahatlığa bağlıyordum. Ne de olsa kimseyi rahatsız ettiğim, para istediğim ya da şarap isteyip küfür etmişliğim yoktu. Bir deli gibi değil de “mecnun” gibi görünüyordum gözlerine.

Yalnız ailemi değil yaşama sevincimi de yitirdiğim o kazadan beri kendimi yollara vurmuştum. Vurmuştum ama bu şehirden gidesim de yoktu. Yalnızlığımı kalabalığın içine karışarak eritme ihtiyacıydı belki yaptığım. Tamamen eve kapanıp aklımı yitirmekten korkuyordum. Caddeler beni rehabilite ediyordu.

Dudaklarımın arasından hiç eksik etmediğim sigara, mırıldandığım şiirler, mitolojik dağın gölgesi... Tek dostlarım bunlardı...

Dertleştiğim, varlıklarıyla soluk aldığım, ilişki kurduğum dış dünya onlardan ibaretti.

O akşama kadar...


Akşam yürüyüşlerimi istasyonda sonlandırırdım. Her akşam raylara karşı duran bankların birinde oturur, bir-iki sigara da orada içer, sonra yaşlı ve bakımsız evime yollanırdım.

O akşam da her zaman oturduğum banka oturdum. Hemen yanımdaki bankta o oturuyordu. Sessizce ağlıyordu. Gecenin serinliğine inat, üzerinde incecik bir bluz ve kot pantolon vardı. Apar topar kendini evden dışarı atmış bir hali vardı. Uzun ve dağınık saçlarından yüzünü göremiyordum. Yalnız ve ağlıyor olmasa belki hiç dikkatimi çekmeyecekti. Dış dünya beni uzun zamandır zerre kadar ilgilendirmiyordu. Her zaman yaptığım gibi bacak bacak üstüne attım, gözlerimi raylara diktim ve sigaramı içmeye devam ettim.

“Sigaran var mı?”

Öylesine dalgındım ki, sorunun bana yöneltildiğinin ayrımına varamadım önce. Yinelenince kendime geldim:

“Sigaran var mı?”

Ona döndüm ve okyanus derinliğindeki, göğün rengini almış gözleriyle karşılaştım.

Gözleri yaşlıydı, dudakları ıslak... Sanki bana değil de bilinmezliğe bakıyordu. Ümitsizce.

Cebimden sigara paketini çıkardım, oturduğum bankın kenarına doğru kayarak ona uzattım. O da oturduğu yerde bana doğru yanaştı ve uzattığım paketten bir sigara çekti usulca. İki bankın arasındaki kısa boşluğu saymazsak yan yana oturuyorduk artık.

Sigarasını yaktım. İlk dumanını üfleyip “sağol” dedi, sonra yüzünü raylara dönerek tekrar “sağol” dedi ve bilinmezliğine kaydı yeniden. Sigaralarımız bitene değin hiç konuşmadan boş raylara boş gözlerle bakıp kendi denizlerimizde kürek çektik.

Nedense kendimi huzurlu hissettim o dakikalar boyunca. Günlük kurduğum cümle sayısı onu geçmezdi, zorunlu olmadıkça konuşmazdım, insanlarla ilişkiye girmekten olabildiğince kaçınırdım, şimdi ise burada, istasyonun gece sessizliğinde tanımadığım biriyle yan yana oturup sigara içiyor, üstelik konuşmak zorunda bırakılmıyordum. Onun yanında dışarı yolladığım her duman, sanki bir huzur halesi oluşturuyordu havada. Sigara ona da iyi gelmişti. Ağlaması durmuştu. Buğulu ve sabit gözlerini bir noktaya dikmiş, kendi yalnızlık denizinde yüzüyordu.

İkinci sigaramı yakarken ona da bir tane uzattım. Sigarayı alırken bu kez bana dikkatlice baktı ve:

“Sen şu ‘yürüyen adam’ değil misin?” dedi.

Uzun zamandır ilk kez gülmek geldi içimden. Oysa gülmeyi öylesine unutmuşum ki, dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleştirebilmeyi becerebildim sadece.

“Evet” dedim yalnızca ve yalnızlığıma çekildim yeniden.

Konuşmadan geçen dakikalardan sonra kalktım ve yürümeye başladım. Yanımda bitiverdi birden.

“Seninle yürüyebilir miyim?”

Durdum, rüzgardan siyah saçlarının perdelediği gözlerine baktım,

“Mahzuru yok” dedim ve yürümeye devam ettim. O da yanımda yürümeye... Tempoma ayak uydurmaya çalışarak...

Tarifsiz bir huzur içindeydim. Yalnızlığımı bozmayan ama aynı zamanda yalnızlığımdan sıyrılmama neden olan garip bir duyguydu bu. Özdemir Asaf geldi aklıma...

“Yalnızlık paylaşılmaz

Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Paylaşılan yalnızlık buydu belki de. Belki de ben artık paylaşmak istiyordum...

Gece yürüyüşümün son durağı evimdi. Bu rotamı da onun için değiştirecek değildim. İstasyondan oturduğum mahalleye kadar bir saate yakın yürüdük yan yana. Sessizliği bozmadan ve dudaklarımızdan sigarayı eksik etmeden... Ne o bana bir şey sordu, ne ben ona. Zamanın akışında ilerliyorduk.

Apartmanlarla çevrelenmiş küçük yer evimin önüne geldiğimizde durdum ve ona döndüm. Konuşmamı beklercesine bana bakıyordu. Bir saat önceki karamsar hali dağılmıştı ama yine de bakışlarındaki hüzün ve melankoli kaybolmamıştı. Ellerim her zamanki gibi ceplerimdeydi ve fark ettim ki onunkiler de öyleydi. Ağzımın kenarında sigara, onunkinde de... Gözlerimizde hüzün... Aynaya bakar gibi hissettim kendimi.

Benimle alay mı ediyor diye düşündüm bir an. “Kendine bir eğlence buldu gece gece, sıkıntısını dağıttı, şimdi gidip arkadaşlarına ya da sevgilisine ‘yürüyen adam’ la macerasını anlatıp karınlarını tuta tuta gülecekler”.

Hayır alay etmiyordu, yalnızdı ve sığınacak bir liman peşindeydi sadece.

Biten sigaramı ağzımdan yere atarak üzerine bastım ve ellerimi iki yana açarak,

“Buraya kadar” dedim, “Eve geldim.”

O da sigarasını yere atıp ellerini iki yana açtı,

“İyi ya” dedi, “Girelim o zaman!”


Bana soru sorulmasından hoşlanmazdım. O yüzden ben de ona sormadım. Evi var mıydı, kiminle yaşıyordu, evli miydi, ne iş yapardı, bir merak edeni olmaz mıydı, sormadım. Ben onun için ‘yürüyen adam’dım, o benim içim ‘ağlayan kız’.

Bende kaldığı iki hafta boyunca tek öğrendiğim-o da kısa sohbetlerimizdeki satır aralarından- acı bir terk edilme yaşadığı, kendini çaresiz ve kimsesiz hissedip şehirden ayrılmaya karar verdiği akşam bana rastladığıydı.

“Ben yağmurdan kaçıyordum” demişti, “ıslanmaktan korkuyordum ve kendime bir sığınak arıyordum.”

Evin girişindeki kanepeyi ona verdim. Orada yatıp kalkıyor, benimle her gün saatlerce yürüyor, canı isteyince konuşuyor, canının istediği sorulara yanıt veriyordu. Gerçek anlamıyla ‘yol arkadaşım ‘ olmuştu. Üçüncü gün artık melankoliden sıyrılmış, neşelenmeye başlamıştı. Huzurlu ve olumlu bir insan oluvermişti. “Yürümek bana iyi geliyor” demişti, “kendimi daha iyi hissediyorum.”

“Kutlarım seni” dedim, “bende yıllardır bir değişiklik yaratmadı!”

Yazdıklarımı okuyor, kitaplarımı inceliyor, hatta zaman zaman evde temizlik yapıp yemek bile hazırlıyordu. Yeni, küçük bir dünya yarattı kendine. O dünyayı benim evimde yaratması, engellenemez biçimde beni ona doğru çekiyordu. Ama ne olursa olsun, günlük ritüelimizi bozmuyorduk. Sabahları ve akşamları saatlerce yürüyorduk. Şehrin dolaşmadığımız caddesi, girmediğimiz sokağı kalmadı.

Bir tek kendi dünyalarımıza girmiyorduk.

Paralel evrenlerde yaşıyorduk sanki. Yan yana ama kesişmeyen iki evren...


Tam bağlandığımı hissettiğim anda, evrenlerimizi birleştirmek istediğimi söyleyeceğim anda kaybettim onu...

Bir sabah uyandığımda kanepede o değil yazdığı küçük not duruyordu. Yastığının çukuruna veda sözcüklerini gömüp gitmişti...

“Ben gitmeliyim Yürüyen Adam!

Sen benim denizime karışmadan, ben senin denizini bulandırmadan gitmeliyim.

Çoğaltacağımızı sanırken birbirimizi, kendimizi tüketmeden gitmeliyim.

Sağol her şey için.

Her şey için ama her şeyden önce gözyaşlarımı sildiğin için sağol.

Yolun açık olsun Yürüyen Adam!”


Her gün yürümeye devam ediyorum. Ve her akşam daha çok kalıyorum istasyon bankında.

Belki bir gün “sigaran var mı?” diye soran o sesi yanı başımda duyma umuduyla...


Sen benim yanımda,

Sağanak yağmurdan kaçan biriydin yalnızca

Gökkuşağını bekleyen…

Gün geldi;

Yağmur dindi,

Varacağını sandığın gökkuşağına

Koşar adım gittin.

Ben kalbimde gözlerin,

Gözlerimde yağmur taneleriyle kalakaldım.

Sen yoksun…


Düşlerimdesin belli ki…



Engin Topuz

Bilinmeyen Diyarların Kaşifi Ernest Hemingway’in Yazarlığı Üzerine

$
0
0
hemingway

20.Yüzyıl Amerikan edebiyatının önde gelen modernist yazarlarından ve kısa öykünün ustalarından biri olan Ernest Hemingway, 1899’da Chicago civarındaki Oak Park’ın, çeyrek yüzyıl önce Emerson’u yürekten alkışlayan, sağlam varoşlarından birinde dünyaya geldi. Varlıklı, kültürlü bir ailenin korunaklı ortamında sağlıklı bir çocukluk dönemi geçiren Ernest göl kıyısındaki yazlıklarında kamp yapmayı, balık avlamayı, annesinin zoruyla da çello çalmayı öğrenir. Lise yıllarında okul dergisinde yazarlık ve editörlük yaparak edebiyat dünyasına ilk adımlarını atan Ernest Hemingway, okulunu bitirdikten sonra da bir süre yerel bir gazetede muhabirlik yapar. Aslında orduda görev almayı çok istemiştir fakat sol gözündeki bozukluktan dolayı Amerikan ordusuna alınmamıştır. İçindeki macera dürtüsünü durduramayan Hemingway kendisini bir ambulans şoförü olarak Birinci Dünya Savaş’ının içinde bulmuştur.

Ernest Hemingway’in esasında yazarlık kariyeri tam olarak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluşmaya başlamıştır. Çok genç yaşta 1. ve 2. Dünya savaşlarına hatta İspanya iç savaşına çeşitli nedenlerle katılması ve bu tecrübelerini eserlerine yansıtması, büyük bir okur kitlesi tarafından ilgi görmesini sağlamıştır. Gökhan Yavuz Demir’in ifade ettiği gibi; 62 yıllık bir ömrün envanterini çıkarmak bile Hemingway hakkında yazılabilecek her yazıdan çok daha fazla şey söyler gibidir: 19 yaşında savaşa katılmış, 21 yaşında evlenmiş, 27 yaşında üne kavuşmuş, 54 yaşında Pulitzer ve 55 yaşında da Nobel edebiyat ödülünü almış olan maestro kariyerine dört evlilik, üç boşanma, kahramanlık madalyası da aldığı ambulans şoförlüğü, gazetecilik, iki Dünya Savaşı, İspanya iç Savaşı, Çin-Japonya Savaşı, avcılık, balıkçılık, boks, iki uçak kazası, altı beyin sarsıntısı, sayısız kırık çıkık, depresyon ve bir intihar sığdırmıştır.


Okur ve Yazar Hemingway

Hemingway’in deyimiyle önce yetenek olmalı, hem de büyük bir yetenek. İyi bir yazarın en mühim yeteneği önce iyi bir okur olmasından ileri gelir. Paul Johnson Entelektüeller adlı eserinde onu şöyle anlatır: ''Hemingway çok okuyordu. Annesinden miras aldığı pek çok özellikten biri,yanında sürekli kitap taşımasıydı,ceplerine kitap sıkıştırırdı,ta ki nerede ve ne zaman bir fırsat yakalarsa okuyabilsin. Her şeyi okurdu ve tüm hayatı boyunca kitap satın aldı,bu yüzden onun ikamet ettiği her yerin duvarlarında kitap rafları vardır. Küba’daki evinde 7400 ciltlik bir kütüphane kurmuştu.''

Hemingway için okumak, bilgi edinmektir. Ona göre iyi bir yazar mümkün olduğunca her şeyi bilmelidir çünkü iyi yazarlık gerçek yazarlıktır. Eğer bir adam bir öykü uyduruyorsa öykünün gerçekliği adamın sahip olduğu bilgilerle ve işine gösterdiği özenle doğru orantılıdır. Hemingway, nesirin mimarlık olduğunu, iç dekorasyon olmadığını söyler. Hemingway’in yakın arkadaşı olan Ezra Pound, Hemingway için ,dünyadaki en iyi nesir yazarıdır, der. Hemingway kendi yazma tekniğini Conrad, Kipling ve Joyce’dan etkilenerek ilerletmişti. Fakat hakikat şudur ki, onun yazdıkları kendine özgüdür. Hemingway’in esas yaptığı şey okuyuculara kendi zevkini bulaştırmıştır. Olayları çıplak, kısa cümleler ve güçlü kelimelerle bir araya getirmiştir. İhtiyar Adam ve Deniz buna en güçlü örneği teşkil eder. Orjinal adıyla The Old Man and the Sea’yı, Hemingway, Küba’dan satın aldığı arazide sakin bir hayat sürerek, denize açılıp balık tutarak, doğayla iç içe geçen anıları arasında yazmıştır. Faulkner’a göre de eserlerinin en mükemmeli 1952 tarihli “İhtiyar Adam ve Deniz”dir. Balıkçılığının zirvesindeki ihtiyar Santiago, tıpkı yazarlığının zirvesindeki ihtiyar Hemingway gibi kaderine yenilmemek için son bir kez meydan okumaktadır.

Hemingway bu ve bütün eserlerinde ifadelerini açıklığa kavuşturarak kağıda dökmüştür. Lüzumsuz tüm anlatılardan,betimlemelerden uzak durmuştur. Ona göre sembolizm yoktur. Deniz, denizdir. Yaşlı adam yaşlı adamdır. Çocuk çocuktur ve balık balıktır. Aynı şekilde köpek balıkları da sırf köpek balıklarıdır. İnsanların sembolizm dediği şey saçmalıktır. Hemingway’in bu özelliği onun eserini okumayı bitiren okurda sanki olan bitenin kendisinin başından geçmiş gibi bir his bırakır. İhtiyar adam ve Deniz’i okuduğunuzda sanki eserin aynısını kendinizin de rahatlıkla yazacağı fikrine kapılıyorsunuz fakat bu gülünç bir fikir çünkü onun yazı tarzı şiir gibi düz yazı yazmaktır ve bu da esasında yapılması en zor şeydir. Onu herhangi bir düz yazı yazarından ayıran anlayışı şudur:
“Birinci ağızdan öyküler yazmaya başladığında, insanların inanacağı kadar gerçekçi şeyler yazarsan okuyucular neredeyse her zaman yazdıklarının senin başından geçmiş olduğunu düşünür. Bu gayet doğal,çünkü o öyküleri uydururken onları anlatıcının başına gelmiş gibi yazman gerekir. Eğer bunu yeterince iyi kotarırsan, okuyucuyu da olayların kendi başından geçtiğine inandırabilirsin. Böylelikle asıl hedefine yaklaşır,öykünü her türlü gerçekliğin ötesinde gerçek kılarak okuyucunun yaşantısına dahil olmaya ve hafızasının bir parçası haline gelmeye başlarsın. Okurun öykü veya romanı okurken fark etmediği,ama ruhu duymadan hatıralarına ve deneyimlerine sızıp hayatının parçası haline gelen bazı şeyler olmalıdır. Bu da hiç kolay iş değil.”

Hemingway kendini bildiğinden beri yazar olma hayaliyle disipline ve motive olmuştur. O, anti-entellektüel görünümlü bir entellektüeldir. Yazarken meydan okur ve yazmayı bitirdiğinde güreşten galip gelmiş bir pehlivan gibi hisseder kendini. O, yazmayı hayatında yaptığı en zor şey olarak betimler bu sebeple yazınca hiç mutlu hissetmediği kadar mutlu hisseder kendisini. “Düz yazı yazarlığın en zor kısmıdır. Sırtını dayayabileceğin bir dayanağın yoktur. Elindekiler yalnızca boş sayfan,kalemin ve gerçekliğin kendisinden daha sahici şeyler yaratma zorunluluğundur,bu yüzden yapıyorum,yapınca mutlu oluyorum” der Hemingway. İyi yazmak için acı çekmek gerekir. Hemingway’e göre adamakıllı yazabilmen için ciddi ciddi incinmen gerekir zira Dostoyevski Sibirya’ya sürgün edilince Dostoyevski oldu. Hemingway’e bir yazar için küçük yaşta en iyi alıştırma nedir diye sorulduğunda mutsuz bir çocukluk cevabını verir.

Gerçek manada yazmak yalnız bir hayattır. İhtiyar Adam avına yalnız gitmek ister. Hemingway’e göre cemiyetler yazarın yalnızlığını bir ölçüde hafifletse de sanmıyorum ki yazısını iyileştirsin. Yazar yalnızlığını üzerinden attıkça sosyal çevrelerde itibarı artar ama genellikle yazdıkları kötüleşir. Çünkü bu iş yalnız yapılan bir iştir ve eğer yeterince iyi bir yazarsa her gün ya ebediyetle yahut ebediyetin yokluğuyla yüzleşmek zorundadır.


Hemingway’in Yazma Üslubu

Hemingway’ in olayları daha çok kendi iç alemine bir seyahattir ve dünya ile olan dinamik ilişkisini sergilemektedir. Onun yazarlık keşfi, bilinçaltının derin katmanlarında bir keşiftir.Hemingway’in yazı üslubu genellikle övgü veya yermeye dayanır ve eserlerinde şiddete olan eğilimini rahatça görebiliriz. Güneş de doğar adlı eseri Hemingway’in macera dolu hayatından alınmış vakalarla ve gerçek şahıslarla doludur.

Hemingway’in efsanevi kişiliği kendi kurgusal tema ve karakterleriyle ayrılamayacak bir derecede bütünleşmiştir. Okur Hemingway’ i yaşayan bir realite olarak kabul etmiş ve kendi yaşam alanlarında Hemingway karakterini benimsemişlerdir. Hemingway’in kahramanları, tıpkı Hemingway gibi, yaptıkları eylemle özdeşleşir, eyleminin sorumluluğunu alır, kendi varoluşlarını haz ve ciddiyet üzerine kurar, bir işi yaparken sadece onunla meşgul olur ve her ne yapıyorsa en iyisini yapmaya çalışır: balık avlamaktan bir köprüyü uçurmaya kadar, bütün eylemlerin nabız atışlarını tutan Hemingway’in ayakları yere basan anlatısında dillendirilmeyen ama sezilen bir derinlik vardır: yenilgi, umutsuzluk, ölüm korkusu ve her şeyin boş olduğu duygusu. Hemingway de karakterleri de derinlikte boşlukta savrulmamak, kaybolmamak, “baskı altında zerafet”lerini kaybetmemek için etiğe gereksinim duyarlar.Edebiyat çevrelerince kendi kişiliğini eserlerindeki karakterlerden tam anlamıyla ayıramayan Hemingway ,bir yazar için estetik bir kusur taşıyormuş gibi değerlendirilmiştir. Oysa Hemingway’e göre yazar bir roman yazarken karakter değil yaşayan kişiler yaratmalıdır. Zaten her yazar eserlerinin çoğunda vardır. Ama bu o kadar basit değildir. Karakter bir karikatürdür. Yazarın makaleler halinde ucuza satabileceği entellektüel kanaatlerini bir kitaptaki kişiler olarak sunulunca daha çok kar getiren yapay yaratım karakerlerin ağzına koyması karlı bir kariyer seçimi olabilir ancak katiyen edebiyat değildir. Kitaptaki kişiler ustalıkla oluşturulmuş karakterler olmamalı, yazarın özümsediği deneyimlerden, birikiminden, kafasından, kalbinden, varlığının her zerresinden çıkmalıdır.

Sonuç olarak, Hemingway, Amerikan edebiyat geleneğinin taşıyıcısıdır. Düz yazılarının derin bütünlüğü çağdaşlarını etkilemiştir. Yalnızca eserleriyle, üslubuyla değil yaşantısıyla da dikkatleri üzerine çekmiştir. Hemingway ki savaşta yaralanmış, uçak kazaları geçirmiş, İspanya’da ambulans sürücüsü, safariler ve seyahatlerle kendini oyalayan adam. Hareketin asla aksiyon olmadığını söylemişti fakat hayatı maceranın, aksiyonun şahını yaşamıştı. Hemingway’i Hemingway yapan esasında yaşadıklarıdır. O yazdığı tüm eserlerinde kendi tecrübelerinin esintilerini okura hissettirmek istemiştir. Karakterleri de kendi kişisel özelliklerini hatta yalnızca kişisel değil fiziksel özelliklerini de, acılarını,özlemlerini, geçmişte yapmak istediği fakat yapamadıklarını yansıtan karakterlerdir. Savaş, Deniz, Balıkçılık, Kadın gibi temalar onun gündelik yaşamında da vuku bulan, sık rastlanılan temalardır.

Hemingway, betimleyici,gerçekçi yazı tarzını farklı yönde kullanmıştır. Kendine has üslubuyla, etiğiyle, duruşuyla buz dağının altında yatan kısmını anlatması,betimlemesi sebebiyle diğer gerçekçi yazarlardan ayrılır. Hemingway’in bir diğer kendine has üslubu kurduğu basit ve akıcı cümlelerdir.Fakat eleştirmenler onu kısa yazmasından dolayı eleştirmişlerdir. O bu duruma çok güzel bir cevap verir: ”Tolstoy gibi yazarak daha büyük daha bilgece falan filan hale getirebilirdim. Ama hemen sonra Tolstoy’u neden atlaya atlaya okuduğumu hatırlıyorum... Tanrı gibi yazmaktan hoşlanmıyorum. Eleştirmenler bunu beceremediğimi varsayıyorlar,halbuki tek sebep istememem.”


Selvi Özer



Kaynakça:

-Demir, Gökhan Yavuz, Ernest Hemingway veya
Kendi Gölgesinde Kalmak, IANEdebiyat dergisi,  2015, Mart.

-Hemingway, Ernest, İhtiyar adam ve Deniz,çev. Orhan Azizoğlu, Bilgi yayınları, Ankara, 2006.

-Hemingway, Ernest, Yazmak Üzerine, haz. Deniz Cansever, çev. Deniz Kurt, Altıkırkbeş yay. İstanbul, 2015.

-Johnson, Paul, Entelektüeller, çev. Ayşe Polat, İstanbul, Paradigma yay, 2008.

-Löwit Earl, Gerry Brener, Ernest Hemingway, ABD dergisi.











Borges ve Görmek

$
0
0

Gözlerimi kapattım – gözlerimi açtım ve Alef’i gördüm.

borges

Görmek, yaşamımızı en çok kolaylaştıran ve de en karmaşık duyularımızdan. Görme eylemi “zihinlerimize yalnızca bu duyuya özgü olan renk ve ışık ideleri ile ışık ve renklerdeki çeşitlilikler, uzay, şekil ve harekete ilişkin çok farklı ideler iletilmesi” (Locke 2000, 196) ve bunun beyin tarafından algılanıp yorumlanmasıyla gerçekleşir. Görme duyusu sınırlı ve “önyargılara en açık duyumuzdur. Alışkanlık sonucu bir görünüşten diğer bir görünüş algılayabiliriz. Çoğu kez, sıklıkla duyumsadığımız şeylerde, yerleşik bir alışkanlıkla, ön yargı o kadar çabuk ve sürekli devreye girer ki duyumumuzun algısını yargımızla oluşturulmuş bir ide olarak ele alırız. Öyle ki, duyumla algıladığımız yalnızca diğerini ortaya çıkarmaya yarar ve pek dikkate de alınmaz. Çok erken yaşlarda edindiğimiz alışkanlıklar bizde önünde sonunda sıklıkla gözümüzden kaçacak eylemler yaratır. Günde kaç kez karanlığı algılamaksızın gözlerimizi kırpıyoruz dersiniz.”(Locke 2000, 198) Oysa Toplumsal zihin yapımızın aynası olan dil, bizlerin görme duyusunu nerdeyse düşünmek ve anlamakla özdeşleştirdiğini, görmenin bilmek için temel gereksinim olduğu düşüncesinin genel kanı halini aldığını ortaya koyuyor. Gündelik konuşmalarımızda da bilmek, gerçekleri algılamak; görme yetisiyle bağıntılı sözcüklerle açıklanır. Temel gerçeklik göze indirgenmiştir.

Anlam ve gerçeklik açısından “açık ve belirsiz” diye adlandırdıklarımız üzerinde derin düşünürsek bu adlandırmalarda da temel unsurun görme yetisiyle ilişkilendirildiği, sınırlandırıldığı görülür. Aydınlatmak, ışık tutmak, göstermek, berraklaştırmak kelimeleri bu örnekler arasında sayılabilir. Nitekim Türk Dil Kurumu’nun hazırlamış olduğu sözlükte görmek kelimesinin;

1-Göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek.

2-Anlamak, kavramak, sezmek” anlamları verdiği belirtilmiş.

Gerçekliğe, anlam’a anlam yükleyen görme duyusu değil, aksine görme duyusunu anlamlı hale getiren, gerçekliktir. Söz gelimi ışık kırılması sonucu oluşan yanılgılar ve perspektif deneyim olmaksızın yalnızca görme duyusunun rehberliğinde yanlış algılanabilecek olgulardır. Hakikatin gözle görülerek algılanabileceği yanılgısı yalnızca bize özgü değil, neredeyse evrensel bir yargı. En basit örneklerle açıklayacak olursak İngilizce’de “ i see” ifadesi çoğu kez “anlıyorum” anlamında kullanılır. Fransızca’da “je vois” “görüyorum, anlıyorum, biliyorum” anlamı da veriyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

O halde hakikat için görmek şart mı? Gözler görmek eylemi için yeterli mi? Görmeden anlamak mümkün değil mi ya da şöyle söyleyelim görmek; anlamak, temel gerçeğe ulaşmak mıdır? Bu yazımızda Borges’in eserleri ve yaşamı ışığında bu “görüş”e yaklaşımını, körlüğünün eserlerine yansımalarını incelemeye çalışacağız.


Madde ve İnsan

Ortaçağ insanı her şeyi anlamsızlaştırılmış bir soyutluğa taşıyıp sonunu getirdiğinde yerini bu kez bütün evrenini maddeler, nesneler üzerine kuran yeni bir insan biçimi doğmuştu: modern insan. Bütün evrenini görme yetisi üzerine kurmuş, “adsız yetke”(Fromm 1996 ,96) tarafından görsel imajlar ve sembollerle komuta edilen meta- fetişist insan, görme duyusuna hitap eden vitrinler, levhalar ve monitörler arasında sıkışıp kalarak kendi de bir madde halini almaya başlamıştır.

Bu nedenle insanın varoluşunu sorgulayan sanatçıların başvurduğu yöntemlerden biri de absürd ve alışılanın dışında olanı yansıtmak, nesnenin çizgilerini ve renklerini bulanıklaştırmak olmuştur. Kimi bunu insanı bir böcek olarak düşleyerek yaparken kimi resimlerinde ve filmlerinde asimetrik öğeler kullanarak yapmıştır. Modernleşmenin büyük hız kazandığı 1900’lü yılların ortasında en önemli eserlerini veren Borges de varoluşu kurcalayan sanatçılardandır.



Gölgeye ve Bulanıklığa Övgü
24 Ağustos 1899’da Buenos Aires’de dünyaya gelen Jorge Luis Borges edebiyata yön veren yazarlar arasında anılır. “Öykülerinde gerçekliğin çizgilerini ustaca belirsizleştirir.”(Woodall 1997,344) Görünen algılanan evrene kuşkuyla yaklaşarak okuyucuya hakikatin varlığını, görünenin kesinliğini sorgulatır. O sonsuza ve bitimsize inanır ve görme duyusu sonsuzu algılayabilecek yetide değildir.

Borges’in görme yetisini tam anlamıyla kaybettiği yıl her ne kadar 1955 olsa da Borges hiçbir zaman sağlıklı biçimde görememiştir. 1938 noeli arefesinde (tam olarak görme yetisini kaybettiği 1955 yılından 19 yıl önce) “binanın merdivenlerinden koşarak çıkıyordu. Anlaşılan asansör çalışmıyordu. Koşarken, bir pencereye çarptı; pencere yeni boyanmıştı ve açıktı – kuruması için menteşelerinden merdivenlere doğru açılmıştı. Borges pencereyi görmedi. Yalnızca bu bile gözlerinin ne durumda olduğunu anlatmaya yeterlidir.” (Woodall 1996, 182 ) Kırılan camlar kafasına girdiğinde yara mikrop kapar ve bu yara onun ölümle burun buruna gelmesine neden olur.(Woodall’ın aktardığı bu olayı Borges “ Güney” adlı öyküsünde Dahlmann adlı karakterine yaşatır.) Göz ameliyatları daha 1927’de başlayan Borges “1954’e dek sekiz ameliyat geçirmiştir. Öyle ki çocukluktan sonra gözlük takmaya bile gerek duymayacak”(Woodall 1996, 182) kadar vahimdir durum.

Körlük hakkındaki genel yanılgılardan biri de körlüğü karanlıkla özdeşleştirmektir. Oysa körlük ve karanlıkta özdeş olan tek şey körlükteki bulanıklığın ve karanlığın biçimsizliğidir. Nitekim Borges bu fikre şu cümlelerle karşı gelir: O kadar çok şey yitirdim ki, hesabını yapmam olanaksız, ve şimdi bu kayıpların bana ait olan tek şey olduğunu biliyorum. Sarıyı ve siyahı yitirdiğimi biliyorum ve bu olanaksız renkleri, görenlerin düşünmedikleri gibi düşünüyorum. (Gölgeye Övgü/ Düne kavuşma, s. 357)

Kendi Kendisiyle konuştuğu “Öteki” öyküsünde ise körlüğünü bu şekilde tanımlar.


borges
Evet. Benim yaşıma geldiğin zaman, görme duyunu neredeyse tamamen kaybetmiş olacaksın. Yalnızca sarı rengi, gölgeleri ve ışıkları ayıt edebileceksin. Tasalanma, yavaş yavaş artan körlük pek trajik değil. Ağır bir yaz akşamı gibi. (Kum kitabı / Öteki, s.16)

“Ve bu olanaksız renkleri görenlerin düşünmedikleri gibi düşünüyorum.” diyerek, körlüğü, görme yetisine sahip insanların nitelediğinin aksine bir avantaj olarak ele alır. Gördüğünü iddia eden insan, bu renkleri bir kör kadar berrak düşünemez. Devamında yalnız ölen bizimdir, bizim olan yalnızca yitirdiğimizdir diyerek körlüğünü ne kadar benimsediğini anlatır şiirlerinde ise bu söylemi daha yukarı taşır ve körlüğe bir lütuf yakıştırması yapar.

kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın / bu lütfundan yüce tanrının / bana ilahi bir şaka yaptı / kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı. (Armağanlar Şiiri)

Hem anneannesi hem babası gözlerinin önünde kör olan Borges öykülerinde olduğu gibi bir çok şiirinde de körlüğe değinir. Karanlığa övgü adlı şiirinde şu dizeler onun körlüğünün aşamalarını ve körlüğe bakış açısını en iyi anlatan dizelerdir.

…Abdera’dan Democritus oydu
gözlerini, hiç değilse bir kez
Democrıtus’un kendi olduğunu düşünmek için…

…Yaşıyorum; belirsiz, karanlıkta parıldayan
şekiller arasında, henüz yeteri kadar
karanlık olmayan…(Çeviri: Ömer Cem Demirci)

Her fırsatta algılanan evrenin güvenilmezliğinden dem vuran Borges “Güney” adlı öyküsünde şahit olduğu bir kavgayı anlatır. Ancak daha sonra bu olayı anlatırken bu anıyı ona anlatılanlar aracılığıyla aktardığını söyler. “Bir adamın öldürüldüğünü görme fırsatım oldu Amorim' le bir bardaydık ve yanımızdaki masada çok önemli bir kişinin koruması bir capanga oturuyordu. Bir sarhoş ona fazla yaklaştı ve capanga oyna iki el ateş etti. Ertesi sabah o capanga aynı barda oturmuş içki içiyordu. Bütün bunlar yanımızdaki masada olmuştu ama size bana sonradan anlatılanı söylüyorum o anı kafamda realiteden daha berrak.”(Woodall 1997, 163) çünkü “yalan sözlerde değil şeylerdedir.” (Calvino 2008,106) Bu anlatının realitesi görünenin realitesinden daha sağlamdır; belki de bu nedenle bize öyküler “anlatarak” daha sağlam gerçeklikler oluşturmak istemiştir.

Borges körlüğü, körlüğün yarattığı bulanıklığı sever çünkü bu sayede sınırları ve çizgileri olan nesnelerle ufku daralmaz, bu gerçekliğin sınır(sızlığ)ını kendi düş gücüne bırakır. “Güzel kadınları sever özellikle yüzleri çirkinse, çünkü o zaman onlara istediği güzel yüzü uydurmakta özgür olur.”(Woodall 2008,164) Belki de bu nedenle en sık kullanmayı tercih kelimeler öykülerinin konuları bu bulanıklık üstüne kuruludur.


Alef

Borges’in en sık kullandığı kelimeler arasında maske, labirent, ayna, kum, gölge, satranç kelimeleri sayılabilir. Bu kavramlar dahi Borges’in evrenine “ışık tutma”mıza yardımcı olur. Dikkatle ele alındığında bu kelimelerin bir diğer görünmeyeni işaret ettiği “görülür”. Neredeyse soyut anlam taşıyan kelimelerdir bunlar. Labirentin içinde bulunan kişi labirentin tümünü algılayamaz çünkü labirent çokluktur ve çokluk belirsizliği, bulantıyı doğurur. Tıpkı Alef gibi aynı anda birçok çeşitlilik, farklılık gösterir. “Bütün dünya zaten bir labirent”tir (Borges 2014, 156) Tüm bu kavramlar Alef’i en açık bulduğu şeylerdir. Tüm yeryüzü yalnızca bir simgeler oyunudur ve her şey bir başkası anlamına gelir.

Borges gündelik yaşamında da Alef’den izler bulabildiği bütün nesneleri ilginç buluyor ve onlarla meşgul oluyordu; bu ona daima zevk vermiştir.

“Borges martta bulduğu ve onu çok etkileyen bir -kaleideskop- oyuncaktan esinlenerek yazdığı bir öykü üzerine harıl harıl çalışıyordu. Borges oyuncağa “Alef “ adını verdi. Bir ucundan baktığınızda şekillerin çiftleştiğini üçleştiğini görüyordunuz… Renkli parçalardan oluşan minik evrenler sonsuzluğu akla getiriyordu.” (Woodall 2008, 234)

Öyküde “çapı birkaç santimden fazla” olmayan Alef “tüm alemi gerçekten ve eksiksiz içerir.”(Borges 2013,190)”Yeryüzündeki bütün yerlerin her açıdan açık seçik birbirine karışmadan göründüğü tek yer, evrendeki tek noktadır. Evrendeki bütün öteki noktaları içerir.” (Borges 2013, 190) Alef’i görmek için karanlık şarttır. “Görüş açısının tam bir karanlık, tam bir hareketsizlik içinde belli bir noktaya ayarlanması gerekli”dir. Çünkü” hakikat direnen bir zihne zorla girmez. Eğer evrendeki her yer Alef’in içindeyse, o zaman bütün yıldızlar, bütün lambalar, bütün ışık kaynakları da içindedir.” (Borges 2014, 187) Alef’i gördüğü anı “Gözlerimi kapattım – gözlerimi açtım. ve Alef’i gördüm” cümleleriyle anlatır Borges. Yazı konusunda ustalığını yine kanıtlamış, bir ifadeyle birçok şeyi anlatmıştır. Cümlede ilk amaç; gözlerini açması ve kapaması arasında geçen Alef’i yani tüm evreni görebildiği kısacık zamanı anlatmak, bir diğeri bu iki eylemin eş değer olduğunu belirtmektir. Gözleri kapamak, gözleri açmaktır.

Çoğumuzun” muzdarip” olduğu bir meseledir bu. Kafamızı yastığa koyduğumuzda bu dünyada sıkıntı veren algı ve hareket yasaları ve sınırlarından ayrıldığımızda basan kasvet. Gözler kapanır ve gerçekler ortaya çıkar. Bu kasvet yastığın kerameti değil; karanlığın hediyesidir. İnsanın nesnelerin girift dünyasına dalınca unutacağı, çarkların dişleri arasına kıstıracağı bir hediye.

Ancak bu sonsuzluk Boges’i aynı zamanda ürkütür çünkü hayret uyandırıcı olduğu kadar katlanılması güçtür, dehşet vericidir. Öyle ki Alef’i gördüğünü belirten karakter uykunun getireceği unutkanlıktan medet umar. İstediği unutmaktır. Borges bu nedenle çokluğu Alef’i katlanılması zor bulur bu nedenle Alef’i çağrıştıran yansımalardan ve yanılsamalardan nefret eder. Yaşadığımız yeryüzü bir yanılgı, kaba bir yansılamadır. Aynalar ve babalık iğrençtir, çünkü bu yanılgıyı onaylar ve çoğaltırlar. Bulantı temel erdemdir. (Gölgeye Övgü / İğrenç Aynalar, s.61 )

(Aynalar ve babalık tiksindiricidir, çünkü çoğalırlar ve bu evreni parçalara bölmektir. (Woodall 1997,192))

“Zahir” adlı öyküsünde Zahir adlı para da tıpkı Alef gibidir; çok ve sonsuzdur. Onu gören, görme duyusunu aşar ve her iki yüzünü birden görebilir ancak katlanılması mümkün değildir. Çünkü insani duyuların algılayabileceğinin çok üstündedir. Yazar öyküyü “Belki de o paranın ardında Tanrı’yı bulacağım.” cümlesiyle bitirir. “Adı belli” “gözle görülür” anlamına gelen (Borges 2014;138) zahirin Tanrının adıyla karşılanmasıyla yazımızın başında belirttiğimiz gibi görmenin bilmekle özdeşleştirilmesi kast edilmiştir. Zahir sözüyle bilinen, asıl gerçek olan kast edilmiştir. Ancak görme yetimiz zahiri görmede yetersizdir.


Körlüğünün Öykülerindeki İzleri

Nöroloji profesörü Oliver Sacks, 7 farklı nörolojik vakayı anlattığı “Marsta Bir Antropolog” adlı kitabın körlerin dünyasına” ışık tuttuğu” “Görmek ve Görmemek adlı bölümünde görme işlemine yarayan tek uzvun gözler olmadığını, hatta asıl lütfun Borges’in de katıldığı gibi bazen görmemek olabileceği durumları anlatırken şunları söyler.

Körlerde çoğunlukla mesafe kavramı oluşmaz, mekan ve büyüklük kavramları yoktur. John Hull, TheTtouching Rock’da kendisinden ve bütün körlerden “ zamana ait” kimseler olarak söz eder. Ve devam eder. Körlerde belirli bir yerde bulunma hissi çok azdır… Uzam kişinin bedenine indirgenmiştir., bedenin pozisyonu da yanından geçilen nesnelere göre değil hareket ettiği süreye göre belirlenir. Böylece konum, zamanla ölçülür… Kör için konuşmayan biri orada değildir… İnsanlar hareket eder, zamana aittirler, gelir ve giderler. Hiçlikten gelir ve kaybolurlar.(Sacks 2001, 152)

Borges eserlerinde de mekan önemsiz bir unsurdur. “Eşikteki adam” adlı öyküde anlatıcının kullandığı cümle bunu doğrular gibidir: “Anlatacağım olayların geçtiği coğrafyanın (dedi Dewey) pek önemi yok.”Borges 2014, 169) Gerçekten de mekan Borges öykülerinde bazen Merv (Türkistan), bazen Nişabur, bazen Londra, Çin, Babil, İran veya dünyanın herhangi bir yeri olabilir. Mekan tasvirlerine çok ender rastlanır. Çünkü mekan belirtmek sonsuzluğun belirsizliğine ve Alef’e de darbe olacaktır. Gerçek mekan ile kurgusal mekan arasındaki sınırları bulanıklaştırır. “Labirentinde Ölen Kral İbni Hakan el-Buhari” adlı öyküde Londra kurguyla adeta bir masal şehrine döner. Daima masalsı zamanlara orta çağa ve daha gerisine yolculuk ederken geçmişe gitmek yerine onu içinde bulunduğu ana taşır. Borges gündelik yaşamında da mekanı pek önemsemez, büyük odalar yerine “küçük odaları tercih eder.” (Woodall 1997,311)

Dr. Sacks ilerleyen sayfalarda ise körlerde “Funes Bellek” öyküsünde Funes’in de kapıldığı bir rahatsızlığı aktarır.

(Görme yetisine sonradan kavuşan) Cezanne bir zamanlar şöyle yazmıştı.” Farklı açılardan bakılan bir nesne son derece ilginç bir çalışma konusu olabilir; bu çalışma o denli uzayabilir ki, aylar boyunca yerimden kalkmadan, sadece sağa ve sola eğilerek vakit geçirebilirim.(Sacks 2001,155)

Funes için de durum aynıdır.

Köpek cinsi simgesinin farklı boy ve biçimde birbirine benzemeyen bir suru yaratığı kapsamasını anlamasının güçlüğünün yanı sıra; saat üç on dörtte (profilden) gördüğü köpeğin, üçü çeyrek gece (cepheden) gördüğü köpekle aynı adı taşıması onu rahatsız ediyordu. Aynada kendi yüzü, kendi elleri her seferinde onu şaşırtıyordu. ( Gölgeye Övgü / Funes Bellek, s.118)

Yazarın karanlığa ve körlüğe en çok göndermelerde bulunduğu öykülerinden biri “Tanrının El Yazısı”dır. Öyküde bir rahibin karanlık zindanda ışığı bulması ve Tanrı’nın daha yaratılışın ilk gününde yazdığı, kötülükleri savuşturacak güçteki tılsımlı kırk hece on dört sözcükten oluşan cümlesini okuyabilmesi anlatılır. Rahip tüm yaşamı boyunca çözemediği sırrı karanlığa hapsedilince bulabilmiştir. Söz konusu cümleler şunlardır;

Dağ ve yıldız, bireydirler ve birey yok olur. Daha direngen daha etkili bir şey arıyordum ben… Belki de o tılsım sonunda benim yüzüme yazılacaktı belki de arayışımın bitimi kendimdim. (s.145 )

Karanlıkta yattığım yılların sayısını unuttum. (s. 143)

Bir gün ya da bir gece- benim günlerim ve gecelerim arasında ne ayrım olabilir ki? (s.146)

Karanlığın her döneminde bir ışık bağışlanıyordu. (s.144)

…Karanlığı ve taşı kutsadım (s.147)

Kendi karanlığımda, bildiklerimin tümünü anmaya çalıştım. (s.144)

Bir gece çok özel bir anın eşiğine yaklaştım. (s. 144 )


Bir Kurtuluş Olarak Körlük

Borges gerçeği ve kurguyu harmanlayarak okuyucuyu şaşırtmaya bayılır. Borges bir Alef; öyküleri ise onun yansımalarıdır. Öyle ki Borges’in yaşamını, kitap zevkini, en sevdiği, düşünürleri, anılarını öykülerinden takip etmek mümkündür. Öyküleri onun yaşamına yapılan göndermelerle doludur. Bazı hikaye karakterlerine kendi arkadaşlarının adını verir; kiminde karakter bizzat kendisidir. Bu nedenle öykülerini tam anlamıyla anlamak için birçok öyküsünü okumak gerekebilir.

Kurtarıcım nasıl olacak, diye sorarım kendime. Bir boğa mı, yoksa İnsan yüzlü bir boğa mı olacak, belki de ? Yoksa benim gibi mi olacak? (Alef / Asterion’un Evi, s.103)

Borges’in bu cümlelerle anlatmak istediği şey “Gölgeye Övgü” kitabındaki şu cümlelerin okunmasıyla daha iyi anlaşılır.

Onlara son derece yüksek görünen üç karaltının geldiğini gördüler: üç insan karaltısından ortadakinin başı boğa biçimindeydi. Daha yakınlaştıklarında bunun bir maske öteki ikisinin de kör olduğunu anladılar. Biri (1001gece masallarındaki gibi) bu tansığın nedenini sordu.”kör onlar diye açıkladı maskeli adam, çünkü yüzümü gördüler. (Gölgeye Övgü /Maskeli Kumaş Boyacısı Merv’li Hakim s.58)

Bu öykünün “ışığında” cümleler açıklığa kavuşur. Öyküde karaltıda beliren iki adam kör olmuştur, bunun nedeni maskeli adamı (Merv’li hakimi) görmeleridir. Borges de boğayı gördüğünde tam olarak körleşecektir; bu onun kurtuluşudur. Kurtuluşu körlükte gören Bugün “bana “tek bir düşünür seç kendine” deseler, Schopenhauer’i seçerim. Eğer dünyanın gizleri sözcüklerle dile getirilseydi, o sözcükler sanırım Schopenhauer’ın yazılarında yer alırdı.” dediği Schopenhauer’in bu değerlendirmelerine katılacağı aşikar.

…algı yoluyla dış dünyanın bilgisi, nesnelerin idrakıdır. Şimdi bilincimizin bir yanı ne kadar öne çıkarsa diğer yanı o kadar geri çekilir. Dolayısıyla biz bu esnada kendimizin ne kadar az bilincinde olursak başka şeylerin bilinci veya algı/kavrayış bilgisi o kadar kusursuz, diğer bir deyişle, o kadar nesnel hale gelir işte gerçek çatışma burada baş gösterir. Nesnenin ne kadar fazla bilincindeysek öznenin o kadar az bilincinde oluruz; diğer yandan bu sonuncusu bilincimizi ne kadar işgal ederse dış dünya algımız/kavrayışımız da o kadar zayıf ve kusurludur (Schopenhauer 2013, 9-10)

borges
*Bunun yanı sıra, bir yazarın hayatı, yalnız olandır.

Borges körlüğe kavuşur. Bir armağan bir lütuftur körlük, görmemek. Körlüğü onu bakmak istediği yere çevirmiştir (Woodall 1997, 355); kendi içine. Ben’in labirentinde gezerek beden maskesinin görünmeyen yüzüne bakmaya çabalar. Bir süre sonra Halacı Mansur’un anlayışına benzer bir anlayışa ulaşır; En-el hak ( Ben hak-i-kat-im ) düşüncesiyle hakikati kendinde arar. “Ölümsüz” adlı öyküsünde "Ben de tanrıyım, ben kahramanım” bu düşünceye en yakın söylemlerinden biridir. (Borges 2014,55) “Kabala” öyküsü de aynı fikri barındırmaktadır.

“... bütün yaratıklar büyük ruh göçlerinin sonunda geri dönecekler ve bir zamanlar içinden çıktıkları Tanrı’ya karışacaklardır.” (Borges 2014, 112) Çünkü içinde yaşadığımızı sandığımız dünya gerçek değildir. “Herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı tasavvur edilemez alem’de”(Borges 2013,191) dinginlikle, alçalmayla, korkuyla keşfedeceğimiz şey, gerçek sandığımızın muamma ve belki de yanılgı olduğudur.


Ayşe Çetin



Kaynakça


BORGES, Jorge Luis (1994), Gölgeye Övgü, (Çev.)İletişim Yay. İstanbul

BORGES, Jorge Luis (2000), Kum Kitabı, (Çev.Münir H. Göle)İletişim Yay. , İstanbul

BORGES, Jorge Luis (2013), Alef, (Çev.Fatih Özgüven, Tomris Uyar, Fatma Akerson, Peral Bayaz Charum) İletişim Yay. İstanbul

BORGES, Jorge Luis (2014), Evaristo Carriego, (Çev.Peral Bayaz Charum) İletişim Yay. ,İstanbul

BORGES, Jorge Luis (2014), Yedi Gece, (Çev.Celal Üster), İletişim Yay., İstanbul

CALVİNO, Italo (2008) Görünmez kentler, (Çev. Işıl Saatçıoğlu),Yapı Kredi Yay, İstanbul

FROMM, Erich, (1996),Özgürlükten Kaçış (Çev. Şemsa Yeğin) Payel Yay., İstanbul

LOCKE, John,(2000) İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme (I.-II. Kitap), Çev.Meral Delikara Topçu, Öteki Yay., Ankara

SACKS, Oliver(2001) Mars' ta Bir Antropolog , (Çev.Osman Yaner) İletişim Yay, İstanbul

SCHOPENHAUER, Arthur, (2013), Güzelin Metafiziği Sanatın ve Güzelin Sırları , Çev. Ahmet Aydoğan) Say Yay. İstanbul

Türk Dil Kurumu,(2005), Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara

WOODALL, James,(1997) Kitabın Aynasındaki Adam : Jorge Luis Borges: Bir Hayat, (Çev. Armağan Anar) İletişim yay., İstanbul

Gülten Akın Şiirinde İkinci Yeni Etkisi

$
0
0

gülten akın

Gülten Akın 1933 yılında Yozgat’ta doğmuştur. Bu yıllar Türk ve Dünya tarihi açısından sıkıntılı günlerin yaşandığı ekonomik buhranların insanların hayatını derinden etkilediği yıllardır. Akın ilkokulun belli bir dönemini Sorgun’da okuduktan sonra on yaşında ailesiyle Yozgat’tan çıkar ve Ankara’ya yerleşirler. “Yozgat benim çocukluğumda Ankara’ya 8-10 saatte gidilip gelinen bir kentti. Şimdi otobüsle üç saat sürüyor. Kurtuluş savaşı sırasında bir hafta çekermiş, dedem anlatırdı.’’ (Kabacalı, 2004: 13)

Akın’ın hayatında dedesinin ayrı bir yeri var her akşam masallar anlatan şiirler yazan dede Küçük Akın’ı oldukça etkiler. “Dedemi en çok severdim. Ana yanından Rumelili, iri yarı, ev içine somurtkan, sevdiklerine ve dostlarına çok konuşkan ve nükteli.’’ (Kabacalı, 2004: 15)

Gülten Akın, eğitim hayatını Atatürk kız lisesinde sürdürür, yüksek öğrenimde Edebiyat okumak ister fakat Hukuk fakültesini okur ve bu bölümden mezun olur. “Liseyi bitirmiştim ama yaşamda yeniden ağırlaşmaya, maaşlar yetmemeye başlamıştı. Evlerin kadınları, kızları daha büyük sayılarda devlet arşivlerini dolduruyordu. O yaz iş aradım. Oysa tıp fakültesine gitmeyi düşlüyordum. Çapa Yüksek Öğretmen sınavını kazanmıştım. Edebiyat okuyacaktım. Gidemedim. Hukuka yazıldım.’’ (Kabacalı, 2004: 19)

Hukuk fakültesini bitirdiği yıl evlenir. Eşinin kaymakam olarak bulunduğu Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş’ta öğretmenlik ve avukatlık yapar. Beş çocuk annesidir. Gezdiği şehirler onun şiir yaşamının unutulmaz parçaları olarak kalacaktır. “14 yıl kadar kaldık, halkımdan, çocuklarımdan, öğrendiklerimi kitaplardan öğrendiklerimle bütünlemeye çalıştım.’’(Kabacalı, 2004: 20) Onu gezdiği yerler içerisinde en çok Maraş etkiler. Maraş’ın kendisini kolay kolay çağa teslim etmeyen yapısı şair için önemlidir. ”Geri kafalı mıyım? Uygarlığa karşı mıyım? Değil. Ama kentler de insanlar da özlerini, özelliklerini koruyarak değişmeli bence uygarlaşmanın gereği budur. Ötekine yozlaşma denir. Yabancılaşma doğurur ki ne biçim!’’(Kabacalı, 2004: 13) Akın 1972 yılında Ankara’ya yerleşir. Bir süre TDK’de çalışır. 1978 yılında emekliye ayrılır.

Her yazın insanında olduğu gibi yaşam, elbette ki Akın’ın yazım hayatına etki edecektir. Gülten Akın yaşamını Balıkesir’de sürdürmektedir.


Gülten Akın'ın Şiirinde Değişim Ve İkinci Yeni

“Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum

Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz

İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü

Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum

Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum

Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı

Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı

Evlerde, köşe başlarında değişmek diyorlar buna

Değişmek’’

(Cansever, 1998: 75)

Gülten Akın Türk şiiri içine bireysellik ekseninde giriş yapmış şairlerimizden biridir. Bireysellik ekseninde yazdığı şiirlerden sonra topluma yönelmiş ve bu yöneliş esnasında bazı şiir anlayışlarının etkisinde kalmıştır.

İlk olarak bireysellik kavramının ne olduğunu ele alırsak TDK sözlüğünde bu kavram “Ferdiyet, bir kişiyi benzerlerinden ayıran özelliklerin bütünü’’ olarak açıklanmaktadır. (TDK, erişim tarihi 12.05.2015 http://www.tdk.gov.tr.) TDK’nin açıklaması temel alındığında bireyselliğin, sadece kendini ifade etme ve bireyin tüm özelliklerine hâkim olması anlamında açıklandığı değerlendirilebilir. Bireysellik konusunda Doğan Cüceloğlu’nun açıklamasına bakılacak olursa “Bireyin kendine özgü özellikleri gerçekleştirmesi ve diğerlerinden farklı kimse olarak yaşamını sürdürmesi” (Cüceloğlu, 2000: 243) olarak değerlendirdiği görülmektedir. Bu açıklamalardan hareketle bireysellik kişinin farklılıklarını algılayıp yaşamın her alanında kendine özgü düşünceler geliştirmesi ve bu doğrultuda yaşaması olarak düşünülebilir. Bireyselliğin, birey üzerinden yansımaları her meslek ve sanat grubuna göre elbette ki değişme gösterecektir.

Bireysellik kavramını edebiyatımızda elbette ki Gülten Akın’la başlayan bir kavram olarak görmek mümkün değil, daha eskilere gidilecek olursa Türk şiirinde Divan şiirinden, Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Milli edebiyat ve Cumhuriyet döneminden bu konuya eğilim göstermiş veya bu eksende çıkış yapmış birçok şair bulunabilir.

İkinci Yeni şiir hareketini ve bu hareketin şiir anlayışı incelendiğinde, İkinci Yeni Türk edebiyatında 1950’li yılların ilk yarısında bir ön anlaşma olmaksızın, kendiliğinden doğmuş bir şiir hareketedir. Ortak bir manifestosu ve ortak bir yayın organı yoktur. Bu açıdan İkinci Yeni edebiyat tarihinde rastlanılan klasik edebiyat topluluklarına ya da edebi akımlara benzemeyen bir harekettir. Bu hareketin öncüleri olarak İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan ve Sezai Karakoç kabul edilmektedir. 


Bu şiir hareketinin kendinden önceki poetik çizgiden ayrılma yönünde büyük bir kırılma meydana getirdiği, Türk edebiyatında Tanzimat sonrası süreç içindeki egemen çizgiden apayrı bir poetik ark açtığı ve modern şiirin başlamasında önemli bir basamak olduğu, çağdaş şiirimizi derinden etkilediği benimsenmiş bir olgudur. Hareketin ortaya çıkışı konusunda İnci Enginün şunları söyler: “ İkinci Yeni 1955-1965 yılları arasında kendini gösteren ve ortak nitelikleriyle beliren bir akım değildir. Yeniyi deneyen, dünya görüşü, yetişme şekilleri ve beslenme kaynakları bakımından çok farklı olan şairlerin eserlerinde tespit edilen benzerliklere dayanılarak ona bu ad verilmiştir.’’(Enginün,1992:608)

İkinci Yeni Şiiri anlayış olarak birçok farklılığı barındıran bir yapıda gelişmiştir. Genel olarak sürrealizmin etkisinde kalmışlar, bilinçaltını, düşü, fanteziyi şiirin oluşum alanları içerisine almışlar, anlamın gizliliğini (okur seçen şiir),yeni sözcük üretimi ve dil değişimini benimsemişlerdir. İkinci Yeni, Türk şiirini temellerinden sarsan alışılagelen şiir anlayışını kıran bir şiir hareketidir. İkinci Yeni’nin getirdiği en önemli yenilik, önceki şiirin algılama biçimini yıkmak, dili yalnızca duyusal olanın anlatıcısı olma işlevinden kurtarmaktır. İkinci Yeni anlatmaktan ziyade hissettirmeyi hedeflediğinden soyutlamalara sık sık başvurulur. Çağrışımlar yapmak, alışılmamış bağdaştırmalar kullanmak ve dizeleri kırmak, karıştırımlar yaparak nesneler ya da duyguların işlevlerinde oynamalar, söz dizimlerinde farklılaşmalar, her okuyucu tarafından farklı anlam bulan şiir gibi değişik bir şiir tarzı yakalamışlardır.

Gülten Akın bu şiir anlayışının doğuş yıllarına gelen bir dönem de ilk şiir kitabını çıkartarak şiir ortamına giren bir şairdir bu açıdan ilk şiirlerinde ikinci yeni etkisinin yoğun olma ihtimali ve bireysellik ekseninden bu etkiyi ortaya koymaya çalıştığı düşünülebilir. Gülten Akın’ın ilk dönem şiirlerini barındıran Rüzgâr Saati Kitabından ve yapı kredi yayınları tarafından basılan 1956-1991 dönemi Gülten Akın toplu şiirlerini içeren eserden şiir incelemeleri yapılarak, İkinci Yeni şiir anlayışının Gülten Akın üzerindeki etkisi ortaya konulmaya çalışılacak.


Gülten Akın Şiirlerinde İkinci Yeni İzleri

“Kaçtık denizin bizi sarmayan sesinden

Denizin kış artığı sessizliğine’’

Gülten Akın


Gülten Akın’ın şiir anlayışın şu ifadelerle ortaya koymaktadır: ’’Hayatın ve doğanın benden geçen şiirlerini yazıyorum. Ozan dünyayı sık sık donduran ve gözleyendir. Aralıksız gibi sık, sinema gibi. Hem gerçek hem doğal devinim ayaklandığı, yeni bir düzene konduğu için, yepyeni bir gerçek. Ben bunu bir yerde geyik avcılığına benzetmiştim Şiir tutku içinde bir avdır. Avcıdan insan olduğu için acıma, iyi bir avcı olduğu için kesin bir öldürüm beklenir. Yanlış mı söyledim? Doğrusu şu ki: ozandan başka kimse bunlara aldırmıyor.’’(Akın,1983:19)

“Şiir en yalınından en soyutuna dek yaşamla ilintilidir. Anlam dışına düşeni bile.’’

“İkinci Yeni biçimsel bir arayıştı. Şiirimizin anlatım olanaklarını geliştirdiği yadsınamaz. Bir akımdı dersek, siyasal kısıtlığın zorladığı, batıya öykünmenin beslediği bir kaçış akımıydı da demeliyiz.’’(Akın,1983:213)

Sen bütün canlılardan uzaksın yalnızsın

Ay bacadan aştı uyumaz mısın?

Ayaklarının altında bir şeyler

Bütün gün ölüler gibi sustun

(Akın, 1996: 13)


Yitikler Gecesi adlı şiirinden alınan bu iki bölümdeki örneklerden şairin seslenişte kullandığı tekillik oldukça belirgin bir halde görülmesi mümkündür. Şiirin öznesi durumundaki “Sen” terk edilmişlik içerisinde ortaya çıkmaktadır. Bu şiirde özne kendini canlılardan uzakta ve yalnız hissetmektedir. Bütün gün ölüler gibi sustun ifadesiyle şair karıştırım yaparak farklı bir anlatım benimsemektedir.

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam

Elimi uzatsam tutsam götürsem

Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak

Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam

Olanca sevgimi yalnızlığımı

Düşünsem hayır düşünmesem

Senin hiç haberin olmasa

Senin hiç haberin olmaz ki

Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır

Bulutlar uçuşur geceleyin

Ben yağmura deli buluta deli

Bir büyük oyun yaşamak dediğin

Beni ya sevmeli ya öldürmeli

(Akın, 1996: 21) 

Deli Kızın Türküsü şiirinde Akın ben ve sen karşıtlığında bireyselliği ele almaktadır. Akın’ın, kendi kendine insanlardan habersiz başlatıp bitirdiği türküsünün son parçasıdır. Doğaya, yağmura, bitkilere, buluta dönüşün; çareyi doğanın kollarına atılarak bulmanın, yaşamak denilen bir büyük oyuna dönmenin veya dönüşmenin ifadesidir. Pastoral öğelerin yoğun olarak kullanıldığı bu şiir, şairin şiirine Yozgatlı oluşun izlerini aksettirmiş ve kadınsal duyarlılığı da ortaya koymuştur. Slogan üslup bu şiirde dikkat çekmektedir. İkinci Yeni şairlerinin de sık sık kullandığı bu anlatım şekli bu şiirin birçok dizesinde ortaya konmaktadır.

Şimdi insanların yalnız kolları var

Ve ben delice bir şey istiyorum

Şimdi insanların yalnız kolları var

Ve ben başımı koyuyorum

(Akın,1996:22)

Deli Kızın Türküsü şiirinin 2.bölümünden alınan bu kısımda şair, İkinci yeninin sık kullandığı hissettirme yapısına ve birden çok anlam çağrışımına başvurmaktadır. Şimdi insanların yalnız kolları var ifadesi kinayeli bir söyleyiş oluşturmakla birlikte görmenin ötesine geçmeyi de amaçlamaktadır.

Dokunup çekilen bir şarkı rüzgârla

Vakti yalanlıyor sıcak sıcak

Sinema dönüşü iş dönüşü yahut bahanesiz

Beyazın tam ortasında bekliyorum

Ya gelmezseniz ne olacak

Aynı şiirin bu kısmında da şair ’’Beyazın tam ortasında bekliyorum’’ İfadesiyle Cemal Süreya’yı anımsatan bir kullanımı ortaya koymaktadır.

Biri sormalıyım, yolumu göstermeli

(Akın,1996:52)


Rüzgâr Saati kitabından alınan bu ifade de Türkçenin söz dizimiyle oynayışın örneğiyle karşılaşılmaktadır.

“İlk kitap Rüzgâr Saat’inde şiir öznesi yakın çevresi içinde kalır. Şiirlerin çoğu sen ya da ben seslenmeleriyle geçer. Yakın çevredeki bireysel duygulanımlar yansır dizelere” (Kabacalı, 2004: 56)

Şair ilk şiir kitabında bir mantık çerçevesinde duyguları aktarmayı amaçlayıp bu doğrultuda dil kullanımı gerçekleştirmiş denilebilir. Bu şiirlerinde odağı “ben” olan bir hayatın kesitlerini yansıtır. Bu şiirleriyle Akın’ın bir denemeci minvalinde şiir yazdığı ve kendisini merkeze koyarak şiir yazdığı ortaya çıkmaktadır. İlk şiir kitabından sonra şiirlerinde topluma yöneliş belirgin bir halde görülmektedir.

Gülten Akın şiirinde sözcüklerin tanınmayışından değil kullanışlarından gelen bir anlam kapalılığı söz konusudur. Bu yönüyle de İkinci Yeni etkisinde şiirler yazdığı söylenebilir.

Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

Sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışarıdakilere

(Akın,1996:122)

Anlamsal kapalılık İlk Yaz adlı şiirde

Ben onu ne iyi yavaş yavaş

Dokunsam saklasam eskitsemdi

Nerden nasıl görmemle birlikte

Bunca kişi kullanıp eskitti

(Akın,1996,85)

Ve ‘’Eskiyen Karısı Adamın’’ adlı şiirlerde belirgin şekilde görülmektedir.

Akın’ın şiirlerinde göze çarpan diğer bir konu da ikinci yeni şairlerinin yaptığı gibi sözcüklere yeni çağrışım olanakları katmaktır. Telmih sanatından da sık sık yararlanmakta ve Edip Cansever şiirlerini hatırlatan şiirleri bulunmaktadır.

-İsayı çarmıha gerdilerdi

Sonra Platus ellerini yıkadı-

Ellerini yıkadın yıkamıştın

Bitmiş aşağıdaki genç adama ait

Bütün işler

Kameralar beyanatlar basın bültenleri

İşkence yoğun sürdüydü

O askıyı kuran, o akımı veren

Elbet sen değildin

Sen yalnız gözlerini kapadın

Ellerini yıkadın sen

Sonra bana uzattın biraz sıkıntıyla

Unvanın büyüdü kutlandın ödüllendin

Her şey sorulduydu, herkes şunu sustu:

Sonra o ellerle nasıl

okşadın kızını

Nasıl şiir yazdın?


Akın bu şiirde yerel söyleyişleri de kullanarak sözcüklere çağrışım gücü katmakta ve telmih sanatıyla anımsatmalar yapmaktadır. “Herkes şunu sustu’’ gibi değişik ifadeler kullanmaktadır.


gülten akın



Akın’ın Şiir Kitapları: 

Rüzgar Saati (1956)

Kestim Kara Saçlarımı (1960)

Sığda (1964)

Kırmızı Karanfil (1971)

Maraş'ın ve Ökkeş'in Destanı (1972)

Ağıtlar ve Türküler (1976)

Seyran Destanı (1979)

İlahiler (1983)

Sevda Kalıcıdır (1991)

Sonra İşte Yaşlandım (1995)

Sessiz Arka Bahçeler (1998)

Uzak Bir Kıyıda (2003)


Bestelenmiş Şiirleri:

Büyü Yavrum

Grup Yorum (1987), Edip Akbayram, Kemal Sahir Gürel (1988)

Deli Kızın Türküsü

Sezen Aksu (1993)

Siyah Beyaz (1989)

Sevinç Eratalay

Beni Unutma (1989)

Sevinç Eratalay


Akın’ın Aldığı Ödüller:

1955 - Varlık şiir yarışmasında birincilik ödülü

1964 - Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü

1972 - TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda Başarı Ödülü

1976 - Yeditepe Şiir Armağanı

1991 - Halil Kocagöz Ödülü

1992 - Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü

1999 - Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü

2003 - Dünya Gazetesi Yılın Telif Kitabı Ödülü

2008 - Erdal Öz Edebiyat Ödülü

Serhan Atabey

Attila İlhan 90 Yaşında!

$
0
0

attila ilhan

Kadıköy Belediyesi tarafından düzenlenen Attila İlhan'ı Anma Etkinliği 12 Ekim Pazartesi akşamı saat 20:00'de Caddebostan Kültür Merkezi'nde gerçekleşecek!

''Tüm Dünyayı Kucaklamak İstedim; Kollarım Yetişmedi.''

$
0
0

özdemir asaf


Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından hazırlanan “Bir Usta Bir Dünya: Özdemir Asaf "Tüm dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi" Sergisi, 1 Ekim’de Caddebostan Kültür Merkezi'nde açıldı!

Şairin fotoğrafları, defterleri ve el yazıları gibi kişisel eşyalarının gösterileceği sergi 23 Ekim’e kadar gezilebilir.


Tarih: 1 Ekim - 23 Ekim 2015
Yer: Caddebostan Kültür Merkezi CKM – Sanat Galerisi
Adres: Haldun Taner Sok. No:11 Caddebostan-Kadıköy

Tekfen Filarmoni’den Yaşar Kemal’e Saygı Konseri

$
0
0

Yaşar Kemal


Tekfen Filarmoni Yaşar Kemal'e Saygı Konseri, 30 Kasım'da Lütfi Kırdar Auditorium'da gerçekleşecek.

Tekfen Filarmoni; ülkemizin büyük değerlerinden biri olan Yaşar Kemal'e saygımızı nota nota işliyor.

Konuk Şef James Judd yönetimindeki Tekfen Filarmoni, Yaşar Kemal'in gençliğinde derlediği ağıtlardan, Zülfü Livaneli tarafından bestelenen Yer Demir Gök Bakır'a, Azeri besteci Gara Garayev'den Adnan Saygun'a, La Scala Tiyatrosu'nun bestelettiği ve Türkiye'de ilk kez kesitlerinin seslendirileceği Teneke Operası'ndan, dilinin gücü ve bir sanatçı olarak bağımsızlığı ile benzeştiği Beethoven'a kadar, yerelden evrensele zengin konser programıyla büyük ustayı saygıyla anıyor.


Konser Programı

Anonim - Kozanoğlu'nun Ağıtı
Emre Gültekin (Vocal & bağlama)
Zülfü Livaneli - Yer demir, gök bakır
Gara Garayev - Üç minyatür: Ninni, Ayşe, Dans
Fabio Vacchi - Teneke Operası’ndan aryalar
Zeyno Karı - Anna Smirnova (mezzo soprano)
Kaymakam - Bülent Bezdüz (tenor)
Memed Ali - Alper Göçeri (bariton)
Resul Efendi - Ali Haydar Taş (bas)
Ahmet Adnan Saygun - Orkestra Süiti Op. 14
Ludwig V. Beethoven - "Ah Perfido" Konser Aryası
Ludwig V. Beethoven - Koral Fantezi
İdil Biret (piyano)
Şef Gökçen Koray yönetiminde İstanbul Filarmoni Korosu

Künye

Anna Smirnova, mezzo soprano
Bülent Bezdüz, tenor
Alper Göçeri, bariton
Ali Haydar Taş, bas
Emre Gültekin, vokal-bağlama
İdil Biret, piyano
Şef Gökçen Koray yönetiminde İstanbul Filarmoni Korosu


http://www.biletix.com/etkinlik/SKTFB/TURKIYE/tr

Eğitimciler ve Kütüphaneciler için Yaratıcı Okuma Atölyesi (Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan)

$
0
0

sabahattin ali


Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan
Caddebostan Kültür Merkezi, Sanat Kütüphanesi 
10 Ekim 2015 Saat : 13:30 - 15:00 

“İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin: daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”

''İçimizdeki Şeytan'' da toplumsal gündemin kişilikler üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın 'kapana kısılmışlığını gösteriyor Sabahattin Ali.

Çiğdem Odabaşı yönetimindeki yaratıcı okuma atölyeleri eğitimcilere, okumaya farklı bakış açıları kazandırmayı hedefliyor.

Kitaptaki değerlerin grup eşliğinde sorgulanmasıyla çeşitli sonuçlara varmaya ve farklı disiplinlere de uyarlanabilecek yeni yöntem ve yaklaşımlar geliştirmeye yardımcı olmayı hedefleyen atölyemize tüm eğitimci ve kütüphaneciler davetlidir.

Lütfen rezervasyon yapınız.


http://sanat.ykykultur.com.tr/ykksy/etkinlikler/sabahattin-ali--icimizdeki-seytan

Eğitimciler ve Kütüphaneciler için Yaratıcı Okuma Atölyesi (Yaşar Kemal - Çocuklar İnsandır)

$
0
0
yaşar kemal

Yaşar Kemal - Çocuklar İnsandır 
Caddebostan Kültür Merkezi, Sanat Kütüphanesi 
17 Ekim 2015 Saat : 13:30 - 15:00 

Yaşar Kemal’in, 1970’lerde sokak çocuklarıyla yaptığı röportajların bir araya getirildiği bu kitap, röportajın ne kadar çarpıcı bir edebi tür olduğunu göstermesi bakımından önemli bir örnek...

Kundura boyacılarının, yankesicilerin, hırsızların, katillerin, kaçakçıların, surların dibinde çamur içinde yaşayanların, kendi gölgesinden bile korkanların ve gözüpeklerin; müthiş bir yoksulluğun, itilmişliğin, ötelenmişliğin ayna gibi parladığı hazin ve sarsıcı bir kitaptı bu. Florya’dan Balat’a, Sirkeci’den Dolapdere’ye uzanan bir başka İstanbul sureti. Zilo’su, Selim’i, Muhterem Yoğuntaş’ı ve daha nicesiyle, Yaşar Kemal’in kaleminden unutulmamaya mühürlenen hayatlar...

Çiğdem Odabaşı yönetimindeki yaratıcı okuma atölyeleri eğitimcilere, okumaya farklı bakış açıları kazandırmayı hedefliyor.

Kitaptaki değerlerin grup eşliğinde sorgulanmasıyla çeşitli sonuçlara varmaya ve farklı disiplinlere de uyarlanabilecek yeni yöntem ve yaklaşımlar geliştirmeye yardımcı olmayı hedefleyen atölyemize tüm eğitimci ve kütüphaneciler davetlidir.

Lütfen rezervasyon yapınız.


http://sanat.ykykultur.com.tr/ykksy/etkinlikler/yasar-kemal--cocuklar-insandir-I

Yastayız...

Papirüs'ün Çıkış Öyküsü

$
0
0
cemal süreya

Tomris Uyar, Papirüs hazırlıklarını, Cemal Süreya'nın ölümünden sonra basılan Papirüs'ten Başyazılar'a verdiği önsözde şöyle anlatıyor:

''... 1966 yazında Cemal Süreya, Ülkü Tamer ve benim Papirüs dergisini çıkartmaktaki inadımıza şaşırıyorum. (Ama gerçekten şaşırıyor muyum?)

Nesnel bir bakışla, üçümüz de güç günler geçiriyorduk o dönemde, özellikle para açısından. Cemal Süreya'nın bir akrabasından toplu bir alacağı vardı ama nedense bölük pörçük taksitlerle alabiliyordu. Neyse ki bütçelerimiz ortaktı. Cemal Süreya ile benim Kazancı Yokuşu'nda kiraladığımız ev de -çalışma mekanı olarak- ortaktı. Ancak üçümüzden birinin eline toplu bir para geçti mi, bir lokantaya gidebiliyor, birbirimize armağanlar alabiliyorduk.

Acaba o günlerde bizi ayakta tutan, durmaksızın edebiyattan konuşma alışkanlığı mıydı? Edebiyat görüşlerimiz, üç aşağı beş yukarı birbirini tutuyordu, tutmadığı zamanlar kıyasıya -ama kırıcı bir biçimde değil tabii- tartışabiliyorduk. Parasızlığın yanı sıra kişisel yaşamlarımız da pek parlak sayılmazdı doğrusu.

Böyle bir durumda dergi çıkartma düşüncesi nereden doğdu? Yeni Dergi, piyasada büyük bir boşluğu zaten dolduruyordu. Yazılarımızı oraya verebiliyorduk. Dertli başımıza dert mi arıyorduk yani?

(...) Ayrıca, Cemal Süreya, bir aralar birkaç sayı çıkardığı Papirüs'ünü unutmamıştı. Ülkü Tamer'se bu konudaki deneyim, teknik becerisi ve estetik kaygısıyla bu iş için biçilmiş kaftandı. Benim içinse bir tutku değildi dergi çıkartmak; sorumluluğu çok daha ağır basıyordu bu girişimin.

Cemal Süreya'nın zarif el yazısıyla yazdığı inandırıcı ve gönül alıcı mektuplardan sonra dergiye yazmalarını özellikle istediğimiz edebiyatçılardan olumlu yanıt gelince, Cağaloğlu'nda bir yazıhane ayarlanınca, dört sayılık yazı stoku birikince kaygılanmayı bir tarafa bırakıp işe dört elle sarıldım.''*


*Papirüs'ten Başyazılar, Cem Yayınevi, İstanbul, s.7
Cemal Süreya -Şairin Hayatı Şiire Dahil- Feyza Perinçek, Nursel Duruel

Resmi 'Sosyal Medya' hesaplarımız!

Viewing all 344 articles
Browse latest View live