Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

Marlo

$
0
0
çizim: ezgi karaata Mezarlığın girişinde üç arkadaş dikiliyorduk. Siyah takımlarımızı giymiştik tıpkı Aksel’in istediği gibi. Hava buz gibi soğuktu ve yağmur serpiştirmeye başlamıştı. Nemli havadaki toz, burun deliklerimizden girip boğazımızı kurutuyordu. Beklemekten sıkılmıştım. Bir sigara yakıp etrafa göz gezdirmeye başladım. Garip bir yerdi burası. Gerçek bir mezarlık. Yüksek

Yolda Olma Hâli

$
0
0
çizim: otto batuhan türker 1950’li yıllar. 2. Dünya Savaşı bitmiş, Soğuk Savaş dönemi başlamış. Dünya’nın farklı yerlerinde şehirlere atom bombaları yağıyor her gece, Amerikan gençliği… Amerika’da gençlerin üzerinde gerçekten konformizm bulutu dolaşıyor o dönem. Gerek genel anlamda kaygısız yaşamak ve rahat etmek, gerek statüsünü veya ailesini korumak ya da geleceklerini garanti altına almak

Kazım Koyuncu

$
0
0

KAFKAOKUR Kazım Koyuncu sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Gökhan Demir
Nermin Sarıbaş
Uğur Biryol
Niyazi Koyuncu
Mehmedali Barış Beşli
Selçuk Balcı
Umay Umay
Berk Maral
Kemal Varol
Hakan Bıçakcı
Sidal Yurt
Okan Çil
Deniz Barut
Gonca Özmen
Ömer Jack Yılmaz
Sefa Kaplan
Nazlı Başaran
Baran Güzel
Bahri Butimar
Cihat Duman
Ezgi Özsan
Emre Demir
Aziz Yılmazel

Çizerler

Tülay Palaz
Rabia Aydoğan
Cansu Akın
Yeliz Akın
Rabia Gençer
Nazlı Arman
Elara Esmer
Eren Caner Polat
Ezgi Karaata
Ayşenur Maden
Zülal Öztürk
Duygu Topçu
Ercan Ayçiçek

Ölüm: Toprakta Kaybolur Gibi Su

$
0
0
çizim: rabia aydoğan
“Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!”


Nilgün Marmara

Kaskatı kalıvermek öylece. Durmak, hiç olmamış gibi olmak birden. Öylesi kolay işte ölüm, bir bardaktan soğuk su içercesine… Bir odadan diğerine geçercesine… Ölmek çünkü herkes için. Ölmek çünkü eski alışkanlığı insanın. Kolları bacakları tamdı. Saçları da yüzü de. Teni aynı tendi. Ağzına çalışıyor gibiydi, az sonra bir sözcüğü mutlulukla sanki sesleyecek olan ağzına… Yeni biriydi oysa bu, önümde upuzun yatan. Yüzü okunmuyordu. Mutluluğu da bilmeyecekti artık sözcükleri de. Sıcaklığı yok oluyordu yavaş yavaş ayakkabısının içinde. Bir ağıt kadar inceydi. Bir ağıt kadar derinlerde dolaşıyordu. İçine içine batıyordu insanın. Uzundu ölü. Bedeni, kısa çizgi olmuştu ölüme. Varacağı yere varmıştı çoktan.

İnsan ki ölümüne hazırlanır hep. Bazıları bilir bunu, bazılarıysa bilmiyormuş gibi yapar. “Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılır,” diyor Cioran. Yaşamanın kendisi denli önemlidir ölümlü olduğunun farkında olmak. Ölüm bir anlamda en ciddi işidir yaşamın. Öte yüzüdür, öte yakasıdır, öte deneyimidir. Bir öteyi anlamaya çalışmaktır biraz da. Karanlığı aralamak, sessize varmak… 

Sesi de ölmüştü şimdi ölünün. Bir daha hiç olmayacak sesi. Hiçbir şey diyemeyecekti bir daha. Sessizin kendisi olmuştu. Söylenmemişler olacaktı artık aramızda sadece. Ölümlere bu yüzden üzülüyoruz aslında, bize bir daha asla yanıt veremeyecek ölüler. O yüzden Levinas “Ölüm bozulmadır, yanıt yokluğudur,” diyor. Ölülerimiz yükümüz bizim, kamburlarımız. Bizi eksik kılanlar… Bizi yoksul koyanlar… Bizi boğazımızda bir yumruyla bırakanlar… Onların ölümüyle deneyimliyoruz ölümü. Başkalarının ölümüyle karşılaştığımızda tanışıyoruz ölümle. Sevdiklerimizin ölümünü ölüyoruz biz de.

Fotoğrafla ölüm bakışırlar. Bir resimdir ölüm, duvarda dümdüz. Bir elin dokunamadığıdır artık. Bir bakışın diyemediği… Bir caddenin upuzun uykuya dalışıdır. Bir soğuk soyunuştur. Bir çukurun rüzgârla doluşu. Parantez içinde bir tarih. Ölüm: ne yazılsa kısa… Cümle sonunda nokta.

Evinde kaldım ölünün. İlk kez bu kadar yakından görüyordum bir ölüyü. İlk kez kokluyordum. Ölümün kokusu yok sanırdım ben. Varmış. Keskin, kesif bir koku. Küf kokusu, kül kokusu, kün kokusu… Ürperme kokusu, üşüme kokusu, yoksunluk kokusu, korku kokusu… Günnük kokusu mersin kokusuna karışmış bir koku. Varlık yokluğa karışmış bir koku. Eşyalarda öksüz çocuk duruşu. Acısı küllenmiş bir ölü evi sessizliği. Kapının önünde onca ayakkabı.

Tarihin bilinçaltıdır ölüm. Gılgamış bulamadı ölümsüzlüğü, Lokman Hekim’in bin bir otu da çare olamadı ölüme. Gül bile ölümüne açıyor. İnsan ölümüne doğuyor. Doğurduğunda bir can veriyorsun evet ama ölüm de vermiş oluyorsun. Ölümlü kılıyorsun doğurduğunu. Ölümün girdabında dönüp duruyoruz hepimiz. Ölüm, hep peşimizde. Gölgemize saklanır, güldüğümüze bulaşır, gövdemizde dolaşır. Toprak insana verir rengini ve kefenler provasız dikilir. Ölünün bedenine ortak olacak börtü böceği düşündüm. Kurtçukları, solucanları… O canlılarla ölü bedenin dostluğunu… Ölüyü ot bürüyeceğini. Ölünün yaşam da vereceğini. Çiçeklerin de böceklerin de ölülerle seviştiğini. Toprağın ölülerle beslendiğini. 

Ölüm, dışarı ile olan ilişkimizi keser. Kendine dönme ve kendin olmadır ölüm. Ölü, sadece kendisiyledir artık. Kendine içkin olandır o. Sylvia Plath’ın “Ölmek bir sanattır,” dediği budur belki de. “Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça,” dediği yahut Turgut Uyar’ın. Ölüm bir yaşam dalgınlığıdır da hem. Sancılı bir sıkıntıdan kurtulma. Ölümüyle anlatır insan hikâyesini. Ölüm, kısa konuşur.

Kitaplıktaki resmi, bir bana bir de ölüye bakıyordu. Çocuk uykuları derinliğinde yüzüyor gibiydi ölü. Yola çıkmanın tedirginliği vardı sanki. Testisinde, toprak kokulu suyu kalmıştı geride. O, suyunu içine çeken toprak testide. İçindeki suyu soğutan toprak testide. Su ki yaşam demekti, devinim demekti, değişim demekti ama ölüydü testideki su. Senin de sonun böyle olacak, bir yetmiş uzanacaksın boylu boyunca diyordu odadaki her şey. Ölmeye yatmış parkların hüznüyle solgundu her şey. 

Bebek, ölümü bilmeden güler. Çiçek, bilmeden açar ölümüne. İnsan gün gün ölümüne yürür. Gün gün hazırlanır ölümüne. Sırt üstü upuzun yatarak her gün ölüm provası yaparız. Düşlerin bitişi, yaşamın inkârıdır da ölüm. En ürpertili sözüdür doğanın. Aşkı bitmiş bedenler çöplüğüdür mezarlıklar. 

İnsan ölüsünü nereye koyar? İnsan ölüsünü nasıl taşır? Hangi öte zamanda arar insan ölüsünü? Çalışır çünkü ölünün kolundaki saat. Zaman donmaz. Zaman durmaz. Zaman dinmez. Dünyanın öbür ucunda görünse o ışık, ben bu uçta açsam seni ey ölümsüzlük…

Gonca Özmen

KAFKAOKUR Dergisi, Haziran 2018

KAFKAOKUR 40 sayi

Westworld’deki Referans Noktaları

$
0
0
çizim: Tahir Keskin

Westworld, belki de The Matrix Reloaded’dan bu yana, ekranda görebileceğimiz en kapsamlı Tanrı-insan, seçim ve illüzyon, özgür irade ve kader gibi kavramların ilişkisini sorgulayan yapıtlardan birisi. Dizide, Shakespeare’den, Gertrude Stein’a, C. Debussy’den Lewis Carroll’a kadar birçok sanatçının eserlerine yapılan referanslara eşlik eden sembolik anlatımlarla karşılaşıyoruz. Bu sembolik anlatımlara ek olarak, Platon ve Descartes’ın gerçeklik ve seçim üzerine düşüncelerinin alegorik anlatımı da göze çarpıyor. 

Dizide, her şeyin sahte olduğu ve bir döngü içinde yaşayan robotların (host) hayatlarına tatil yapmak amacıyla gelen insanların (guest), fantezi dünyalarını tatmin etmek için yaratılmış bir dünya resmedilmiştir. Robotların hafızaları her seferinde sıfırlanıyor ve bu durumda, varoluşları görmezden geliniyordur. Bu husus, tabii ki akla öncelikle Platon’un idealar kuramını getiriyor. Platon, Devlet adlı eserinde, idealar kuramını açarken bir mağara alegorisinden söz eder. Bir mağaranın girişine sırtı dönük şekilde bağlanmış insanlar bulunmaktadır. Bu kişiler, hiçbir şekilde hareket edememektedirler ve mağaranın girişinde yanan ateş ve onun arkasında hareket eden nesnelerle birlikte, sadece duvarda oluşan gölgeleri (yani yansımaları) izlemeye mahkûm durumdadırlar. Bu bağlamda, bütün gerçeklikleri, bu gölgeler oluverir. Esirlerden biri, kurtulup gölgelerin ötesini, yani dış dünyayı gördüğünde, aslında ömrü boyunca sadece bir yanılsamaya maruz kaldığının farkına varır. Platon, bu bağlamda, iki evrenden bahseder. Birincisi asıl evren, yani idealar evreni; ikincisiyse sadece duyularımızla algıladığımız, duyusal evren. Varmamız gereken nokta idealar evrenidir. Bu noktada, Westworld’deki robotların çıkmazı da taklit (mimesis) bir dünyaya hapsolmuşlukları, içine doğdukları düzenin ötesini görememeleri; bu bağlamda, tek gerçekliği kendi dünyaları kabul etmeleridir. Buna örnek olarak, robotlar, tanımlayamadığı veya onlara gerçekliklerini sorgulatacak bir durumla karşılaştıkları zaman: “Doesn’t look like anything to me” şeklinde bir koruma mekanizmasıyla tepki verirler. Örneğin, Abernathy’nin Dolores’e verandasında bulduğu fotoğrafı gösterdiğinde, Dolores’in tepkisi “bir şeye benzetemedim,” olmuştur. 

Westworld’de bu taklit dünyanın ardını göremeyen robotların durumları “rüya” metaforuyla sıkça vurgulanır. Örneğin, Dolores karakteri elbiseleri ve görüntüsüyle, Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarı’ndaki Alice’i anımsatır. Dolores de tıpkı Alice gibi kaybolmuş, nedensellikten uzak, nereye varacağı belirsiz bir “düş” dünyasında kapana kısılmıştır. Arnold’un robotlara yaptığı güncellemeye hülyalar (reveries) adını vermesi ve Debussy’nin piyano yapıtı rêverie’nin dizide kullanılışıyla, bu durum iyice ayyuka çıkar. Debussy’nin rêverie’sinde, ‘hülya’ diyebileceğimiz iyimserlikte başlayan rüya, gittikçe katmanlaşarak karanlık ve dalgalı bir rüya hâline evrilir. Rüya ve gerçek kavramları sorgulanır. Bu bağlamda, Descartes’ın Meditasyonlar’da rüya üzerinden gerçeklik kavramının problematiğine getirdiği yaklaşıma eğilmek uygun olacaktır. 

Descartes, felsefesinde, skeptisizmi (şüpheciliği) bir yöntem olarak kullanmıştır. Platon’un mağara örneğindekine benzer bir şekilde, duyularımızın ne kadar yanıltıcı olabileceği konusunu şu örnekle açıklar: bizden yeterince uzak olan bir nesnenin şekli aslında dikdörtgen olsa bile, biz onu kare olarak algılayabiliriz. Bu bağlamda, duyularımıza ne kadar güvenebiliriz, sorusu ön plana çıkar. Descartes bu skeptik sorgulamaları ileriye taşır ve algıladığı dünyanın gerçekliğinden şu şekilde şüphe duyar: 

“Kim bilir kaç kere geceleyin uyurken bunlara benzer olaylarla ikna olmuşumdur- burada sabahlığımla ateşin yanında oturduğumdan- oysa gerçekte yatağımda çıplak yatarken! Uyanıklığı uyuyor olmaktan ayırt edebilmemi sağlayacak kesin bir belirtinin olmadığını da çok açık görmekteyim.” Bu sorgulamalar sonucunda, Descartes, düş dünyasıyla “gerçek” dünya diyebileceğimiz dünya arasındaki ayrımı yapmakta yaşadığı zorluğu “Kötü Cin” örneğiyle ileriye taşır. Descartes, algıladığı her şeyin bir aldatmaca olduğu ve bunu yapanın da Tanrı olamayacağı, olsa olsa kötü niyetli bir cin olacağı yönünde bir varsayım üzerine tartışır. Peki durum böyleyse, kişi kendi gerçekliğinden nasıl emin olabilir? Descartes, bu akıl yürütmenin sonucunda, ampirik bir sonuca varır ve şöyle der: “Beni ne kadar yanılgıya düşürürse düşürsün, ben bir şey olduğumu düşündüğüm sürece hiçbir şey olmamamın imkânı yoktur. Her şeyi ayrıntısıyla ele aldıktan sonra varmam gereken sonuç ben, ben varım ifadelerini ne zaman söylersem ya da ne zaman düşünürsem düşüneyim zorunlu olarak doğrudurlar.” Descartes’ın cogito argümanı bu şekilde ortaya çıkar. Westworld’de de benzer bir şekilde, robotların algılarını manipüle eden, onları sonsuz bir döngüye (bk. Sisifos Miti) hapsetmiş tasarımcılar bulunmaktadır. Robotların özgürlüklerine, bu bağlamda, var olduklarının bilincine varabilmeleri gerekmektedir. Öteki taraftan, bunu yapmaları bir süre için, olanaksız gözükür. Çünkü kimlikleri (identity) yoktur. Yani kimliklerini oluşturacak bir hafızaları yoktur. Hayata/güne farklı kişiler olarak başlamaya programlanabilirler ve en önemlisi, düşünceleri de kendilerine ait değildir. Bu bağlamda, tasarımcılar, robotları analize aldıklarında “hiç gerçekliğinin doğasını sorguladın mı?” sorusunu sorarlar. Bu çerçevede, Anthony Hopkins’in hayat verdiği Ford karakteri de A. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki Fordizm’e, yani Henry Ford’a bir referanstır. Huxley’nin kitabında, acının olmadığı fütüristik bir dünya düzeni resmedilir. Bu dünyada, evlilik ve aile kavramları ortadan kalkmış; çocuklar genetik mühendislikle yetiştirilen canlılar haline gelmiştir. Toplumun üretkenliği birtakım psikolojik koşullandırmalar ve soma adında bir ilaç (uyuşturucu) ile sağlanır durumdadır. Ve toplumun sahip olduğu vecizelerden biri olan “herkes, herkes içindir” sözünün çarpıcılığı, Westworld’de de görülür. Dizide, benzer şekilde, kişilerin benlikleri göz ardı edilir ve varlıkları sadece sosyetenin (topluluğun) içindeki varlıklarıyla anlam kazanır. Büyük bir çarkı çevirmeye yarayan küçük dişlilerden ibarettirler. Bu bağlamda, Dr. Ford, dizide şunu söyler: “Bilinci tanımlayamayız çünkü bilinç aslında yoktur. İnsanlar, dünyayı algılayış biçimimizde özel bir şeyler olduğunu düşünürler; ama buna rağmen, seçimlerimiz nadiren sorgulayarak, memnun bir şekilde ve çoğu zaman bir sonraki aşamada ne yapacağımız söylenerek, ev sahiplerininki (hosts) gibi sıkı ve kapalı döngülerde yaşarız.” Bu noktada, robotlar üzerinden dünya düzenine de bir hiciv yapılmakta gibidir. Nitekim, Platon’un mağara örneği için de ideale ulaşmayı reddeden ve duyusal evrendeki kusurlu dünyayla yetinen bir insan alegorisi yorumu yapılabilir. 

Descartes örneğine dönecek olursak; dizideki labirent (maze), robotlar için bilinç kazanmayı sembolize eder. Arnold’un robotlara yüklediği hülyalar (reveries) güncellemesiyle, robotların Descartes’ınkine benzer bir sezgisel kavrama ve varoluşlarının gerçekliğinin farkına varmaları işlenir. Bu bağlamda, Dolores’in, sezon finaline doğru farkına vardığı gerçek: aslında Arnold ile yaptığını sandığı konuşmaları, kendi bilinciyle yapıyor olmasıdır. Yani kendi kendine konuşarak, kendi varoluşunun farkındalığına erişir. 

Peki bilinç kazanmaya giden yol nasıl bir yoldur? Westworld’de, robotların, perdenin kalktığı tarafa geçişlerinin; acı, ızdırap, seks -bir bağlamda duyuların en yoğun çalıştığını zannettiğimiz tecrübeler, yoluyla olduğunu görürüz. Dolores, kelime manasıyla, Latince dolor, yani acı, ızdırap, kelimesinin çoğuludur. İspanyolcada da “ızdırap dolu Meryem” (Maria de los Dolores) anlamında kullanılır. Dizide, robotları “gerçekliklerinin doğasını sorgulamaya” iten bir alıntıyla karşılaşırız: “Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar.” Bu Romeo ve Jülyet alıntısı, içerik ve gösterge bağlamında benzeşiklikler gösterir. Shakespeare’in oyununda da Romeo ve Juliet’in aşkının, ölüm ve şiddetle iç içe olması gibi. İnsanların, robotların ızdıraplarını bir haz aracı olarak kullanıyor olmasının, yıkıcı sonuçlarının bir ön gösterimidir. Bu bağlamda, Peter Abernathy adlı robotun, Dr. Ford’la diyaloğunda, Kral Lear alıntısı yapması örnek olabilir: 

 “Öyle bir öç alacağım ki... ikinizden de 


Öyle şeyler yapacağım ki, 

Daha bilmiyorum ne yapacağımı 

Ama dehşetten sarsılacak bütün dünya!”


Benzer bir şekilde, Jeanette Winterson da Stone Gods adlı romanında, John Donne’ın şiiriyle bilinç kazanan bir robotu işlemiştir. “She is all States, all Princes I, Nothing else is …” Öteki taraftan, robotların bilinç kazanmasında bazı mistik ve spiritüel yaklaşımlar da görülür. Arıza yapan robotlar, parktan kasaplar tarafından alınır ve bu kişiler belli bir takım hijyen kurallarına uyan kıyafetlerle robotları aldıktan sonra eski hallerine getirmek için laboratuvarlara götürür. Tabii ki, robotlar parktan alınırken uyku moduna alınsalar bile; Carl Jung’un kolektif (ortak) bilinçdışı tanımındakine benzer bir şekilde, kolektif benliklerinde, kasapların imajları bir korku ve öte dünya figürü hâline gelir. Bir bölümde Maeve karakteri, bu imajları daha önce çok defa gördüğü sanrısına kapılır ve üstüne, bir grup insanın (kızılderililer) ibadet figürlerinin üzerinde bu kasapların resimlerinin çizildiğini görür. 

Öteki taraftan, yapay-zekanın varoluşu, insanı bir anlamda Tanrıya, robotu da insana yaklaştırır. Bu bağlamda, eserde Mary Shelley’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’unda olduğu gibi, Tanrı-İnsan ilişkisi ele alınır. Shelley’nin romanında, insan Tanrı’nın suretinde yaratılmasına karşın; Frankenstein’ın yaratımı bir canavar oluvermiştir. Hatta yaratık, John Milton’ın Kayıp Cennet kitabını okumasının üzerine, yaratıcısıyla ilişkisinin, daha çok Tanrı-şeytan ilişkisine benzeştiği yönünde bir kanıya varır. Bu noktada, Shelley’nin kitabında, özellikle romantizm bağlamında ele alındığında, sanayileşmenin yarattığı ve yaratıcısı tarafından atılmış, kimsesiz ve tek başına bir yaratık olması, Westworld’deki yapay-zekaların kaderleriyle paralellikler gösterir. Dr. Ford da Dolores ile yaptığı bir konuşmada Mikelanj’ın Adem’in Yaratılışı tablosu üzerine bazı söylemlerde bulunur. Mikelanj’ın bir yalan söylediğinden ve beş yüz yıl sonra bir doktorun, tabloda Tanrı’nın çevresini sarmalayan şeyin aslında insan beyninin olmasını fark ettiğinden bahseder. Bunun üzerine, verilen mesajın, ilahi ‘hediyenin’ yüksek bir güç tarafından değil, zihnimizden gelmiş olduğunu belirtir. 


"Hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü, Neo? Peki ya bu rüyadan hiç uyanamasaydın? Gerçek dünya ile düşler dünyası arasındaki farkı nasıl anlayacaktın?" 
Morpheus, The Matrix (1999) 



Oğuz Kaan BOĞA 
KAFKAOKUR Dergisi, Haziran 2018



J. K. ROWLING & HARRY POTTER

$
0
0
çizim: tayfun yağcı



J. K. ROWLING
“Ve biz çocukluğumuzun hayal gücünü oyunlarımızla birlikte geçmişimize gömüp bizden olmamız istenen yetişkinlere dönüşüyoruz!”

Jules Verne’i hepiniz bilirsiniz. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında kitaplarında ve kimi makalelerinde elektrikle çalışan denizaltı, güneş yelkeni, video konferansı ve elektroşok cihazından bahseder. O dönem bunlar ütopiktir elbette. O dönem kimsenin aklına gelir miydi Jules Verne’in yazdıklarının gerçekten olabileceği? Hiç sanmam.

Albert Einstein, “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken hayal gücü tüm dünyayı kapsar. Hayal gücü güç verir: Sizi bekleyen güzelliklerin ön izlemesi gibidir,” derken hayal gücü olmasaydı kuantum veya izafiyet teorisini bulabilir miydi? Elbette hayır.
Düşünmek kişinin kendi vizyonuyla görmesi; hayal gücü ise görülen görüntünün büyüklüğü, özgünlüğü ve derinliğidir. Hayal gücü bireyin kendisine özgüdür. İşte bu noktada bizi biz yapan farklılığımızdır, sınırsız hayal gücümüz.

Hayal gücüyle bilimi ve sanatı kıvamında buluşturmak tutku, istenç ve ustalık gerektirir. Einstein, Jobs, Edison, Tesla, Picasso, J. R. R Tolkien ve J. K. Rowling’in yaptıkları gibi. Bu nedenle verilebilecek en önemli tavsiye, hayal gücünün kapılarını kapatmadan, ayakları da yerden kesmeden, emin adımlarla yürümektir.

Bir çeşit yazın türü olan ve sınırsız hayal gücü içeren fantastik edebiyat gerçeğin daha ötesinde çok farklı bir dünyayı anlatır. Bu fantastik dünyada ise farklı varlıklar yaşar: Vampirler, periler, şeytansı varlıklar gibi. Gerçek dünya koşullarından farklı olan fantastik dünyada başkarakter, ya durumun gerçek olduğunu ve dünyanın bu güçler tarafından ele geçirildiğini veya her şeyin bir hayal ürünü olduğunu ve bu hayal gücünün kendisine birtakım oyunlar oynadığını düşünür. Bu kararsızlık fantastik edebiyatın can damarıdır. Fantastik elemanlar ise hayatımıza gizem girdiğinde ortaya çıkar.

Bu edebiyat türünün son yıllarda en ses getiren, yetişkinler tarafından da büyük zevkle okunan bir çocuk kitabı: Harry Potter. İnsanın hayal gücünün sınırlarını zorlayan bu kitap serisinin sahibi İngiliz bir kadın yazar: J. K. Rowling. Onun hayatı da büyüleyici bir masal gibi. Rowling, silik çocukluğunu emsalsiz hayal gücüyle kaleme aldığı Harry Potter’la yeniden inşa eder. Hep duyarız, “Bir kitap okudum hayatım değişti,” cümlesini. Herkesin hayatında iz bırakan, bakış açısını değiştiren bir kitap mutlaka vardır. Ancak fantastik bir tür olarak böylesi bir kitabın milyonlarca insanı kendine esir etmesi, üstüne üstlük tüm kitaplarının sinemaya uyarlanması sıra dışıdır. Peki, Rowling’i bu kadar başarılı kılan hikâyesi neydi? 


Joanne Kathleen, yani bilinen adıyla J.K. Rowling 31 Temmuz 1965 tarihinde, İngiltere’de iki çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak doğar. Dini kurallara bağlı sıradan bir ailenin gözlüklü, çilli, her türlü sportif aktiviteden uzak olan çocuğu, silik bir tip olarak kendisinden iki yaş küçük kız kardeşi Di ile Wye Nehri kıyısındaki kırlıkta sık sık hayallere dalarak geçirir çocukluk günlerini. Henüz altı yaşındayken kız kardeşi için ilk hikâyesini kaleme alır. Tavşanları çok seven Rowling “Tavşan” adını verdiği ilk hikâyesinde, kardeşinin bir tavşan deliğine düşmesinden sonra tavşan ailesinin onu çileklerle ağırlamasına dair komik ve umut dolu maceralarını anlatır. Rowling ailesi bir süre sonra Winterbourn’a taşınır. Buradaki komşularından birinin soyadı Potter’dır. Ömrü boyunca kendi soyadıyla alay edilmesi ve adıyla ilgili yapılan acımasız şakalara göğüs germek zorunda kalan Rowling (Rowling kelimesi İngilizcede yuvarlanan anlamına gelen “rolling” kelimesiyle kafiyeli olduğu ve Rowling de tombul bir çocuk olduğu için bu acımasız şakalara maruz kalır) o zamandan beri Potter soyadına içten içe hayrandır. Winterbourn’daki sınıf öğretmeni Rowling için tam bir kâbustur çünkü öğretmeni Bayan Morgan zekâ ve başarılarına göre çocukları sınıflandırarak öğrencilerin yerlerini sık sık değiştirir. Okulun bu ilk yılında Rowling başarı ve zekâ sınıflamasının en kötüsüne denk düşer ve en arkada oturmak zorunda kalır. Okuldaki ikinci yılında ise sırasını en iyi arkadaşıyla değiştiren Rowling, eski yerine göre daha iyi bir sıraya terfi eder. Ancak bu sefer de arkadaşlarının öfke ve kıskançlıklarının hedefi olur.

1974 yılında bir başka bölgeye, Tutshill’e taşınırlar. Tutshill’de Wyedean Okulu’na başlar. Bu okulda kendisi gibi popüler olmayan çocuklara ve arkadaşlarına teneffüslerde enteresan öyküler anlatır sıklıkla. Silikliğini ve ezikliğini üzerinden atmak istercesine kahraman rollerini kendisinin ve yakın arkadaşlarının üstlendiği, gerçek hayatta yapmaya cesaret edemedikleri pek çok şeyi, sözde becermelerine olanak tanıyan komik öykülerdir bunlar. İlk ve ortaöğretim dönemi boyunca sakin, utangaç, spor faaliyetlerinden biraz uzak ancak derslerinde ortalamanın üstünde başarılı bir öğrenci olur.

Rowling ergenlik dönemine geldiğinde kendini iyice yazmaya verir fakat bu yazdıklarını kimseyle paylaşmaz. Üniversite dönemine geldiğinde önce Oxford Üniversitesine başvurur. Ancak buraya kabul edilmeyen genç kız hayal kırıklığı yaşar. Daha sonra ailesinin de baskısıyla Exeter Üniversitesi Fransızca Bölümüne kaydını yaptırmak zorunda kalan Rowling için bu bölüme girmek çok büyük hatadır: ‘‘Onlar, yabancı lisanın, iyi bir sekreterin kariyerinde elzem olduğu fikrinden yola çıkıyorlardı. Oysa, bir türlü organize olmayı beceremeyen bendeniz, bu dünyada sekreterlik yapabilecek son kişiyim.’’ Bu bölümde ders başarısı ortalama bir öğrenci kadardır. Okumayı çok seven Rowling bu dönemde eline ne kadar eser geçtiyse hepsini okur: İngiliz, Alman, Rus ve Amerikan edebiyatından sayısız eser... Okulun son yıllarında yaptığı staj deneyimi ve Uluslararası Af Örgütündeki sekreterlik deneyimi pek başarılı geçmese de mezun olduktan sonra ailesinin baskısıyla kolay iş bulup düzenli bir gelirinin olacağı düşüncesiyle sekreterlik işlerine başvurur. Bu çalışma deneyimi onun için siyasi ve sosyal açıdan düşüncelerinin şekillenmesine katkıda bulunur.

Staj deneyiminden sonra kolay iş bulabileceğini düşündüğü için Londra’ya taşınır. Sekreterlik işlerine giren Rowling’in çok sevdiği yazma eylemine ne zamanı ne de imkânı kalır. Bu nedenle de uzun süren toplantılarda yani not tutması gereken zamanlarda sık sık hayallere dalar. Hayalperest olduğu için patronlarının hoşnutsuzluğuna maruz kalır ve bu yüzden sık sık iş değiştirir. Keyif almadığı bu süreçte yapabildiği en iyi şey yazdıklarını daktiloya çekmektir. İşsiz kalan Rowling sekreterlik hayatına son noktayı koyar.

HARRY POTTER’I YARATIYOR

Kendi hayatını değiştiren eserinde, büyücülük melekelerinin farkında olmayan, emanet edildiği teyzesi ve eniştesinin yanında gayet sıkıcı bir hayatı olan ve Hogwarts Büyücülük Okulundan gelen dev bir adamın verdiği haber üzerine hayatı değişen bir çocuğu anlatması tesadüf olmasa gerek. Rowling’in sıkıcı hayatı da hayal gücünün kendisine kazandırdığı doğal yeteneği olan yazarlığıyla değişir.

Çocukluğundan beri tek hayali yazmak olan Rowling bunun için kendisini tetikleyecek bir işaret bekler. İşten ayrıldıktan sonra bir gün Manchster’dan London King’s Cross’a trenle giderken trenin arıza yapması sonucu rötar yaptıkları bölgede hayallere dalan Rowling’in aklına aniden büyücü olduğunu öğrenen bir erkek çocuğunun büyücü okulundaki maceralarını yazma fikri gelir. Hemen oracıkta yazacaklarını kafasında planlar. Yapması gereken tek bir şey kalır: Yazmak.

Bu olaydan birkaç ay sonra annesi on yıldır mücadele ettiği hastalığına yenilerek hayatını kaybeder. Rowling “Hayatımın en travmatik dönemi,” dediği bu dönemde en büyük dert ortağı ve destekçisini kaybettiği için depresyona sürüklenir. İntiharı bile düşünür. Annesinin ölümünün Potter’ın aile özlemi çekmesinde ve Voldemort’un ölümü yenmeye çalışmasını şekillendirmesinde çok büyük etkisi vardır. Bu kaybı aynı zamanda eserinin önemli parçası olan “Ruh Emiciler”i yaratmasında da önemli rol oynar:

“Kitaplarım genellikle ölüm hakkında. Voldemort’un ölümü yenme isteğini anlıyorum. Ölümden hepimiz korkuyoruz.”

PORTEKİZ YILLARI

Annesinin yokluğunda hayatı çekilmez hale gelen Rowling bir gün iş ilanlarına bakarken Portekiz’de İngilizce öğretmeni arandığını görür. Öğretmenliğin kendisi için biçilmiş kaftan olduğunu düşünür. Çünkü bu mesleğin yazı yazmasına olanak veren mesai saatleri vardır. Ve bulduğu işe girmek üzere Portekiz’e doğru yol alır. Burada iki kız arkadaşıyla aynı evi paylaşan Rowling için her şeyi yoluna koyma zamanı gelmiştir. Bu süreçte bir yandan Portekizlilere İngilizce öğretirken öte yandan Çaykovski eşliğinde yazılarını kaleme alır.

Bir gün aynı evi paylaştığı iki kız arkadaşıyla eğlenmek için gittiği bir mekânda genç ve yakışıklı bir adamla tanışır. Portekizli bir gazeteci olan bu adam Jorge Arantes’tir. Rowling, Jorge’nin sadece yakışıklılığına değil entelektüelliğine, okumayı çok sevmesine ve her konuda engin bilgisinin olmasına çarpılır.

Bu zor sürecinde hayatına giren bu adamla çok iyi vakit geçiren Rowling için Jorge âdeta bir kurtarıcıdır. Yaklaşık iki aylık bir birliktelikten sonra evlenmeye karar verirler. Kız kardeşini arayıp bu mutlu haberi veren Rowling’e kız kardeşi Di, “Biraz acele etmiyor musun,” der. J. K. ise onu, “Hayır, onunla çok mutluyum Di, başka ne isteyeyim,” diye yanıtlar.

Kadınların en büyük zaaflarından biri ne yazık ki erkeklerle sonu baştan belli olan ilişkilere girerken kendilerini aldatma becerisine sahip olmalarıdır. Bir erkeğin bir kadına verebilecekleri en başından bellidir aslında, ama kadınların çoğu bunu göz ardı ederek hislerinin peşinden gitmeyi tercih ederler. Çünkü erkeği değiştirebileceklerine inanırlar. Oysa gerçek çok farklıdır, tıpkı Rowling’in hikâyesinde olduğu gibi. Rowling, Portekizli yakışıklı gazetecinin hayatını ve kim olduğunu, hatta kendisine uygun olup olmadığını sorgulamadan evlenir. Evliliklerinden bir süre sonra Jorge askerlik görevini yapmak üzere evden ayrılır. Döndüğünde ise moralini bozacak bir şey olur: İşinden kovulur. J. K. Rowling sevgili eşinin moralini düzeltmek için ona güzel bir haber verir: “Hamileyim, bir kızımız olacak Jorge.” Jorge’nin cevabı ise tokat gibidir: “Doyuracak bir boğaz daha olacak öyle mi?..”

O hışımla evden çekip gider Jorge. Askerden döndüğünden beri işsiz kalan genç adam iyice alkolün dibine vurur. Rowling bir süre sonra kocasının sürekli içtiğini ve eve sarhoş geldiğini, hiçbir işe girmediğini, sarhoş bir şekilde eve geldiğinde kendisine sürekli kötü davrandığını görecektir. Yine çok sarhoş olduğu bir gece kendisini birlikte olmaya zorlayan Jorge Arantes’e direnen Rowling kocasından dayak yer. Karısının boğazını sıkan Arantes, Rowling’in kendisine direnmesine şiddetle karşılık verir, ortalığı yerle bir eder. Yetmezmiş gibi evden ayrılmak isteyen karısını, çocuğunu elinden alarak kapı dışarı eder. Rowling’in aklı uçar. Çünkü küçük kızı Jessica sarhoş ve saldırgan bir adamla evde yalnızdır. Hemen polisle birlikte eve gelerek eşyalarını ve çocuğunu alan J. K. Rowling bir daha geri dönmemek üzere Portekiz’den ayrılır.

İSKOÇYA’YA DÖNÜŞ

İskoçya’ya kız kardeşinin yanına dönen Rowling geçimini sağlayabilmek için çalışmak zorundadır ancak bebeği bakıma muhtaçtır. İşsizliği ve bebeği için devletten maddi yardım talebinde bulunur. Memur, Rowling’e haftada 69 pound para yardımı yapacaklarını ancak bu paradan daha fazlasını kazanabileceği bir işe girmesi durumunda yardımın kesileceğini söyler. “Haftada 69 pounda, çocuğumun bütün masraflarını karşılamamı mı bekliyorsunuz?..” diye sorduğunda ise Rowling’in aldığı yanıt sarsıcıdır: “Bu soruyu çocuğunuza hamile kalmadan önce kocanıza sormalıydınız hanımefendi...”

“İstisnai derecede kısa bir evliliğin ardından işsiz ve yalnız bir anneydim. Bir insanın modern Britanya’da olabileceği en fakir hâldeydim. Evsiz olmanın dışındaki her koşulda, bildiğim en büyük başarısızlıktım.”

Öncelikle kızıyla birlikte yaşayabileceği bir ev arayan Rowling emlakçılarla görüşür. Ancak evler çok pahalıdır ve kimse kendisine işsiz olduğu için evini kiralamak istemez. Her görüşmesinde ev sahipleri ne iş yaptığını veya kocasının işinin ne olduğunu sorar. Rowling’in bunlara verebilecek bir cevabı yoktur. En sonunda bir ev sahibesine durumunu anlatır. Çalışacağını ve muhakkak kirasını ödeyeceğini söyler. Ev sahibesi onun durumunu ve kızına olan düşkünlüğünü görüp bu teklifi kabul eder. 300 poundluk kirasını devletten aldığı 280 poundla ödemek zorundadır. Bunu nasıl yapacağı konusunda hiçbir fikri olmamasına rağmen kendisine çok inanır. Kız kardeşi ile sürekli bu durumunu konuşup çare bulmaya çalışırken hem bebeğine bakar hem de yazmaya devam eder Rowling. Bebeğiyle dolaşmaya çıktığı günlerden birinde “The Elephant House” adında bir kafeyi yazmak için gözüne kestirir. Her gün bebeğini pusetinde uyuttuktan sonra bu kafede oturup yazar. Bir yandan zorluklar çeken J. K. Rowling öte yandan çok umutludur. Bir gün kız kardeşi Di kendisini ziyarete geldiğinde yazmakta olduğu taslakları ona gösterir. Di’nin gözleri faltaşı gibi açılır: “Bu yazdıklarının sonu nerede? Bu inanılmaz,” der. “Basılmayacağından korktuğumdan sonunu yazamadım,” cevabını verir. Kız kardeşinin çok beğenmesinden cesaret alan Rowling yazdıklarının sonunu getirmeye başlar.

Öncelikle kendine bir menajerlik firması bulmaya karar verir ve telefon rehberinden bulduğu bir firmayı arar. Yazdığı kitabın taslağını bu firmaya postalar. Eline geçen taslağı çok beğenen menajerin kızı babasını bu kitabın basılması gerektiği konusunda ikna eder. Ardından baba kız Rowling’i Londra’ya görüşmeye davet ederler. Fakat bir çocuk kitabının, üstelik adı sanı bilinmeyen bir yazarın kitabının basılması konusunda yayınevleri riske girmek istemezler. Tam on iki yayınevi kitabı geri çevirir. Menajerlik firmasının olağanüstü çabası sonunda Bloomsbury Yayınevi kitaba sahip çıkarak önce İngiltere’de ardından da Amerika’da basmaya karar verir. İlk telifi yaklaşık 1200 pound’dur. J. K. Rowling için bu para çok büyük bir rakamdır. Hem kitabının basılacak olmasına hem de alacağı rakama çok şaşıran Rowling havalara uçar. Evde kız kardeşi Di ve kızı Jessica ile bunu kutlarlar. Elbette bu anlaşma bu kadarla kalmaz. Menajeri sıranın 100 bin poundluk anlaşmaya geldiği müjdesini verir. Kitaplar Amerika’da da basılacaktır. Yalnız tek bir sorun vardır. Menajeri, Rowling’e genç erkeklerin bir kadın yazarı çok fazla okumak istemeyeceklerini söyler ve kendisine erkek yazar izlenimi verecek bir isim bulmasını önerir. İşte bu nedenle Rowling adının sadece baş harflerini kullanır; erkek yazar intibası uyandırmak için.

HARRY POTTER TÜM DÜNYADA

Harry Potter serisinin ilk kitabı Haziran 1997’de basılır. Ve satış grafiklerini alt üst eder. J. K. Rowling için kötü günler artık geçmişte kalmıştır. Bundan sonraki süreçte kendini tamamen yazmaya adar. İkinci ve üçüncü kitabını iki yıl içinde bastırır. Bu üç kitabı New York Times’ın en çok satanlar listesinde ilk üç sıraya yerleşir. İngiltere’de ise listenin her zaman en üstündedir. Serinin dördüncü kitabı Harry Potter ve Ateş Kadehi bir milyondan fazla ön satış yapar. Temmuz 2000’de yapılan ilk basımında ise 5,3 milyon satar. Bu dört kitabının ardından bir süre dinlenmeye çekilen Rowling’e kitabının tüm dünyada yarattığı yankılar üzerine Kraliçe Elizabeth tarafından Britanya İmparatorluk nişanı verilir. Rowling için çok büyük bir onurdur bu. Charles Dickens’dan beri ilk kez bir yazar, kitapçıların önünde bir gün önceden ucu bucağı olmayan kuyruklar oluşmasını sağlar. Normalde kitabevlerinde veya yayınevlerinde küçük gruplarla yapılan okuma etkinlikleri geleneğini bozan Rowling’in etkinliklikleri, binlerce kişinin katıldığı, stadyumların dolup taştığı, dev ekranlardan yansıtılan organizasyonlara dönüşür.

J. K. Rowling’in en büyük hayali üç çocuk sahibi olmaktı. 26 Aralık 2001 tarihinde ikinci evliliğini Dr. Neil Murray ile yapan yazarın 2003 yılında David ve 2005 yılında da Mac Kenzie adını verdiği iki oğlu daha dünyaya gelir.

Serinin beşinci kitabı Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı Haziran 2003’te, altıncı kitabı Harry Potter ve Melez Prens Temmuz 2005’te basılır. Son kitabı Harry Potter ve Ölüm Yadigârları ise Temmuz 2007’de basılır. Bu kitabı yirmi dört saat içinde İngiltere’de 2.65 milyon, Amerika’da ise 8.3 milyon satarak satış rekoru kırar. Harry Potter serisinin tamamı sinemaya uyarlanarak büyük başarılar elde eder. Ayrıca bu serinin video oyunları PC ve konsola da uyarlanarak satış grafiğini alt üst eder.

“İnsanları başka bir yere taşıyabilen bir hikâye için her zaman yer vardır,” diyen Rowling’in hikâyesi de onu bambaşka yerlere taşıdı. Gözlüklü, asosyal ve derslerde derin hülyalara dalan o küçük kız şu anda elli üç yaşında üç çocuk annesi ve bir milyar doları bulan servetiyle İngiltere’nin en zengin kadını. Kitaplarından yapılan filmler yıllar geçmesine rağmen hâlâ hasılat elde ederken hayatı bir filme de konu oldu (Magic Beyond Words).

Kitapları basılmadan önce devlet yardımıyla geçinen güçlü ve azimli kadın J. K. Rowling tüm dünyanın ilgisinin üzerinde olmasına rağmen ne çizgisini, ne dik duruşunu, ne de zarafetini bozar. Edinburgh sokaklarında rahat rahat dolaşabilen fantastik dünyanın en önemli yazarlarından Rowling: ‘‘Buranın insanları ya gerçekten ‘serin’ tabiatlı şahsiyetler ya da beni gerçekten fark etmiyorlar. Ne olursa olsun, yazılarını kafelerde yazmaktan hoşlanan biri olarak, bu imkânı kaybetmek istemem,’’ diyebilecek kadar da tevazu sahibi. 2007 yılında, The Telegraph gazetesine verdiği röportajda yaşadıklarını şöyle özetler:

“Bazen kendime tüm bunlar gerçekten oluyor mu diye soruyorum.”

HARRY POTTER VE FELSEFE TAŞI

J. K. Rowling’in yedi kitaptan oluşan Harry Potter serisinin ilki olan Harry Potter ve Felsefe Taşı seriye eğlenceli giriş niteliğinde bir kitap. Üzerinde yaşadığımız gerçek dünyanın dışında sihirle dolu başka bir dünyanın olduğu fantastik dünyanın başkahramanı Harry Potter, büyücü olan her iki ebeveyninin karanlık büyücü tarafından öldürülmesinden sonra, kendisine işlemeyen büyüden kurtularak 1 yaşındayken ona bakması için teyzesine verilir. Harry’e saldıran Voldemort’un yaşayıp yaşamadığıyla ilgili hiç kimse fikir sahibi olmamasına rağmen korkularından karanlık büyücünün adını bile anmak istemezler. Onun yokluğunda büyücü çevresi barış ve refah içinde yaşayıp gitmektedir. On yıl boyunca teyzesinin ve eniştesinin kötü davranışlarına maruz kalan Harry Potter merdiven altında bir dolapta yaşarken kuzeni Dudley’in artıklarını yemek zorunda kalır. Tüm bunlara rağmen Harry tüm sevimliliği ve güçlü zekâsıyla etrafını sürekli idare eden bir çocuktur. Sıkıcı Muggle’lardan olan teyzesi ve eniştesi büyü dünyasından nefret ettikleri için Harry’ye anne babasının kim olduğunu ve nasıl öldüklerini bile anlatmazlar. Harry’nin ne büyüden ne de büyücü olduğundan haberi vardır. Ta ki bir gün kapıda saçı sakalı birbirine karışmış dev bir adam belirip Harry’ye henüz bebekken farkına varmadan bile olsa Voldemort’un güçlerini yok ettiği için büyücüler dünyasında çok ünlü bir büyücü olduğunu ve bundan sonra Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okuluna gideceğini söyleyene kadar.

Felsefe Taşı Harry’nin büyücülük okulunda arkadaşları, düşmanları, üç başlı köpekler, ejderhalar ve uçan süpürgelerle geçen ilk yılını anlatır. J. K. Rowling’in cesaret, sadakat, dostluk ve ayrımcılığın yanlışlığını hiç dramatize etmeden, okurunu ciddiye alarak zekice, incelikli, esprili ve usta bir dille anlattığı bu kitabını Ülkü Tamer Türkçeye çevirir.

Felsefe Taşı serinin ilki olduğu için filmdeki replikler kitaptakiyle hemen hemen aynıdır. Yönetmen Christopher Columbus Felsefe Taşı filminde rol alan çocuk oyuncuların acemiliğini usta oyuncularla dengelemeyi başarır. Romandaki önemsiz olayları bile beyaz perdeye aktarma çabasıyla biraz kastığı için karakterlerin gelişimini arka planda bırakan Columbus, çocukları filmden uzaklaştırmamak adına da senaryoda hiçbir değişiklik yapmadan kitabı olduğu gibi beyaz perdeye aktarır. Oysa kitap akıcı ve sürükleyici diliyle büyüleyici dünyayı anlatırken yetişkinleri de kendine esir edecek nitelikte. Felsefe Taşı eserden bağımsız olarak izlendiğinde çok eğlenceli, sihirli, şirin ve başarılı bir çocuk filmi diyebiliriz.

HARRY POTTER VE SIRLAR ODASI

Sırlar Odası kitabı, Felsefe Taşı’nın bıraktığı yerden birkaç hafta sonra başlar. Rowling’ten yine tek bir solukta okunan mizahın, gerilimin, sihirin ve aksiyonun iç içe geçtiği bir eser. Sırlar Odası gençler ve yetişkinlerden ziyade çocuklara daha yakın bir çizgide ilerler. Burada Harry, Hermione ve Ron’un dostluklarının ne kadar güçlendiğine vurgu yapılırken Harry’nin annesi ve babasıyla ilgili bilinmeyenlerin bir kısmı yavaş yavaş ortaya çıkar. Okur için biraz sabır gerektirse de tüm seriyi bitirdikten sonra en doğru yolun bu olduğu ortada.

Potter, Hogwarts’taki ilk yılından sonra tekrar döndüğü sıkıcı teyzesinin yanında okulun açılmasını iple çekerken Dobby adlı ev cininin ziyaretiyle kendine gelir. Ancak Dobby’nin geliş sebebi Harry’nin Hogwarts’a dönmesini engellemektir. Bunun için de Harry’nin başını Dursley’lerle derde sokar. Öyle ki Harry’nin evden çıkmaması için kapılar kilitlenir, pencereye demir parmaklıklar takılır. Tabii Harry’yi bu esaretten yakın dostu Ron Weasley ve muzip ağabeyleri Fred ve George uçan arabalarıyla kaçırarak kurtarırlar. Tatilin kalan günlerini Ron ve ailesinin büyü dolu evinde, Kovuk’ta geçiren Potter’a Hogwarts’tan pek iç açıcı haberler gelmez. Dönemin başlamasından hemen sonra korkunç bir karanlık yayılır okula, ardı ardına Muggle doğumlu öğrencilere saldırılar gerçekleşir. Bu saldırılar kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği bir söylentiyle, Sırlar Odası ile ilgilidir.

Sırlar Odası’nı Türkçeye Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu çevirirken Rowling’in Türkçede karşılığı olmayan veya uydurduğu düşünülen birçok kelimenin karşılığını çok güzel veren iki usta kitabın akıcılığına büyük katkı sağlamışlardır.

Sırlar Odası filminde Columbus ilk film kadar sadık kalmaz kitaba. Filmdeki bazı karakterler çok etkileyici, özellikle Yeni Karanlık Sanatlara Karşı Savunma hocası Gilderoy Lockhart rolündeki Kenneth Branagh tüm yeteneğini konuşturarak olağanüstü bir oyunculuk sergiler. Dumbledore rolündeki Richard Harris bu filmden sonra hayatını kaybeder. Film karamsar bir tabloda ilerlerken birdenbire sonuna doğru farklı efektlerle hareketlenerek biter.

HARRY POTTER VE AZKABAN TUTSAĞI

Tüm dünyayı etkileyen Azkaban Tutsağı sadece çocukları değil yetişkinleri de avucunun içine alan, ait olduğu türün ve hitap ettiği yaş grubunun çok ötesine geçen, karmaşık, karanlığı bol, olağanüstü kurgusu olan bir kitap. Büyümeye ve olgunlaşmaya başlayan Harry’nin tek isteği yaz tatilinde ödevlerini yapabilmek ve Hogsmeade’a yapılacak okul gezilerine katılabilmek için eniştesinden gerekli imzayı alabilmektir. Bir gün teyzesi ve eniştesi annesi ve babası aleyhinde konuşmaya başlayınca Harry buna çok öfkelenir ve onlara büyü yapar. Sonrasında da evden ayrılır. Yolda giderken verilen bir molada büyücülerin sık uğradığı mekân olan Çatlak Kazan’da bir afiş görür. Afişte Sirius Black’in büyücü hapishanesi Azkaban’dan kaçtığı yazıyordur. Sirius’un anne ve babasını Voldemort’a ispiyonlayan kişi olduğunu ve aynı zamanda babasının da en yakın arkadaşı olduğunu öğrenen Harry şaşkındır. Sirius Black, Potter’ın peşindedir aslında ve bir şekilde Hogwarts’a girmeyi başarır.

Rowling Harry’nin geçmişine dair sırları yavaş yavaş anlatırken yetişkinlere yönelik temaları da serpiştirir bu eserine. Bu kitapta karşısına çıktığı insanların en korktuğu şeylerin şeklini alan böcürtler ve karşısına çıktığı insanların tüm yaşama sevincini elinden alan, kişinin ruhunu emip boş bir kabuk bırakan ve sadece mutlulukla yenilen Ruh Emiciler dahil olur. Umut, cesaret ve mutluluk sayesinde acı ve kederi yenmek ise kitabın ana teması.

Azkaban Tutsağı kitabı ilk iki kitaptan daha uzun olmasına rağmen sinema filmi diğer filmlerden çok daha kısa. Yönetmen Alfonso Cuaron yönetmenlik koltuğunu Columbus’tan devraldıktan sonra hikâyenin özüne dokunmadan kitabın ruhunu olağanüstü bir şekilde sinemaya aktarır. Yetişkinler bu filmde ön plana çıkarak hikâyenin gerçek parçaları haline gelir. Serinin ilk iki filmine göre çok daha iyi bir tempo tutturan Cuaron Azkaban Tutsağı’nın ruhunu verebilmek adına daha karanlık ve büyülü bir atmosfer yaratır.

HARRY POTTER VE ATEŞ KADEHİ

Yaz tatilinin ortalarına doğru Ron ve ailesiyle tatilinin kalanını geçirme fırsatı bulan Harry, Ron’un babası Arthur Weasley’ın Quidditch Dünya Kupası’nın finali için locadan bir sürü bilet almasıyla çok mutlu olur. Çünkü bu aynı zamanda kötü kalpli teyzesi ve eniştesinden birkaç hafta daha erken kurtulması ve tatilin son günlerini en sevdiği arkadaşlarının yanında Kovuk’ta geçirmesi anlamına gelmektedir. Birçok büyücüyü görecek olmanın ve bu spor etkinliğini izleyecek olmanın heyecanını yaşayan Potter’ın sevinci final gecesi Voldemort’un eski müritlerinin yaptıkları bir gösteriyle gölgelenir. Harry, Ron ve Hermione turnuvadan birkaç hafta sonra döndükleri Hogwarts’ta okullarının Üçbüyücü Turnuvası’na ev sahipliği yapacağını öğrenirler. Uzun yıllar boyunca geleneksel olarak devam eden Üçbüyücü Turnuvası öğrencilerin kazara ölümlerinin artmasıyla süresiz olarak durdurulmuştur. Üç büyücülük okulu arasında düzenlenen ve her okuldan bir öğrencinin katıldığı turnuvada tüm sömestr boyunca yarışmacılar verilen zor ve tehlikeli görevleri yerine getirmek zorundadır. Bu turnuva galibine ömür boyu sürecek bir ün getirmekle birlikte bin galleonluk ödül kazandıracaktır. Bakanlığın aldığı önlemler ve yaş sınırlamasıyla kimsenin hayatını kaybetmeyeceğine emin olan Üçbüyücü Komitesi bu turnuvayı Hogwarts’ta düzenlemeye karar verir. Ekim ayında diğer büyücülük okullarının müdürleri ve yarışmacıların gelmesiyle şampiyonaya aday öğrenciler isimlerini Ateş Kadehi’ne atmaya başlarlar. Üç okulun şampiyon adaylarının açıklanmasından sonra 17 yaş sınırı getirilen yarışmada dördüncü isim olarak Harry Potter’ın adı çıkar. Tabii en başta Potter’ı şaşırtır bu durum. Harry’nin yaşını büyüterek seçilmesini garantilemek için onu üç yaş daha büyükmüş ve dördüncü bir okulun altından katılıyormuş gibi gösterecek kadar güçlü büyüler yapabilen kişi aslında Harry’nin ölmesini istemektedir. Bu arada Harry için üzücü bir şey olur. Bütün hayatı boyunca abileri tarafından ezilen en yakın arkadaşı Ron, her zaman Harry Potter’ın gölgesinde kalmış ve kıskançlık duyguları onu ele geçirmiştir. Bu kıskançlığı sonucunda Harry’ye karşı düşmanlık besleyen Ron, Harry’nin kendi adını Ateş Kadehi’ne atmadığına ve tüm bu ilgiyi istemediğine inanmaz. Harry ve Ron korkunç bir kavgaya tutuşur ve birbirlerine küserler. Harry’nin yanında her zamanki gibi Hermione vardır. Ejderhalarla, kanlı canlı, bol çarpışmalı bir Üçbüyücü Turnuvası alabildiğine heyecanla devam eder.

Ateş Kadehi filmi kitabın orijinaline pek sadık kalamamış. Kitabın özünün çoğunu filme aktaramayan yönetmen Mike Newell eserde olmayan pek çok sahneyi örneğin dans sahnelerini filme eklemiş. Film, kitabı bilen okurlar için oldukça farklı bir çizgide ve abartıya kaçan bir seyirde devam ediyor. Örneğin okulu yıkıp dağıtan ejderhaların, şampiyonların yanı sıra izleyici öğrencileri öldürmemesi büyük şans eseri. Oysa kitapta böyle sahneler yok. Filmdeki mantıksız ve hızlı geçişler kitaptaki büyülü atmosferi biraz dağıtıyor.

HARRY POTTER VE ZÜMRÜDÜANKA YOLDAŞLIĞI

Rowling’in Harry Potter’ın gelişim özelliklerini dikkate alarak yazdığı bu kitapta Harry tam bir ergen profili çizer. Dursley’lerde sıkıcı bir yaz tatili geçiren Potter’ın, Ron ve Hermione’den gelen mektuplara canı sıkılır. Depresif belirtiler gösterir. İki Ruh Emici kendisine ve kuzeni Dudley’e saldırdığında, Ruh Emicileri uzaklaştırmak için büyü yapmak zorunda kalır. Ardından Bakanlıktan, küçük yaşta büyü yaptığı için disiplin duruşmasına çıkacağına dair bir baykuş alır. Bu aynı zamanda Hogwarts’tan atılıp atılmayacağını karar verilecek olan bir duruşmadır. Okula döndüğünde kimsenin görmediği eti olmayan atlar gören Harry’ye herkes kafayı sıyırmış muamelesi yapar. Bakanlık’ın Dumbledore yönetimindeki Hogwarts’a müdahalesinin bir ayağı olan ve okula yeni gelen yüksek müfettiş ünvanlı Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmenleri, Harry’ye kendi kanıyla ödevler yazdırır, Quidditch oynamak ve Sirius’la haberleşmek gibi imkânlarını Harry’nin elinden alır.

Zümrüdüanka Yoldaşlığı önceki kitaplara göre daha yavaş ilerlese de Rowling tüm detayları anlatırken her zamanki gibi zekice ve akıcı bir üslup kullanır. Büyücülük dünyasının neredeyse tamamı Harry’nin her şeyi kafasından uydurduğuna ve dikkat çekmeye çalışan bir yalancı olduğuna inanırken Harry’nin yaşadıklarını çok etkileyici ve başarılı bir biçimde aktarır J. K. Rowling.

Sinema filmi, Harry’nin herkesin kendisine karşı olduğu hissini deneyimleyişini ve bunun getirmiş olduğu yalnızlık ve öfke duygusunu kitaptaki gibi aktaramaz ne yazık ki. Bu beşinci filmde yine yönetmen değişir ve bu kez David Yates bu koltuğa oturur. Daha önceki filmlerin senaristi Steve Kloves bu bölümde senaryoyu bir kereliğine Michael Goldenberg’e devreder.

Oldukça kalın bir kitabın 138 dakikalık bir filme hakkıyla aktarılmasını beklemek yanlış olur. Önemli detaylardan biri olan ve kitaba adını veren Zümrüdüanka Yoldaşlığı’ndan yeterince bahsedilmemiş olması şaşırtıcıdır. Tüm detaylar verilmese bile kitapta tam otuz sayfa yer verilen Harry ve Dumbeldore arasındaki konuşmaya neredeyse hiç yer verilmez.

HARRY POTTER VE MELEZ PRENS

Harry Potter’ın Hogwarts Büyücülük Okulundaki altıncı yılını anlatan Melez Prens kitabı, Zümrüdüanka Yoldaşlığı’na göre daha iyimser bir havada geçer. Bunda herkesin onun seçilmiş kişi olduğunu kabul etmesinin de çok büyük rolü vardır. Harry Potter Zümrüdüanka Yoldaşlığı’ndaki gibi öfke patlamaları yaşayan, bağırıp çağıran bir tip olmaktan çıkıp eskisi gibi daha sevimli ve daha ılımlı bir karakterdedir. Sirius’un ölümüyle sarsılan Potter’ı bu süreç olgunlaştırmıştır.

Melez Prens lakaplı kim olduğu belirsiz bir öğrencinin sahip olduğu eski bir 6. Sınıflar için Temel İksir kitabı Harry Potter’ın eline geçer. Kitaptaki talimatları yerine getiren Potter, İksir dersinde aniden parlak bir öğrenci olur. Rowling bu kitapta Ron, Hermione ve Harry’nin aşk hayatlarına değinirken ince bir mizah da kullanmıştır. Bu kitapta Voldemort’un doğumundan öncesi, geçmişte nasıl biri olduğu ve anne babasıyla ilgili pek çok şey öğreniriz. Melez Prens’in filmi kitaptan tamamen bağımsız bir uyarlama olarak sinemaya aktarılmış. Uyarlama olduğu dikkate alınmazsa gayet başarılı bir film. Ancak hikâyeden filme aktarılan şeyler oldukça farklı. Film, daha çok Ron, Harry ve Hermione üçlüsünün aşk hayatına odaklanmasıyla ne yazık ki kitapla aynı tadı vermiyor.

HARRY POTTER VE ÖLÜM YADİGÂRLARI I

Serinin son kitabı Ölüm Yadigârları’nda da yine anlatımı, muhteşem detaylarıyla aynı akıcılığı kullanan J. K. Rowling bu kitabında, önceki kitaplardaki soru işaretlerinin her birini tek tek cevaplar.

Kitabın film uyarlamasının ikiye bölünmesi, ilk altı filmden farklı olarak karakter gelişimine ve bu sayede de asıl hikâyeye daha sadık kalınmasına vesile olur. David Yates kitabın genel yapısından ziyade karakterlere odaklanır. Dolayısıyla büyücülüğe daha yakın, klostorofobik bir film ortaya çıkar. Sihir Bakanı Rufus Scrimgeour’un yüzünün yakın çekimiyle sahne açılışını yapan Yates iki buçuk saatlik süre boyunca izleyicide bir huzursuzluk ve panik duygusu yaşatır. Dumbledore’un ölümünden sonra kendini toparlamaya çalışan Harry hortkuIukIarı bulmaya çalışır. Kahraman üçlümüz Hogwarts’ın koruyucu kozasından uzakta, korunmasız ve savunmasız bir şekilde yetişkinlere ait tehlikeli bir dünyadadırlar. Üçlü artık birer yetişkin olarak birbirlerini koruyup kollamak zorundadırlar. Kendilerine verilen, hortkulukları yok etme görevine çıkan kahramanlarımız onu bulduklarında ise nasıl yok edeceklerini bilmemektedirler. Ancak Voldemort’u ortadan kaldırmanın tek yolunun onun ruhunu parçalara bölerek içlerine hapsettiği nesneleri bulup onlardan kurtulmak olduğunu biliyorlardır. Voldemort’un müritleri Bakanlığı ele geçirip muggle doğumlu büyücüleri infaz edip faşizan bir düzen kurduklarında, Harry, Ron ve Hermione herkesle iletişimi keserek görev için yollara düşerler. Filmin efektlerinden ve aksiyonlarından uzaklaşarak karaktere odaklanan Ölüm Yadigârları’nda üçlünün kitaptaki gibi kendilerini ve aralarındaki bağın gücünü keşfedişleri anlatılır. Kitabı okumadan filmi izleyenlere biraz fazla uzun gelebilecek film için okurların aynı şeyi düşünmediği kesin. Daha iyi görsel efektler ve daha güçlü karakterler filmi daha başarılı kılıyor.

HARRY POTTER VE ÖLÜM YADİGÂRLARI II

İlk bölüme göre daha yüzeysel işlenen, eğlencesi bol ama derinlikten yoksun bu filmde bol bol aksiyon sahneleri var. Harry Potter kitaplarının en başarılı, en derin ve en olgun kitabının ikiye bölünerek yapılan finalinin ikincisi ilkine göre daha vasat. Hal böyle olunca kitap okurlarının hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmaz oluyor. Filmin geneline titrek kamerayla çekilmiş müziksiz sahnelerin hakim olması duyguyu verebilmek adına oldukça başarılı. Harry’nin ölüme giderken Ron ve Hermione ile konuştuğu sahne çok etkileyici. Snape ölmeden hemen önce Harry’ye Dumbledore’un Harry’ye anlatmasını istediği anılarını verir. Harry de bu anıları okulda Dumbledore’un odasındaki Düşünseli’ne aktarır ve Snape’in gizli anılarını öğrenir. Snape’in çocukluğundan beri Harry’nin annesine âşık olduğunu, Voldemort Harry’yi ve ailesini öldürmek için aramaya başladığı andan itibaren aslında Dumbledore ve Zümrüdüanka adına ajanlık yaptığını, Harry’yi yıllarca Dumbledore’la birlikte koruduğunu, Dumbledore’un en çok güvendiği kişi olduğunu ve Dumbledore’u öldürmesinin, Dumbledore’un planının bir parçası olduğunu anlar. Bu anılar bittikten sonra Harry, kendisinin de bir hortkuluk olduğunu, Voldemort’un isteği dışında ruhunun bir parçasının kendi bedenine girdiğini ama bundan Voldemort’un bile haberinin olmadığını öğrenir. Harry, Voldemort’la karşılaşmaya gider. Voldemort’a yani ölüme doğru giderken Diriltme Taşı’nı kullanan Harry sevdiklerinin hayaletini (James, Lily, Sirius ve Lupin) görür ve onlarla konuşur. Onların yanında yürümesi Harry’yi cesaretlendirir. Voldemort’a gittiğinde hiçbir şey yapmayan Harry’yi Voldemort “Avada Kedavra’’ laneti ile vurur. Harry’nin öldüğü sahnedir bu. Ancak aslında Harry hiçbir zaman ölmez. Kitabı okumayanlar Harry Potter’ın nasıl olup da ölmediğini anlamaları biraz güç. “Avada Kedavra” büyüsü aslında Harry’nin içindeki Voldemort’un parçasını, yani hortkuluğu öldürür. Ve asanın gerçek sahibi Harry Potter olduğu için büyü geri seker ve Voldemort ölür. Kitapta detaylı bir şekilde anlatılan Harry ve Voldemort’un son düellosu yani Harry ve Voldemort’un birbirlerinin etrafında çizdiği daireler, Harry’nin Snape’i ve Mürver Asa meselesini anlattığı bölüm filmde ayrıntılı anlatılmıyor. Harry Mürver Asa’yı Dumbledore’un mezarına yeniden koyar. Voldemort yok olduğuna göre artık savaş bitmiştir.

On dokuz yıl sonrası. Kahraman üçlümüz artık otuz altı yaşındalar. Harry Ginny ile Ron ise Hermione evlenir. Harry ve Ginny’nin üç çocuğu olur; Lily Luna, James Sirius ve Albus Severus. Hermione ve Ron’un ise iki çocuğu olur; Hugo ve Rose.

SON

Filmde rol alan oyuncular on yıl süren serinin çekimlerinde bir aile gibi olurlar. Oyuncuların ayrılık vakti geldiğinde çok duygusal anlar yaşanır. Film yönetmeni bazen de prodüktörü rolü biten her oyuncu için tüm oyuncuları ve set çalışanlarını Hogwarts Büyücülük Okulunun büyük salonuna toplar ve veda eden kişiyi seremoni tadında hep birlikte uğurlarlar:

“Hogwarts’ın kızları ve erkekleri en iyi Karanlık Sanatlara Karşı Savunma Öğretmenlerinize veda etme zamanı geldi. Alan ve David Thewlis’in bugün Harry Potter setindeki son günü.”
Salonda gözyaşları eşliğinde ve alkışlarla gider her bir oyuncu. Olması gerektiği gibi. 
Yönetmen David Yates “her zaman geri döneceğimizi biliyorduk. Ama bu kez dönmeyeceğimizin farkındaydık,” der bir röportajında. En çok neyi özleyecekleri sorusuna Ron’u oynayan Rupert Grint,
“Bilemiyorum, herkesi çok özleyeceğim. Bu yeri. Belki de Ron olmayı özleyeceğim. On yıl oldu ve evet, Ron olmayı özleyeceğim,”
derken Hermoine’yi canlandıran Emma Watson,
“Bunu kelimelerle nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. İnanılmaz bir tecrübeydi. Çok kutsanmış hissediyorum kendimi seçilen kişi ben olduğum için. Tüm bu tecrübeleri edinme şansı bana verildiği için. Ve buna hayatımın bir parçası olarak sahip olduğum için. Bizler seçilmiş kişilerdik, evet. Evet, öyleydik. Şanslıyız,”
yanıtını verir. Harry Potter’ı oynayan Daniel Radcliffe bir taburenin üstünde sette yaptığı son konuşmasında,
“Burayı çok seviyorum. Burası benim hayatım oldu. Hepimiz için öyle oldu bence. Hayatımın tek bir günü bile siz olmadan neye benzerdi hiç bilmiyorum çünkü. Hepiniz. Harikaydı. Bunu söylemek istedim. Her bir dakikasını çok sevdim. Bana tüm bunları yaşattığınız için çok ama çok teşekkür ederim,”
derken alkışlar eşliğinde on yıl boyunca birlikte rol aldığı arkadaşlarının boynuna sarılır. Üç küçük büyücü artık birer yetişkin olarak Harry Potter setlerine veda ederler.

Özetlenecek olursa Harry Potter edebiyata ve sinemaya uyarlanmış yüzyılın en önemli eserlerinden biri. Kitaplarını hiç okumadan filmi izleyen sinemaseverler için oldukça sürükleyici, başarılı, kurgusu iyi yapılmış bir sinema serisi Harry Potter. Ancak kitaplarını okuduktan sonra sinema filmini izleyince birçok yerde asıl konunun gözden kaçırıldığını görmemek elde değil. Kitap öyle güzel bir dille anlatılmış ki filmi izlerken kitap okurları sıkılabilir. Bu nedenle de J.K.Rowling’in nasıl tüm dünyayı bu kadar derinden etkilediğine hiç şaşmamalı. Belki bundan yıllar sonra Game of Thrones gibi eserin hakkını verebilecek bir dizi yapılabilir. Kim bilir?

Nermin Sarıbaş
KAFKAOKUR Dergisi, Nisan 2018

Suçlu Yazarlar

$
0
0
çizim: ezgi karaata
Yazarların, hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar hep çok çalkantılı hayatları olmuştur. Kimileri savaşlara girip çıkmıştır, kimileri dünyayı dolaşmıştır, kimileri edebiyatta görülmemiş başarılara imza atmışlardır. Kimileri de tarihe yüzyılın suçluları olarak geçmişlerdir.

Bonnie ve Clyde

Bonnie ve Clyde 1930’larda Amerika’da, Büyük Depresyon sırasında çeşitli bankaları soyan, 13 cinayet işleyen, haklarında filmler yapılıp romanlar yazılan efsanevi bir çift suçlu. Ancak yalnızca birer suçludan ibaret değiller. Aynı zamanda oldukça yetenekli şairler. Özellikle de Bonnie. Başa saracak olursak: Bonnie ve Clyde banka soymaya 1932’de başladılar ve banka üstüne banka soyup çeşitli cinayetler işlediler. Bu şekilde ülkeyi dolaştılar, FBI’ın en çok arananlar listesine girdiler, bir noktada bir çeteleri bile oldu. Birbirlerini delicesine seven suçlu çift 23 Mayıs 1934’te polisin onlara kurduğu bir tuzak sırasında kurşun yağmuruna tutuldular ve ateş altında birlikte can verdiler. Tıpkı Bonnie’nin şiirlerinde öngördüğü gibi…

Clyde’la tanıştıktan sonra şiir yazmaya başlayan Bonnie ya aşk şiirleri kaleme alıyordu ya da işledikleri suçları anlatıyordu ama aslında medyanın onları gösterdikleri kadar gaddar olmadıklarını dile getirmeye çalışıyordu. Örneğin dizelerinden biri, peşlerine düşmeyen kimseyi öldürmediklerini söylüyordu. Ama her şeyden çok hikâyelerinin hapse girmeleriyle değil de ateş altında, birlikte ölerek biteceğinden bahsediyordu.

Bonnie’den ilham alan Clyde da şiirler yazmaya başladı. Hatta ilginç bir şekilde onun şiirleri, Bonnie’ninkilere cevap vermekteydi. Ancak bu şiirlerde kendilerine aynı akıbeti uygun görmekteydi. Nitekim çiftin dedikleri gibi de oldu. Tek bir defterde topladıkları şiirleri haklı çıktı.

Bonnie ve Clyde’ın şiir defteri ölümlerini takiben Bonnie’nin kız kardeşi Nell’e miras kaldı. Ondan sonra da Nell’in oğluna verildi. Şimdi ise defterin açık arttırmaya çıkarılmasına karar verildi. Defterdeki şiirlerinin de her birinin 10.000$’a satılması bekleniyor!

Silah Kaçakçısı Rimbaud

Arthur Rimbaud edebiyat tarihinin en önemli şairlerinden biri, hatta belki de en önemli şairi. 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Rimbaud daha 18 yaşına basmadan önce çeşitli lirik şaheserler ortaya koymuştu.

Genç, yetenekli şairin çalkantılı bir hayatı vardı. Kendine isim yaptığı yıllardaki sevgilisi Paul Verlaine’den ayrılışı Fransa’da olay yarattı. Zira ayrılırlarken Paul, Rimbaud’u bileğinden vurdu. Rimbaud neyse ki iyileşip İkinci Cehennem’i kaleme alabildi. Verlaine ise bir süre hapiste yattı.

Arthur Rimbaud 21 yaşındayken bir daha asla şiir yazmayacağına karar verdi. Bu kararının sebebini de hiçbir zaman açıklamadı. Çağının en iyi şairi birden yazmayı bırakıp elini çeşitli işlerde denemeye koyuldu. Avrupa’yı yürüyerek geçti ve gemiyle kendini Hollanda Doğu Hint Adaları’na attı. Bir süre paralı askerlik yaptı ama bu hayat tarzından çabucak sıkıldı ve kaçtı. Rimbaud birdenbire bir asker kaçağına dönüşmüştü. Yakalansaydı idam edilebilirdi. Neyse ki Fransa’ya sağ salim dönmeyi başardı. Ancak Fransa’da kalmaya niyeti yoktu. Kısa süre sonra Etiyopya’ya gitmeye karar verdi. Etiyopya’da işler karışıktı. Ülke hem Mısır’ın genişleme politikaları hem de İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgecileri yüzünden tehdit altındaydı. Rimbaud bunu kendine bir fırsat bildi ve silah kaçakçılığına soyundu. Başlarda işleri yaver gitti. Etiyopya’nın en büyük krallığı olan Shoa Krallığı’nın liderine silah satması için her şey hazırdı. Derken iki partnerini birden kaybetti. Üstüne silahların alımında 11 aylık bir gecikme oldu. Neticede Rimbaud battı. Giriştiği işlerin çoğu gibi silah kaçakçılığının da sonunu getiremeyen Rimbaud, 1891’de, Marseille’de beş parasız öldü. Acaba şiir yazmaya devam etmiş olsaydı hayatı nasıl gelişirdi?

Oscar Wilde: Kendin Olma Suçu
Dorian Gray’in Portresi, Mutlu Prens gibi önemli klasikleri yazan Oscar Wilde’ın eşcinsel olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Lakin bu 19. yüzyılda yaşayan çoğu kişinin bildiği bir şey değildi. Zira eşcinsel olmak yasalara aykırıydı. Çeşitli ilişkileri olan Wilde bu sebepten dolayı aşk hayatını başkalarından gizlemek zorundaydı. Bu yüzden sevgilisinin babası onu eşcinsel olmakla suçlayınca biraz aşırıya kaçan bir şey yaptı: Ona karşı bir iftira davası açtı. aKeşke açmasaydı. Dava istemediği kişilerin özel hayatını kurcalamaya başlamalarına sebep oldu. Wilde bir süre sonra davadan vazgeçti ama artık iş işten geçmişti. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra müstehcenlikle suçlandı ve tutuklandı. Wilde iki yıl ağır iş cezasına çarptırıldı. İlginç bir şekilde hapiste geçirdiği bu iki yıl ona iyi geldi. Zira mahpus hayatında uğradığı ruhsal gelişimi anlattığı şaheseri De Profundis’i bu zaman zarfında kaleme aldı.

İsyancı Dostoyevski
Sovyetler Birliği’nin hiçbir eleştiriye gelemediği, her türlü eleştiriye çok sert tepki verdiği bilinen bir gerçek. Ama açıkçası Rus İmparatorluğu’nun, bu hususta Sovyetler Birliği’nden pek bir farkları yoktu. Rus İmparatorluğu bu konuda o kadar katıydı ki az daha klasik yazarların başlıcalarından biri kabul ettiğimiz Fyodor Dostoyevski’nin hayatına, Suç ve Ceza gibi önemli eserleri daha kaleme alamadan mâl oluyordu.

1821-1881 yılları arasında yaşayan Dostoyevski’nin başı aslında yazdığı spesifik bir eser yüzünden derde girmedi. Daha ziyade “hükümeti eleştiren denemeler okuyup yaymaktan” ötürü girdi. Tutuklanan yazar için hızla bir hüküm verildi: İdam mangasının önüne çıkartılacak ve hayatına son verilecekti.

Dostoyevski’nin elleri bağlandı, gözleri bağlandı, idam mangasının önüne getirildi, silahlar ona doğru doğrultu ve… Son dakika bir ulağın yanlarına yetişmesiyle Dostoyevski’nin hayatı kurtuldu. Rus Çarı son anda fikrini değiştirmiş. Dostoyevski idam edilmeyecekti. Bunun yerine 4 yıl boyunca Sibirya’daki bir çalışma kampında çalışacaktı.

Wilde gibi Dostoyveski de en önemli eserlerinden birini hapis hayatı yaşarken yazmaya başladı. Bu pek çok kişinin dünyanın ilk varoluşçu romanı kabul ettiği Yeraltından Notlar’dı. Dostoyevski’nin Sibirya’da geçirdiği dört yılın etkileri sırf bu kitapta hissedilmez. Suç ve Ceza’da da hissedilir. Kitabın sonunda bir çalışma kampında geçen sahneler bu durumun herhalde en büyük göstergesi.

Chester Himes: Hapishaneden Edebiyat Dergilerine

Chester Himes’ın eserleri henüz Türkçeye çevrilmediğinden adını pek kimse bilmez. Ancak bu onun Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Chester Himes’ı listemizdeki pek çok yazardan farklı kılan yazarlığı sırasında veya sonrasında suça soyunmuş olması değil, suçluluktan yazarlığa geçiş yapmış olması.

Himes 1909’da iyi, orta sınıf, siyahi bir ailenin çocuğuydu. Fakat küçük kardeşinin bir kaza geçirip kör olmasıyla ailesi dağıldı. Himes üniversiteyi bırakıp çeşitli, pek de yasal olmayan işler yapmak zorunda kaldı. 19 yaşına bastığında sahtekârlıktan, silahlı soyguna ve Ulusal Güvenlik’ten silah çalmaya çalışmaya kadar her şeyi denemişti. Peki nasıl mı yakalandı? Üniversiteden eski bir arkadaşını bir geneleve götürdüğünde tutuklandı. Bu olay olmasaydı belki de hiçbir zaman yakalanmazdı.

1928’de hapse giren Himes burada çeşitli kısa hikâyeler yazmaya başladı. Birkaç küçük dergide eserleri basıldıktan sonra Esquire dergisinde şansını denemeye karar verdi. 1934’te “Tutuklu 59623” adıyla imzaladığı hikâyesi Esquire’da basıldı. Himes böylece eserleri dergiye kabul edilen ilk siyahi yazar oldu.

Himes aynı sene serbest bırakıldı. Normalde 20-25 sene hapis yatması gerekiyordu. Hapisten çıkınca ilk romanlarını kaleme almaya başladı. Başlarda Amerika’daki ırk ilişkileri, insan hakları protestoları gibi konular hakkında yazdı. Ancak zaman içinde polisiye romanlara kaydı. Daha sonrasında Grand Prix Polisiye Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk ABD’li siyahi yazar oldu.

Zeynep Şen
KAFKAOKUR Dergisi, Nisan 2019

Fame Müzikali Türkiye'ye Geliyor!

$
0
0

1980 yapımı filmiyle ikonlaşmış Fame Müzikali Türkiye’ye geliyor! New York Performans Sanatları Okulu öğrencilerinin hikâyesini izleyicilerle buluşturan müzikal, Broadway ve West End sahnelerinde satış rekorları kırdı ve şimdi İstanbul’da 8 performansla izleyicilerle buluşacak. Müzikali 10-15 Aralık 2019 tarihleri arasında Zorlu PSM Turkcell Sahnesi’nde izleyebilirsiniz.

Notre Dame’ın Kamburu Müzikali İstanbul'da Sahne Alacak

$
0
0

Victor Hugo’nun “Notre-Dame de Paris” adlı eserinden uyarlanmış “Notre Dame’ın Kamburu Müzikali” Vural Bingöl yönetmenliğinde, 18 Temmuz, 8 Ağustos, 20 Ağustos ve 18 Eylül’de İstanbul’da sahnede olacak. Biletleri biletix üzerinden temin edebilirsiniz.

Manowar Veda Turnesi Kapsamında İstanbul'da!

$
0
0

Tüm zamanların en önemli heavy metal gruplarından Manowar, The Final Battle turnesi kapsamında, Vera Müzik ve Hammer Müzik organizasyonuyla, 20 Temmuz gecesi İstanbul’da sahne alacak. Küçük Çiftlik Park’ta gerçekleşecek konser, grubun ülkemizde vereceği son konser olacak.

Thom Yorke'tan Yeni Albüm!

$
0
0

Thome Yorke’un ANIMA isimli yeni albümü tüm dijital platformlarda yerini aldı. Aynı zamanda, Paul Thomas Anderson’un yönettiği, Thom Yorke’un başrolde olduğu albümle bağlantılı on beş dakikalık bir kısa film de Netflix üzerinden gösterime girdi.

Sabancı Vakfı’nın Düzenlediği Kısa Film Yarışması’nın Başvuruları Başladı

$
0
0

Sabancı Vakfı’nın 2016 yılından beri düzenlediği Kısa Film Yarışması’nın 2019 yılı başvuruları başladı. “Kısa Film Uzun Etki” sloganı ile gerçekleştirilen yarışmanın bu yılki teması “Dijital Yalnızlık”. Seçilen eserlerin birincisine 20 bin TL, ikincisine 15 bin TL, üçüncüsüne 10 bin TL verilecek. Yarışmaya www.kisafilmuzunetki.org adresinden 22 Kasım tarihine kadar başvuru yapılabilecek.

Modern Sürüngen Çağı

$
0
0
çizim: zeynep dağgüden

Okyanusun göğe asıldığı iklim bu,
Göğün yerle bir edildiği çağ…
Öptüğümüz cesetlerin sayısınca ölüyüz,
-hiç öpmeyen hiç yaşamamış sayılırdı!-
Yaşayanlar kim?

Renklerin yankısında ışıldıyor sesler,
Su ve toprak yakınlaşmasında, öz
Vücut kuşanıyor yokluk.

İlk kez kanın sıcağını yaşıyor, 
En keskin yerinden kırılan bıçak;
Kolay değil ete dokunur gibi
Okyanusun ortasında pencere açmak

Yeryüzünde değiliz artık ve yeraltında 
İki yer arası, çamuru dökülen bir alemdir bu.

Ve insan modern, 
Yılan antik bir sürüngendir artık.
Biz bıçağın kanayan yeri
Eskimize kavuşarak terk ediyoruz yenimizi

Okyanusun göğe asıldığı iklim bu, 
Balıkların tepemizde güneşlendiği
Göğün yerle hiç edildiği çağ…

Bahri Butimar

KAFKAOKUR Dergisi, Nisan 2018

19.42

$
0
0
çizim: ayşenur maden

Bekledim.
Seni.
Hem de çok.
Yedi koca gün ve arkasından yedi koca gece.
Açıldım ve soldum.
Böyle solmak görmemiştir hükümetim
Yeni yapılıyordu o ara sahil.
Düştüm dalımdan, topladım eteğimi.
Uzattım bacağımı bacaklara
hem de iki kişilik yataklarda.
Saçına saç dolaşmış, dilime lal
Tepemde gökyüzü denilen illet
ayağımın altında yedi cihan.
Duydum ve bildim.
Böyle bilmek görmemiştir dilim.
Sustum da sustukça çoğaldı içim
İçimin içiydin,
kimsesizdir içim.
Bekledim diyorum seni.
Nasıl beklenilebilirse biri öyle delice.
Saatleri kurdum Ahmet Hamdi Bey
Tam 19.42’ye.
Sen kapımı çal yine
cebinde ellerin ve üç kuruşun.
Üç kurşun daha sıkalım şu bilmişlerin yüzüne.
rayından çıksın gülüşleri
Yenmiş tırnaklarını sakla benden,
öpülen yerlerini de.
Dudak izi kalmış bardaklar,
dolmuş sönmüş sigarayla.
Görüyorsun ya her günahı temize çıkarmıyor bu adamlar.
Bir de üstüne pencereleri sıkı sıkı kapatıyorlar.
Elimle itiyorum insanlığı.
Elinle itmek için vardır insanlık.
Fısıldayarak söylüyorum bu ayıpları, üzülme.
Kimse mesul tutmayacak seni buzların eriyişinden.
Yarılmış yuva dibi kümeslerden
hatta yolunu kaybetmiş kül yığını nevresimlerden.
Saat 19.42’yi vuruyor.
Ve orkestra başlıyor.
Camlar bağırıyor
“Hey Adagio!”
Kapılar gülüyor.
“Hey Albinoni!”
Lügatımdan çıkarıyorum böyle deli işlerini,
Dilleriyle sokuyorlar geri.
Kedim küsmüş sana.
Aslında bunu herkes biliyor.
Sen kedimi hiç sevmedin.
Bunu kedim de biliyor.
Kısıyorum içimin sesini
İçimin sesi.
İçim gidiyor sana,
içim.
Canımın içi
içmeliyim boynundan yine içini,
içimin içi.
Özledim içini.

-Ah şu ayrılık olmasaydı!-

29.05.2018 / Urla

Nazlı Başaran
KAFKAOKUR Dergisi, Ağustos 2018


Romantik Bir Şair: Jim Morrison

$
0
0
çizim: rabia gençer

Tüm zamanların en iyi müzik gruplarından biri olarak bilinen efsanevi klasik/saykodelik rock grubu The Doors’un şarkı sözü yazarı, solisti, aynı zamanda yönetmen kimliğiyle de bildiğimiz 27 yaşında ölen rock starlar kulübünün ilk temsilcilerinden: Jim Morrison. Her ne kadar ön plana çıkarmakta zorlanmış olsa da; bu yazıda, Morrison’ın Patti Smith ve William S. Burroughs gibi yazarlara ilham veren şair kimliğini incelemeye çalışacağım.

Şöhretinin zirvesinde olduğu dönemde de hayranlarının sözleriyle ilgilenmeyişi hep onu derinden etkiledi. Oysa 16 yaşında Nietzsche okuyarak başladığı, UCLA’deki üniversite yıllarında William Blake ve Arthur Rimbaud gibi şairlerin romantik, melankolik tavrıyla yakaladığı The End (The Doors, 1967) şarkısında görüldüğü üzere Antik Yunan tiyatrosuna kadar uzanan geniş bir yelpazeyle çok şey söyleme peşindeydi.

The Doors, her ne kadar içine doğduğu Vietnam Savaşı sonrası oluşan hippi grubunun bir parçası olarak görülse de; Morrison’ın bir röportajında hippilerden “asalak” (leeches) olarak bahsettiğini görürüz. Nitekim o jenerasyon içinde bütün grup üyeleri üniversite okumuş kimseler olan yegâne gruptu The Doors. Üstelik, hippilerin aksine daha evrensel temalara yoğunlaşmışlardı. The Byrds gibi dönemin daha progresif gruplarının müzikalitesinin izinden ilerleyerek giderken; jazz ve blues’u deneysel bir şekilde icra etmeye çalışıyorlardı. Jim’in birçok performansında yakın dönemin popüler tekniği “bilinç akışının” kullanıldığı görülüyordu. Robby Krieger’ın (gitarist) flamenko gitar geçmişi, Ray Manzarek’in (organist) klasik müzik eğitimi, John Densmore’un (davulcu) caz davuluna Morrison’ın eşsiz sözleri ve vokali eklenince; birçoklarının anlam veremeyip nefret ettiği, birçoklarının da anlayamadığı için sevdiği bir tını ortaya çıkıyordu.

Endüstri Çağı sonrası ortaya çıkan, toplumdan izole, melankolik ama aynı zamanda idealist, daha üst değerlerin varlığına ve “ulaşabilirliğine” inanan -bir anlamda Nietzschevari, bir güruhun yansıması gibi tezahür eden bir izlenim çiziyordu. Break on Through (The Doors, 1967) şarkısında hayatın absürtlüğünden uzaklaşıp yapılması gereken bu geçişe teşvik ederken birçokları tarafından sözleri garip karşılanıyordu. Ama bir rock starda olması gereken niteliklere fazlasıyla sahip olması onu bir anda müzik piyasasının en tepelerine taşıdı. Bu mevzubahis tavrı, yakaladığı şöhretle birlikte, sahnede ortaya çıkan alter egosu ve tamamiyle karmaşa halinde geçen konserler yüzünden insanlar artık müzik dinlemek yerine Vecd Tanrısı Dionisos’u görmek için konsere gelir olmuştu. Bu yüzden Morrison, zaman zaman Eric von Stroheim filmlerindeki “the man you love to hate” (nefret etmeyi sevdiğiniz adam) olarak görülüyordu.

Oysa Morrison, ergenlik yıllarında utangaç, içine kapanık ve duygusal birisiydi. Strange Days (1967) albümündeki, fırtınadan kurtulmak için denizcilerin denize attığı atların can verişini betimlediği Horse Latitudes adlı şiir bunun en güzel örneği olabilir. Öte yandan, bir benzer örnek de grubun kuruluş aşamasında yaşanır. 1965 yılında Morrison Venice Plajı’nda okuldan arkadaşı Ray Manzarek’le karşılaştığında şiir ve şarkı yazdığından bahseder. Ray, bir şarkısını okumasını ister. Morrison, ilk başta çok utanır ve şarkı söyleyemeyeceğini söylese de, Ray’in her şeyi bırakıp “grup kuralım” demesine sebep olacak şarkıyı, Moonlight Drive’ı (Strange Days, 1967), okumaya başlar. Henüz albüm aşamasına gelemedikleri ve London Fog gibi dönemin popüler mekânlarında çıktıkları dönemlerde de seyirciye sırtını dönerek şarkı söylüyordur. Belki de alkole ve uyuşturucuya bu kadar sıkı sarılmasının sebeplerinden bir tanesi de bu dürtüydü. Peki bütün bunlara ne sebep oldu? Biraz geçmişe dönelim.

Morrison’ın The End’e 1966’daki Whiskey a Go-Go konserinde grup üyelerinden habersiz eklediği Oedipal bölüm (bk. Kral Oidipus, Sofokles) -ki hem mekândan kovulmalarına hem de Elektra Records ile anlaşmalarına sebep olmuştur-bir yandan teatral olma özelliği taşırken; bir yandan kaderci bir yandan kendi hayatına yaptığı Freudyen bir yaklaşım olarak da göze çarpıyor.

Jim’in babası bir denizciydi; hatta Vietnam Savaşı’nın başlamasında da rolü büyüktü. Aile ortamındaki disiplinden, sürekli ev değiştirmekten yorulan Morrison bir türlü ayak uyduramıyordu. Özellikle çocuk yaşlarında aile seyahatleri sırasında New Mexico çölünde şahit olduğu bir araba kazası onun için travmatik bir hale gelmişti. Jim bu anıyı, bir kamyonet dolusu kızılderilinin kanlar içinde etrafa saçıldığını ve dehşet içinde kaçışan ruhlarının onun içine girip asla terk etmediği şeklinde anlatır (Dawn’s Highway, An American Prayer, 1978). Ailesi çok sonrasında bunu öğrendiğinde Jim’in olayı abarttığını düşünür. Ama birey duygusu bastırılan bir çocuğun perspektifinde kaza çok farklı bir etki bırakmıştır. Jim’in Şaman takıntısı ve bazı şarkılarında araya sıkıştırdığı “Indian, Indian, what did you die for?” serzenişleri de böylece büyür. Belki daha geniş bir perspektifte, hippilerdeki -ki onlara belki de neoromantikler de denilebilir- ve endüstri çağı romantiklerindeki oryantalist tavır görülebilir. Nitekim The Doors grubunun isim babası Morrison, bu ismi The Doors of Perception (Algı Kapıları, Aldous Huxley) kitabından alır. Kitap, William Blake’in “Eğer algının kapıları aralansaydı, her şey insana olduğu gibi görünürdü: sonsuz” alıntısıyla başlar (The Marriage of Heaven and Hell).

Jim, alkolü, uyuşturucuyu, şaman öğretisini, müziği ve şiiri birleştirerek algının kapılarını aralamak istedi çünkü Batı toplumunun absürt yaşantısı onu André Malraux’nun La Condition Humaine’ine (İnsanlık Durumu) yolluyordu. Çözümü veya tepkisi daha farklıydı elbet. Batı’nın yaşadığı varoluşsal probleme, romantikler gibi spiritüel bir çözüm sunma gayesinde gibi gözüküyordu. Fransız Yeni Dalga sinemasına ilgi duyuyor, sembolist şiirler yazıyordu. Her defasında sınırları zorluyordu ve kendi sözleriyle “sadece gerçekliğin sınırlarını test etmek” istiyordu. Tabii ki bütün romantikler gibi en büyük takıntısı ölümdü. Ölümün bütün acıları alıp götüreceğine inanıyordu. Schopenhauer gibi ölüme methiyeler düzüyordu. End of the Night (The Doors, 1967) şarkısında, William Blake’in Auguiries of Innocence şiirinden alıntı yaparak: “Some are born to sweet delight / Some are born to the endless night” şeklinde tanımlıyordu bu kederi. Acıyı, kadınları, alkolü seviyor, nostaljik bir duyguyla Elvis Presley ve Frank Sinatra’ya hayranken içinde bulunduğu müzik piyasasından memnuniyetsizliğini Rock is Dead adlı şarkısıyla dile getiriyordu. Tipik bir romantikti. Topluma karşı yaşadığı yabancılığa (People are Strange, Strange Days, 1967) kendine karşı yabancılığı da eklemişti. Waiting for the Sun (Morrison Hotel, 1970) şarkısında “hayatımda gördüğüm en garip hayat” diyordu. Garip kelimesi için “strange” sözcüğünü seçmesi bu yabancılığı pekiştiriyordu.

“Kendi kendimize eksikken; her şey eksik kalıyor.”
J. W. von Goethe

“Coşkunluk sarpa sardırır işleri,” der Statius. Morrison’ın hayatı da benzer bir dalgalanma yaşamak durumunda kalır. Waiting for the Sun (1968), The Soft Parade (1969) albümlerinde alkolizmi giderek tırmanmaya başlar ve grup dağılma aşamasına gelmek üzeredir. 1967’de New Haven, Connecticut’da verdikleri konser esnasında tutuklanmasının ardından bu kez de 1969 yılında Miami’deki konserlerinde toplamda kısa kısa çaldıkları dört şarkının ardından Morrison yarattığı kargaşa ve “kamusal alanda mastürbasyon yapıyor gibi yapmak” gibi nedenlerden tutuklanıp hapsi istenir. Schopen-hauer, belki bu durumda şöyle derdi: “Ünün ve gençliğin bir arada olması, bir ölümlü için çok fazladır. Yaşamımız öyle yoksuldur ki, bu yaşamın mülklerinin daha ekonomik dağıtılması gerekir.” Morrison ise, Rolling Stone dergisinin kendisi için kullandığı “Sürüngen Kral” metaforunu sevmiş olsa gerek, “I am the Lizard King. I can do anything” demekte bir beis görmüyordu.

Hamlet’i andıran aşamadığı bu benlik sıkıntısı onu yıkıma götürüyordu. Belki de Ophelia’ya şiir yazmış olması da bu sebeptendir. Öte yandan romantiklerdeki vague des passions (arzuların belirsizliği), melankoli, idealist, irrasyonalist düstur bunu kaçınılmaz kılıyordu. Tıpkı Goethe’nin Genç Werther’i gibi. Gérard de Nerval, melankoliyi “şeyleri” olduğu gibi görme hastalığı olarak tanımlanmıştı. Morrison’ın asıl problemi de buydu. Üstelik küçüklüğünde yaşadığı benzer bir otorite baskısını bu sefer de devletten görüyordu. Miami hadisesinin ardından Woodstock’a da çağrılmayan The Doors, son kez stüdyoya girip blues köklerine dönerek L. A. Woman (1971) albümünü kaydetti. Ardından Jim, sevgilisi Pam’in de ısrarları sonucu şiirlerine odaklanmak üzere Paris’e gitmişti. Albümün The Doors’un “geri-dönüş albümü” olduğu ve The Doors (1967) albümünden sonraki en başarılı albümleri olduğuna dair yorumlar yapıldı. Morrison geri dönüp yeni bir albüm yapmak istiyordu; ama zaten kötü olan sağlık durumu daha fazlasını kaldıramadı ve Pam, uyandığında Morrison’ın küvetteki cansız bedeniyle karşılaştı. İki sene sonra 1973’de kendisi de intihar etti. Jim Morrison, Paris’teki Edith Piaf, Oscar Wilde, Chopin, Proust gibi sanatçıların bulunduğu Père-Lachaise mezarlığına defnedildi. Oliver Stone da, ölüm için “öteki krallık” tabirinde bulunan Jim Morrison’ın hayatını anlattığı The Doors (1991) filminin finalinde A Feast of Friends (An American Prayer, 1978) şarkısını kullanarak, ölümün Morrison için bir mutlu son oluşuna işaret etmiştir. 
 
“Bir deli ile bir bilge arasındaki fark,
birincisinin tutkularına,
ikincisinin ise aklına boyun eğmesinden ibarettir.”
Deliliğe Övgü, Desiderius Erasmus

Oğuz Kaan Boğa
KAFKAOKUR Dergisi, Nisan 2018

Scorsese'nin Yönetmenliğini Yaptığı The Irishman Filminin İlk Fragmanı Yayımlandı

$
0
0

Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci gibi yıldız isimlerin rol aldığı, merakla beklenen Martin Scorsese'nin yönettiği "The Irishman" filminden ilk fragman geldi. Film ilk kez 27 Eylül'de New York Film Festivali'nde gösterildikten sonra Netflix üzerinde izlenebilecek.

Yapışkan Park Manifestosu

$
0
0
çizim: ezgi karaata

Yapma Asiye. “Biz ayrılamayız,” deme lüksüne elbet sahip değilim. Fakat ceplerimde kalan hüzün kırıntılarının senden büyük alacağı var. Yapma Asiye. Bu ıssız tufandaki büyük yangının başrolü benim. Buralara uzun yollardan geldim. Yolun sonunda çıkmaza ulaştığımda ismini haykırdım, duymadın. Ayakkabılarının bağcıklarına kirpiklerimi döktüm birkaç yıl önce. Yine de yapma Asiye. Ben kör topal bir dilenci olmaya geçtiğimiz sene razı geldim. Sürüklenmek yormaz beni fakat bilirsin her kasım yağmur yağar burada. Ama korkuyorum. Sensizlikten değil, Yeşilova’nın sessiz bir sokağında üşümenden korkuyorum. Bu güneş yanıltmasın seni Asiye, ben her sabah martılı vapurun ışıklarıyla aydınlanıyorum.

Elime kılavuz diye aldığım mektubunu kokun terk etmiş günler önce. Senden çok büyük alacaklıyım Asiye. Saçlarının dökülmesine müsaade edemem. Karanlık bir evde rakamlarla oynamakla meşgulüm. Koleksiyonumu genişletmek canımı yakıyor elbet fakat sancımın sebebi o malum apartman yalnızca. Asiye, yapmamalısın. Üzerine seni kusmak istemem. Elim kolum hareketsizliğe mahkûm edilmese gelirdim peşinden. Uğruna gökkuşakları çizer güzelliğinden yeni bir renk bulurdum. Bir ormanı yeniden doğurur, Orta Doğu'nun tarihini yeniden yazar, kötülerin peşini asla bırakmazdım!

Bak, uzandığım minderimden nergisler filizleniyor işte. Seni kusmak istemem Asiye. Sana sebep bahçemde çok yer verdim fakat koşamamamı bu hırçın yollara sebep göstermenizin art niyeti nedir? Elim kolum bağlı olmasa, güller döktüğüm yolundan işciler ekmek çıkartmasa, sulak iklimlerdeki yalnızlık yaygın olmasa ve sözlerin gök üzüne yansımasa... Ah, yansımasa... Ben sana övgüler dökmekle yükümlü bir süvari olmasam ve pencerelerin diplerine melodiler bırakmasam sana koşmak isterdim. Peşinden. Kapıları yalnız başıma açmak, hırsızları cezalandırmak ve insanlara sevgiyi aşılamak bile isterdim.

Yapma Asiye. Eylül geliyor görmüyor musun? Bu bahar bize pek öfkeli nihayetinde. Bilmek zorunda olanların bildiği sokak ortasındaki Yapışkan Park’ta üşümemiz gerek, bilirsin. Ama yapma Asiye. Sana muhtaç değilim ancak gökyüzün beni bekler. Kalemimdeki renklerin kör olduğunu dün öğrendim. Sen de bilseydin bunu. Ah, sen de bilseydin... Elim kolum bağlı olmasa, asfalt denilen illet yolları böyle süslemese, bilirsin, nergislerin ömrünü uzatırdım. Mutsuzum ancak Yeşilova'nın ıssız kaldırımında üşümüyorum. Yapma Asiye. Haberin yok, o kaldırımda ağlamışlığına sekizinci kez âşık olmuşluğum var. Anılardan söz edecek kuvveti bulamam kendimde fakat içimde meşrutiyeti bekleyen kimsesiz bir ülkenin hasreti var.

İtiraf etmem gerek Asiye, bizi gerçekler kurtaracak. Yapışkan Park’ta kulağına fısıldamam gereken bir cümle var. Sevgimi üstüne kusmak istemem Asiye. Rahatsız edersem seni geçmişe gidebilirsin. İntikamımızı alabilirsin o haziran ayından. Sen beni tanırsın Asiye. Doğru bildiğim yoldan sapamam ben. Doğru bildiğim yolların sana ulaşması büyük bir paradoks. Ama bilseydin, ah, keşke bilseydin. İsmine yazdığım rediflerin içinde kaybolan âşıkları bilseydin Asiye. Ben sana çıkan bir yolda kayboldum dün gece. O kopardığım gülü bilseydin, ah, bilseydin... Bir damla daha dökerdin sol gözünden ve elim kolum çözülür, yollar açılır, sana doğru koşmam için her koşul sağlanırdı. Ceketimi o art niyetli taksi durağına bırakır, öfkeli adımlarla gelirdim şehrine.

Benden haber alamaman neyi değiştirebilir Asiye? Kaygıların hâlâ yersiz. Bilirsin, arayış içindeyim yalnızca. Yapışkan Park’ta yan yana yazdığımız manifestoyu kendi gırtlağımı parçalarcasına haykırmak için bir cesaret arıyorum dokuz aydır. Kolay yollardan geçmiyorum Asiye, sesinin tınısı hâlâ alay ediyor benimle. Güllerin dikenlerini seyrediyor, denizlerde bir şeyler arıyor, saç telinle konuşuyorum günlerdir. Hatta gökyüzünde ögelerine ayırıyorum cümlelerini bazen. Bilmen gerek, arayış içindeyim hâlâ. İhtiyacımız olan güce çok kırgınım. Bir umutla öylece âşık gözleyen, köşedeki nergis satan adama çok kırgınım Asiye. Seni tanımayan bu insanların, bana seni soran gözlerle bakmasının anayasanın hangi maddesinin kaçıncı fıkrasında yeri var? Büyük alacaklıyım bu kurallardan Asiye. Seni saatlerce beklediğim güneşli banktan büyük alacaklıyım.

Arayışım son bulsa ve elim kolum çözülse; yollarına ilkbaharı, sırtına mavi kazağı getirebilsem... Tüm yalanlardan arınabilsem ve koşar adım bir papatya beyazlığına içimi dökebilsem... Bu yolların hepsini aşar, kuşların tüm dengesini yerle bir eder gelirdim Yapışkan Park'a. Sen göremezsin belki, fakat, hâlâ bekleyenimiz oturur o kaydırakta. Şu arayışım bir bitse... Ah, bir bitse Asiye... Açlıktan nefesi kokan her garibanı alır yanıma, koşar adım, şehirleri fethederek giderdim Yapışkan Park'a. Sana söylemem gereken birkaç cümle var Asiye. Yapışkan Park buna hazır. Yüzüm hâlâ oraya nazır. Haykırırdım sana tüm Yapışkan Park Manifestosu’nu. Sana tüm kalbimi edebimle açar; haykırırdım, “Geçmişi yakalamak için çırpınan bir balıkçı” gibi!

Mustafa Çoban
KAFKAOKUR Dergisi, Mayıs 2019

Quentin Tarantino: Geveze, Soysuz ve Kan İçinde

$
0
0
çizim: tayfun yağcı


Quentin Tarantino, 1979 yılında liseyi bıraktı ve Kaliforniya’da porno filmler gösteren bir sinemada yer göstericiliği yapmaya başladı. 1984-1989 arasında da bir video arşiv dükkânında çalıştı. Burada daha sonradan sinemasının önemli unsurlarından biri olacak birçok B-movie izledi. Sergio Leone, Jean-Luc Godard ve Brian De Palma gibi sanatsal yönü ağır basan yönetmenlerden de etkilenip kendi sinemasını oluşturdu. Tarantino, filmlerinin içerdiği şiddet sahneleri ve referanslarıyla istismar sinemasının kıyılarında gezinirken; oyunculuklar, set tasarımı ve bütün bunların toplamından oluşan sinema dili ile günümüz auteur yönetmenleri arasında önemli bir yer edindi.

Çılgın Romantik (1993), filminin senaryosunu yazdıktan sonra Tarantino, filmi gerilla yöntemiyle çekmeyi planlamış fakat para bulamadığı için senaryoyu satmak zorunda kalmıştı. Rezervuar Köpekleri’nin tek mekânda yazılmasının sebebi ise Tarantino’nun filme başlarken 5 bin dolarlık bir bütçesi olmasıymış. Filmi 16mm. ile siyah-beyaz çekecekmiş. Fakat Harvey Keitel’ın senaryoyu okuması ve beğenmesi sonucunda Tarantino gerekli bütçeyi bulmuş.

Rezervuar Köpekleri, 1992 yılında Sundance Film Festivali’nde gösterildiğinde hem büyük bir yönetmenin habercisi olmuştu hem de birçok tartışmayı gündeme getirmişti. Rezervuar Köpekleri filminde yer alan meşhur kulak kesme sahnesi, eleştirmenler tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu sahnenin tartışmalara yol açmasının sebebi mizah ve işkencecinin davranışlarının bir arada sunulmasıydı.

İşkenceci, işkence yapmaya hazırlanırken pop müzik eşliğinde havalı bir şekilde dans eder. İzleyici bu durumdan hem haz alır hem de dehşete düşer. Rezervuar Köpekleri filmindeki şiddet Cehennem Silahı (1987) ve Zor Ölüm (1988) gibi şiddet barındıran filmlerden ayrılır. Rezervuar Köpekleri’nde şiddet olabildiğince gerçek ve çıplak olarak sunulur. Örnek verdiğim filmlerdeki şiddet sahneleri ise çizgi film şiddetidir. Olabildiğince seyirciyi rahatsız etmeyecek şekilde sunulur. Bu filmlerde şiddeti uygulayan kişiye şiddeti uygulayabilmesi için haklı sebepler verilir. Tarantino’nun yarattığı karakterlerin ise şiddet uygulamak için bir sebebe ihtiyaçları yoktur. Ella Taylor bir makalesinde kulak kesme sahnesi için “O sahne tam bir sanat eseri; hatta kusursuz bir yapıt bile olabilir. Zaten beni korkutan da bu,” der. Tarantino’nun şiddeti bütün çıplaklığıyla vermesine rağmen gösterilen şiddetin çekici bir hal alması, onun mizansen yaratmaktaki maharetinden kaynaklıdır. Soysuzlar Çetesi (2009) filminde Çavuş Donny’nin Nazi komutanın kafasını beyzbol sopasıyla dağıttığı ve Rezervuar Köpekleri’ndeki kulak kesme sahnelerini bu duruma örnek gösterebiliriz. Tarantino, filmdeki şiddet sahnelerinin eleştirilmesini çok fazla ciddiye almaz. “Eğer şiddet malzemenizin bir parçasıysa, yüreğinizin sizi götürdüğü yere gitmekte özgür olmalısınız,” der. Onun için sinemadaki şiddet sadece zevk meselesinden ibarettir. Başka bir röportajında ise, “Filmde korkunç bir şey olacağında müzik size buna dair herhangi bir ipucu vermiyor. Gerçek hayattaki şiddet böyledir. Otobüs beklerden birden önünüzden beysbol sopalarıyla birbirini kovalayan insanlar geçer. Filmlerimde de şiddeti böyle yansıtmaya çalıyorum,” açıklamasında bulunur. Rezervuar Köpekleri filmiyle aldığı bir diğer eleştiri ise filmde hiç kadın karakter olmamasıdır. Bu duruma ise Tarantino şöyle cevap verir:

“Ne yani, karakterler buluşmalarına kız arkadaşlarını mı getireceklerdi? Ya da Bay Beyaz’ı karısıyla mı göstermem gerekiyordu? Benim anlatmak istediğim hikâye öyle bir şey değildi.”

Tarantino, röportajlarında filmlerinin sıklıkla otobiyografik özellikler taşıdığını söyler. Bu kanlı ve vahşet sahneleriyle dolu filmlerin otobiyografik özellikler taşıdığına inanmak zor olsa da belli noktalardan inandırıcıdır. Senaryosunu yazdığıÇılgın Romantik filminin başkarakteri Clarence, Tarantino’ya oldukça benzer. Clerance bir çizgi roman dükkânında çalışıyordur. Tarantino ise bir videocuda çalışmıştır. Tarantino gibi Clerance’da kung-fu filmleri izler ve İki Film Birden Sinemaları’na gider. Verdiği röportajların birinde “Yönetmen olmasaydım gangster olurdum,” açıklaması da onun şiddete merakının diğer bir kanıtıdır.

Tarantino, 1994’te Ucuz Roman filmi ile ilk filminin başarısının tesadüf olmadığını kanıtladı. Sert mizaçlı karakterler, bilgece diyaloglar, pop kültürü ögeleri ile Godard’dan Leone’ye kadar birçok referans ve elbette aşırı şiddet sahneleri. Başta üç kısa filmlik bir suç antolojisi olarak çekmeyi düşündüğü Ucuz Roman’ı daha sonra J.D. Salinger’ın Glass Ailesi hikâyeleri gibi tek bir hikâyede birleştirir. Aynı karakterleri farklı hikâyelere yerleştirir. Tarantino verdiği röportajlarda da yönetmenlerin, yazarların romanlarda uyguladıkları teknikleri uygulayabileceklerini söyler.

Tarantino’nun postmodern bir sinemacı olarak adlandırılması da bu yüzdendir. Ucuz Roman ve diğer filmlerinde de, türlere ve anlatılara atıfta bulunarak onları yeniden dolaşıma sokarak film tarihini tasdik etmesiyle postmodern ögeleri açık bir biçimde içinde barındırır. Ucuz Roman’daki üç hikâyenin konusuna baktığımız zaman metinlerarasılık bariz ortadır. İkinci kalite filmlerin bayat hikâyeleri yeniden canlandırılmıştır (çete üyesi patronun karısını dışarı çıkarır, ama ona âşık olmamalıdır; boksöre maçı satması için rüşvet verilir, kiralık katiller bir göreve gönderilir).

Mia bir ‘femme fatale’ olarak tanıtılır. Sahneye girişi Çifte Tanzimat (1944) filmindeki Barbara Stanwyck’in girişini andırır.

Tarantino bir yandan anlattığı hikâyenin gerçekliğine seyirciyi bir yere kadar inandırmaya çalışırken hiç beklenmedik anlarda anlatılanın bir kurgu olduğunu, seyirciye bilinçli olarak açık eder. Ucuz Roman’da Mia’nın ekrana bir kare çizmesi gibi. Bu noktada Tarantino’nun filmleri kurgu metinler ama öte yandan tıpkı Godard’ın filmleri gibi birer film eleştirisidir. Godard anlatılanın kurgu olduğunu açık ederken politik bir amacı vardır. Klasik sinema anlatısını reddeder. Onu eleştirir ve seyircinin karakterlerle özdeşleşmesini engeller. Tarantino’nun ise anlatılanı açık ederken politik bir amacı yoktur. O sadece izlediği filmlerdeki teknikleri farklı bir forma sokarak sanat sineması ile istismar sineması arasında gezinir.

Hızlı kurgu sahneleri ile daha telaşsız sahneleri birlikte kullanmaktaki becerisizi Ucuz Roman ile biraz daha öne çıkar. Daha sonra bu özelliği Soysuzlar Çetesi ile doruğa ulaşacaktır.

1997’de Elmore Leonard’ın Rum Punch kitabından yola çıkarak çektiği Jackie Brown filmi ile çok sevdiği ‘blaxploitation’ türüne Coffy (1973) filminin yıldızı Pam Grier’i oynatarak saygısını sunmuştur.

2003 yılında ise epik intikam hikâyesi Kill Bill ile western filmlerinden Uzakdoğu dövüş filmlerine türlü referanslarla seyirciyi mest etmeyi başardı. Dört saatlik bir hikâyeyi ikiye bölerek anlatan Tarantino dev bir tuval üzerinde çok basit bir hikâye anlatıyordu. Başka bir yönetmenin elinde kontrolünü kaybedebilecek böylesine bir epik Tarantino’nun ellerinde bir başyapıta dönüştü. Peki, bunu nasıl başardı? Öncelikle Kill Bill filmiyle Tarantino bir fantezisini gerçekleştiriyordu. Öykündüğü filmlere birer birer selam çakıyor, (kimi eleştirmenler bunu çalmak olarak nitelendirmiştir) bunu yaparken de kurduğu fantezinin içine oldukça gerçekçi karakterler yerleştirerek o karakterler arasında kusursuz bir çatışma yaratıyordu. Bunun yanında filmin gel gitli kurgusu filme farklı bir lezzet katıyor, filmin heyecanını sürekli yüksek tutuyordu. Birinci bölüm ‘spagetti western’ler etkisindeki doğu tarzı bir filmken, ikinci bölüm doğu filmleri etkisindeki ‘spagetti western’ olarak tanımlanabilir. Kill Bill’den sonra B-filmlere bir saygı duruşu olan Ölüm Geçirmez (2007) filmiyle seyirciyle buluşan Tarantino Rezervuar Köpekleri filmiyle aldığı “kadınlara yer yok” eleştirisine de bir cevap veriyordu âdeta.

2009 yılında ise Soysuzlar Çetesi filmiyle bir kere daha seyircisini sevindiren Tarantino daha sonra sırasıyla Zincirsiz (2012) ve Hateful Eight (2015) filmlerini çekti.

Şimdilerde Star Trek’in devam filmini çekeceği söylenen Tarantino, onuncu filmini çektikten sonra sinemayı bırakacakmış. Rezervuar Köpekleri’nden bu yana sinemaseverleri her projesi ile heyecanlandıran Tarantino umarız bu konuda kararlı değildir. Bu konuda kararlıysa umarız kalan haklarını Star Trek çekerek harcamakta kararlı değildir.

Doğukan Adıgüzel
KAFKAOKUR Dergisi, Mart 2018

Katil Kim?

$
0
0
çizim: abdullah sarışen

Filmlerde, dizlerde ve romanlarda katilin kim olduğunu öğrenebilmek için hep ‘son’u bekledik. Bazen bu sorunun cevabını öğrenebilmek için saatlerimizi, bazen ise aylarımızı harcadık. Sahi katil kimdi? Her biri masum gözükenlerden hangisiydi? Kimseye kondurulamıyordu ama illaki biriydi. Ortada bir katilin olduğuna şüphe bırakmayacak bir şey vardı: Ölüm.

Bazen hayatımızdaki katilleri düşünmekten kendimi alamıyorum. Karşıdaki kafenin sahibi, tatlı bakkal amca, en yakın arkadaş, otopark görevlisi, her sabah işe giderken başınla selam verdiğin ama adını bilmediğin o mahalleli, annen, baban, sevgilin, kendin…

Hepimiz birer katiliz işte. Çok da düşünmeye gerek yok aslında “Katil kim?” diye. Her gün birilerini öldürüyoruz. Bazen öldürmek istediğimiz için, bazen öldürmemiz gerektiği için. Bazen üstüne düşünerek, bazen hiç düşünmeden. Tetiği çekiyoruz ve bom! Bazen, “Sahi kaç leşin var?” diye sormak istiyorum karşımdakine.

Kaç kişiyi öldürdün?
Neden öldürdün?

Sonra bir bakıyorum yanımda oturan birinin gözlerinden yaşlar süzülüyor. Elleri, dudakları titriyor. Başlıyorum kafamdan senaryolar yazmaya. Merak ediyorum katil mi? İzliyorum biraz, tahmin etmeye çalışıyorum. O kadar hüzünlü gözüküyor ki katil olma ihtimalini düşük görüyorum. Katil olsa daha güçlü gözükeceğini var sayıyorum çünkü. Bu sefer katilin kim olduğunu düşünmeye başlıyorum. Acaba patronu mu? Belki de işten atıldı? Babası? Arkadaşı? Sakinleşiyor o sırada. Bu sefer yüzünde garip bir tebessüm beliriyor. Yok yok kesin katil. Bu tebessümün başka bir açıklaması olamaz.

Kimi öldürdü acaba? Sevgilisini? Kuzenini? Cevabı öğrenmek için filmin sonunu bekleyen meraklı bir izleyici gibi izlemeye devam ediyorum o kişiyi. Tebessüm yerini yine gözyaşlarına bırakınca, o uyuz eden senaryolardan biri hissini vermeye başlıyor. O “E bir öyle bir böyle, ne anlatıyor bu film, nereye bağlanacak yani şimdi?” hisli olanlardan. Göz göze gelmekten korkuyorum. Sorsam terslenir miyim? Belki “İyi misiniz?” diye konuya girebilirim diye düşünüyorum. Ama kafamdaki katil hikâyesinden bahsetmemeliyim muhtemelen deli olduğumu düşünür. Bir kahve istiyor. Ben de bir kahve istiyorum ve tüm cesaretimi toplayıp soruyorum:

“İyi misiniz?”
Gözyaşlarına boğuluyor “Ölüm gibi bir şey,” diyor.
Susuyorum.
Filmin sonunu öğreniyorum.
Bu filmi hiç sevmiyorum.

İpek Atcan
KAFKAOKUR Dergisi, Eylül 2018
Viewing all 344 articles
Browse latest View live