Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

"Uzaylı Kocakarı" Ursula'nın Yapmadan Yaptığı

$
0
0
çizim: cansu akın

Kurmacanın en önemli isimlerinden biri olan Ursula K(roeber) Le Guin’in aramızdan ayrılmasının üzerinden bir yıl geçti. Bize farklı türlerde, pek çok farklı okur için çok başarılı ve etkili, irili ufaklı yapıt bıraktı. Ayrıca bize kendi hayatını ve görüşlerini açıkladığı sayısız deneme ve konuşma metni kaldı ondan. Fantastik kurgu, bilim kurgu, antropomitik kurgu, çocuklar ve gençler için kurgu, feminist kurgu, realist kurgu vs. türlerinde yazdığı için, bugünün herhangi bir okurunun Ursula’yla yolunun kesişmemesi neredeyse imkânsız, dolayısıyla herkes için bir Ursula mutlaka var. Kimisi siyasi görüşlerini, kimisi kurguladığı/ uydurduğu diyarları, kimisi kedilerini, kimisi büyülü/ büyücü gençlerini hayranlıkla karşılamıştır.

1929’da bir antropolog ve bir psikolog/ yazarın çocuğu olarak başladığı hayatında her zaman aklı başında kalmış, kendisini ve takipçilerini dönüştürmekten hiç kaçınmamış, çocukluğundan “uzaylı kocakarılığına” (veya tüm okurlarının büyükanneliğine) mütemadiyen insanlığı eline alıp evirip çevirerek sorgulamıştır. Eğitim sürecinde Latin dillerinde uzmanlaşmış. Fransa’da akademik çalışmalarını sürdürmeye memleketi ABD’den II. Dünya Savaşı sonrası koşullarında yola çıkmışken yolda tanıştığı tarihçi Charles Le Guin’e âşık olmuş, hayatlarını birleştirmişler, birlikte üç çocuk yetiştirmişler. İlk önce Portland Üniversitesinin tarih kürsüsünün önemli isimlerinden olacak eşinin kariyerine odaklanmışlar. O dönemde, meşhur bir söyleşisinde belirttiği gibi, eşinin de desteğiyle ev işlerini ve çocuklarını büyütmeyi (ilk kızı 1947’de, son olarak oğlu 1964’te doğmuş) neredeyse bir iş gibi sürdürürken geceleri tüm evcil hayhuydan artakalan vakitlerinde yazarak (bir ikinci iş) kadınların pek o güne kadar boy göstermediği bilim kurgu alanında 1962’den itibaren öykülerini, 1966’dan itibaren de kitaplarını yayımlatmaya başlamış.

Dönem, Soğuk Savaş rekabetinde uzaya gitme yarışını içeren bir dönem. Robert A. Heinlein, Isaac Asimov, Frank Herbert türü uzay emperyalizmi romanları popüler. Uzay Yolu dizisi Amerikan televizyonlarında yayımlanmaya başlamış ve Enterprise (Atılgan) uzayı keşfetmek için yola çıkmış. Ayrıca 1950'lerin ortasında yayımlanan Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi, fantastik kurguyu çeşitli ırkların ilişkileri ve çatışmaları üzerinden müthiş bir seyahat serüveni şeklinde ortaya koymuş. Bilim kurgu erkeklerin hâkim olduğu bir alanda erkeklerin fantezileri doğrultusunda dünyayı ele geçirme mücadeleleriyle doluyken bir kadın olarak önce kendisini kabul ettirmiş. Sonrasında etkisini arttırdıkça kadın fizyolojisini, bakış açısını, değerlerini yapıtlarına serpiştirerek ayrıca yıllar içinde gelişen feminist literatür ve haklar mücadelelerinden etkilenerek bu türü (ve fantastik kurguyu) dönüştürmeyi başarmış.

Burada iki yapıt öne çıkıyor: İlki 1968’de gün yüzü gören fantastik kurgusu, çocuk bir büyücü/cadı oğlanın (Harry Potter’a da esin veren) büyüme hikâyesini içeren, yıllar içinde eklenecek diğer kitaplarla fantastik edebiyatın en önemli yapıtlarından biri hâline gelecek Yerdeniz Büyücüsü. Bugün “young adult/genç yetişkin” olarak bilinen yayın alanının öncüsü yapıtlardan olan bu seri, bana kalırsa Ursula K. Le Guin’in okurlara yaptığı en önemli (feminist) katkıdır: Eril anlayışın ötesinde belki dişil denebilecek değerleri, açıkçası biraz da yazarın inandığı Taocu anlayışın “yapmadan yapmak”, “boşluğun doldurulmadan değeri” gibi prensipleri doğrultusunda, okurlarına usulcacık vermesiyle, kitapları okuyarak yetişen her okuru daha iyi bir insan hâline getirmiş, ufkunu açmış, düşüncelerinin katılaşmadan kalmasını ve olaylar, tartışmalar ve karşılaşmalarla değişebilmesini, hayatı daha derin kapsamasını sağlamıştır. Hiçbir şeyin silah olarak kullanılmaması, bir edimin bedelinin olması ve bu bedelin bizzat kişi tarafından üstlenilmesi gibi erkeklerin asla anlamaz, kabul etmez gibi göründüğü düsturları da masalsı bir yumuşaklıkta anlatan Ursula, sadece Ged’i değil, bizleri de büyütür. Bizzat feminizmin etkisiyle bu serinin dördüncü kitabı Tehanu’da, 1990 gibi geç bir tarihte, alttan alta değil, açıktan kadın hâlleri üzerine de yazmıştır.

İkincisi 1969’da yayımlanan Karanlığın Sol Eli: Ursula, belirgin bir cinsiyeti olmayan insanlarla dolu bir dünya kurgusuyla okurları ilk defa tanıştırdığı bu romanda, cinselliği kızışma dönemlerinde yaşayan, diğer dönemlerde birbirlerini farklı cinsiyetlerde görmeyen, dolayısıyla bizim dünyamızda belaya dönüşmüş toplumsal cinsiyet (gender) kavramını oluşturmamış, belki de bundan dolayı hiç savaş yapmamış ama yine de insanlığın tüm hırslarına sahip halkların arasında, dünya dışından gelmiş erkek bir elçinin yaşadıklarını ortaya koyar. Türkçede öznenin gizli olabildiği, sözcüklerin ve fiillerin cinsiyete göre çekilmediği düşünülünce ve bizim alışık olduğumuz gender’sızlık ifadelerinin İngilizce ve diğer Batı dillerinde olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, roman boyunca eril “he” kullanımına rağmen he’nin hamile kalması, hatta “bir kralın hamile kalması”, çocuk doğurması, neredeyse menstrüel döngü gerginlikleriyle karmaşık tepkiler vermesi, nihayetinde roman geliştikçe dünya dışı ana kahramanımızın (belirtmek gerekir ki bu yabancının gözlemlediği kadarıyla bu kurgusal toplumu tanıyoruz ve hem dişi hem eril, belki de erdişi olabilecek şahıslardan “he” diye bahsetmeyi o seçmiştir) bir “he”yle cinsel olmasa da yoldaşlık biçiminde aşk yaşaması okurlar açısından pek çok zihinsel sorgulamaya yol açmış, bilim kurgu tarihçesi açısından da Karanlığın Sol Eli’ni ilk feminist yapıt kılmıştır. Ursula Le Guin’in bu yapıtı o yıllarda günümüzün feminizmini de kapsayan kadınların koşullarını değiştirmek için örgütlü düşünmeye başlamasından da esinlenmiş ve sonrasında bilim kurguda açtığı yola hızlıca Doris Lessing, Margaret Atwood gibi aslında tür edebiyatı yapmayan kadın yazarlar da gelmiştir.

1970’ler başladığında popüler bilim kurgu ve fantastik kurgunun âdeta kraliçesi olarak beliren Ursula K. Le Guin, hayatının geri kalanında yazdığı öykülerin, şiirlerin, çocuk kitaplarının, romanların dışında bir de gittikçe artan oranda konuşmalarıyla, yazılarıyla, değerlendirmeleriyle bir bakıma meta-bilge bir uzaylı kocakarı hâline gelir, hem okurlar hem de yazarlar için. Biz dilimizde bu matrak büyükannenin bilgeliklerinden, (Metis’ten) Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar seçkisindeki, ama ölümünden sonra yoğunlaşan oranda yayımlanan, (İthaki’den) Dünyanın Kıyısında Dans, (Metis’ten) Zihinde Bir Dalga, (Hep Kitap’tan) Dümeni Yaratıcılığa Kırmak ve Sözcüklerdir Bütün Derdim gibi kitaplarına serpiştirilmiş yazılarını okuyarak yararlanıyoruz. Böylece hem kurgularken hem de kurgulamadan anlatırken (yazarın kendine özgü mantığıyla yorumladığı, geçen sene Metis’ten yayımlanan Lao Tzu’nun Tao Te Ching çevirisinin bize ipuçlarını verdiği “yapmadan yapma” düsturu doğrultusunda), bir bakıma feministim demesine gerek kalmadan feminizmi şekillendiren Ursula’nın hepimizi etkilemesi mümkün, yeter ki biz kendimizi onun tatlı diline bırakabilelim.

Mert Tanaydın
KAFKAOKUR Dergisi, Şubat 2019

Doğukan ve Batıkan Manço, Babaları Barış Manço'yu Anlattı

$
0
0


Barış Manço’nun çocukları Doğukan ve Batıkan Manço ile dosya konumuz olan, babaları, Barış Manço için bir araya geldik. Merhum müzisyenin çalışmalarını, eserlerinin ve kişiliğinin onlarda bıraktığı etkiyi ve ilişkilerini konuştuk.

Bütün çocuklar ebeveynleriyle daha çok vakit geçirmek ister. Yoğun çalışan bir babanın çocuğu olmak, özellikle Adam Olacak Çocuk programını izlediğinizde, babanızın başka çocuklarla vakit geçiriyor olması, size ne hissettirdi? O zamanki hislerinizi nasıl açıklarsınız?
Doğukan Manço: Kuşkusuz ki her çocuk en çok ailesi ile vakit geçirmek ve büyüyüp arkadaş edindikçe genişleyen çevresi ile paylaşımlar içerisinde bulunmak ister. Hele ki herkesin ilgi duyduğu bir anne babaya sahipsen ailene karşı algıların genişleyip ilgi odağın daha da artabiliyor. Ancak çocuk yaşta o kadar yoğun duygular hissederken aileni paylaşıyor olmak o duygularının aynı şiddette yön değiştirmesine de sebep olabiliyor. Batıkan ve ben de ister istemez bu durumun mağdurları olarak büyüme çağında çok etkilendik.

Batıkan Manço: O yıllardaki hislerimi tam olarak hatırlayamıyorum. Annemin anlattıklarına göre kıskançlık ve protesto sergilermişim. En belirgin hatıram şöyle; yoğun baskıyla katılmak istediğimi belirtirdim ve sonunda katıldım. Sahneye çıkmadan önce babam “Sahnede bana baba deme” dedi. Nedenini sormadan “Peki” dedim ve hiç baba demedim. Tabii sebebini yıllar sonra anladım, önemli bir öğretidir benim için.

Hem meşhur, hem sevilen, hem de işinde başarılı bir babanın çocuğu olmanın meslek hayatınızda ne gibi artıları ya da eksileri oldu? Daha iyisini yapma gibi bir sorumluluğunuz olduğunu düşünüyor musunuz?
DM: Babamız sadece müzik, televizyon yönünde meşhur ve sevilen biri olarak değil zaman içerisinde kişiliği ile Türkiye ve hatta diğer ülkelerde de çok sevilen bir kişi oldu. Mesleki anlamda bizler bu kadar başarılı ve yetenekli bir insanın oğlu olarak aynı dalda ilerlemeyi hiç düşünmemiştik. Ancak medyatik bir ailenin çocukları olarak bizler de tanınır olduk ve insanların ailelerinin manevi olarak parçaları olduk. Hayır, hiçbir zaman babamızın yaptıklarıyla yarış içerisinde olmayı düşünmedik ancak ona yakışır ve onun çizgisinde hareket etmeyi hedefledik.

BM: Babamın başarıları benim meslek hayatımı olumsuz yönde etkilememiştir. İlk paramı garsonluk ve evlere yemek servisi yaparak kazandım, Amerika'da öğrenciyken. Türkiye'ye döndükten sonra grafik ve müzik sektöründe çalıştım ve bugün kendi kafemi işletiyorum. Tabii ki artıları ve eksileri var ama hayatın gerçekleri bunlar. Barış Manço yapacaklarını yapmış, bizim sorumluluğumuz babamdan kalan mirası yaşatmak.

Sizce, Barış Manço’nun toplumsal anlamda bu denli sevilmesinin sebebi nedir?
DM: Barış Manço’nun toplumsal anlamda sevilmesinin en büyük sebebi karşısındaki insanı ciddiye alması, sevmesi ve samimi olmasından kaynaklıydı. Evet, belki biz ailesine ayırması gereken vakitten çalıp sevenlerine daha çok ayırmak zorunda kaldı ancak bu sayede şu an yeni doğmuş çocuklar bile Barış Manço’yu çok sevmekte ve onun değerleri ile büyümekte.

BM: Babamın en önemli iki özelliği; birleştirici ve çok iyi bir iletişimci olmasıydı. Şarkıları ve TV programları düşüncelerini iletmek için birer araçtı. Bu kadar sevildi çünkü herkese ulaşabildi.

Sizce devlet, ölümünün ardından bunca yıl geçtikten sonra Barış Manço’nun müziğini yeni kuşaklara tanıtmak için ne yapmalı? Öneriniz nedir?
DM: Devlet Barış Manço’nun bir devlet sanatçısı olduğunu ve hatta Türkiye’nin marka yüzü olacak kalitede bir karizmaya sahip olduğunu 20 sene önce unuttuğu gibi 20 sene sonra “Barış Manço 7’den 77’ye Dolu Dizgin Barış ve Sevgi Derneği” baskılarıyla hatırlar gibi oldu. Ülke olarak değerlerimize sahip çıkmakta gittikçe zorlandığımız bu dönemde iki elimizin on parmağı kadar olan bu kişilere gerekli değeri vermemiz gerekiyor. Biz ailesi olarak tüm maddi mirasını paylaşmışken manevi mirasını yaşatmak için sürekli projeler düzenliyoruz. Sanata daha çok değer vermek zorundayız. Devletin, şarkıların genç kuşaklara akması için bir şey yapmasına gerek yok onu biz aile ve dernek olarak en doğru şekilde yaptığımıza inanıyoruz.

BM: 2019 babamızın vefatının 20. yılıydı ve Milli Eğitim Bakanlığı talimatıyla artık okullarda şubat ayında Barış Manço anma etkinlikleri düzenleniyor. Birkaç yıl önce ise M.E.B. müzik kitaplarında şarkıları yer almaya başlamıştı. Devlet ve devlet temsilcilerimiz toplumsal değerlerimize gereken önemi göstermeye devam ettiği ve sonraki kuşaklara aktardığı sürece herkes destekçi olur, diye düşünüyorum.

Babanızın odağında olduğu, unutamadığınız bir rüyanız var mı? Anlatır mısınız?
DM: Benim yıllarca günlük tutmak gibi bir huyum vardı. Gördüğüm bütün rüyalarımı yazardım ve günlük akışım ister istemez etkilenirdi. Zaman içerisinde rüyalarım azaldı ve son zamanlarda başka insanlar rüyalarıma girer oldu. Tanıdığım tanımadığım birçok kişi gelip bana rüyalarını anlatır oldu. Ben de enerjiye inanan biri olarak o mesajları olumlu yorumlamaya başladım.

BM: Babamla ilgili rüyalarımda hep farklı bir şehirde olduğumuzu görüyorum ve her defasında "Nihayet geri geldin" diyorum. Sanki uzun bir yolculuğa gitmiş ve geri dönüyormuş gibi bir algıda oluyorum. Sanırım çok sık yolculuk yaptığı için böyle yansıyor.

Barış Manço’nun en çok sevdiğiniz şarkısı hangisi? Neden?
DM: Babamın şarkıları sürekli olarak bende değişir, olay tamamen ruh hâlimle alakalıdır. Mesela 2013 sonrasında giderek artan gündem karışıklıklarından ötürü Halil İbrahim Sofrası, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ve Ahmet Bey’in Ceketi gibi şarkılarla daha özümüze dönmemiz gereken, kul hakkı yemeden barış içerisinde yaşayacağımıza dair mesajlar veren parçalarla yaralarımıza merhem olan şarkıları seçer oldum.

BM: Babamın birçok şarkısının benim için özelliği olması sebebiyle çok var. Ama açılışı her zaman Dönence ile yapıyorum çünkü eski bir röportajında bu şarkıyla ilgili "İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Örneğin kış mevsiminde yazın gelmesini bekler yazın da kış mevsimini ararız," demiştir. Bunu okuduğumda beri şarkı yepyeni bir anlam kazanmıştır benim için.

Bu aralar günleriniz nasıl geçiyor? Neler yapıyorsunuz?
DM: Bu aralar sezon gereği işlerimin daha yoğun olduğu ve yarış sezonumun aktif olduğu bir süreçteyim. Her ne kadar müzik sektöründeki değişimler, ekonomik şartlar ve gündem karışıklıkları gereği işler eskisine göre yavaş olsa da her zaman yaptığımızın daha iyisini yapmayı hedefleyerek tempomuzu korumaya çalışıyoruz. Eskisine göre daha çok yoruluyoruz demek doğru olur.

BM: Daha önce bahsettiğim gibi kafe işletiyorum. Birkaç yıl müzik sektöründe çalıştıktan sonra, işletmeci birkaç arkadaşıma danıştım ve kendimi cesaretlendirdim. Yeni işimin benim olmasını, salaş olmasını ve evime yakın olması önemliydi benim için ve 3 yıldır bu işi yapıyorum. Kafenin tasarımı Doğukan'a aittir, bir zamanlar katıldığı yarışmadaki yaşam mücadelesini sergilediğimiz bir konsepti var. Tüm Kafkaokur okurlarını Cafe Los Manços'a bekleriz.


Soner Sert
KAFKAOKUR Dergisi, Eylül 2019

Çaresiz

$
0
0
çizim: rabia aydoğan

Üç. İki. Bir.

Nefesini tut.

Martin öfkesini bastırmayı bu şekilde deniyordu. Bayan Gritz’in sorduğu soru karşısında afallamıştı. “Meridyen çizgisi hangi şehirden geçer Martin?” Cevabı biliyordu, yıllar önce kurcaladığı atlasa bakarken kendi başına öğrenmişti bunu. Sorunun cevabından yüzde yüz emindi. Bayan Gritz soruyu tekrarladı, “Meridyen çizgisi Martin, hangi şehirden geçiyor? Bir önceki ders bu konuyu işlemiştik.” Bir faydası yoktu, bir önceki ders yani geçen hafta cuma günü okula gelmemişti. Sabah uyandığında saat 8’i çoktan geçmiş ve otobüsü kaçırmıştı. Onu her sabah uyandıran annesi sabaha karşı uyurken ölmüştü çünkü. Martin gözlerini ovuştura ovuştura annesinin yatak odasına doğru gitmiş ve bir terslik olduğunu anlamıştı. Garip hissetti o an. Üzülmedi, sevinmedi, ağlamadı, sızlamadı. Yalnızca çok ama çok heyecanlandı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Güm güm güm. Ne yapabileceğini düşündü. İşaret parmağını annesinin boynuna götürüp nabzını ölçmeye çalıştı. Teni buz gibiydi, nabzı yoktu. Bir sonraki hamlesini düşündü. O an dışarıdan biri onu izliyor olsaydı, ne kadar soğukkanlı davrandığına şaşar kalırdı. Lakin kalbi öylesine şiddetli atıyordu ki. Derin bir nefes aldı, yutkundu. Komidinin üzerindeki telefonun ahizesini kaldırdı ve babasının telefonunu çevirdi.

“B.b.baba” sesi boğazında düğümlenir gibi oldu.

“Martin? Her şey yolunda mı?”

“Annem. Ölmüş.”

Martin telefonu kapattıktan sonra annesinin yanına uzanıp onun elini tuttu ve babasını beklemeye koyuldu. Tüm güzel şeyleri düşündü, mutlu anıları ve hatta kötülerini de. Gözleri doldu aniden ve bir sel gibi taştı, aktı gözyaşları. Burun deliklerinin dolduğunu hissetti ve nefes almakta öyle zorlandı ki, ağlamayı kesmek zorunda kaldı. ‘Güçlü ol Martin’ diye sayıkladı kendisine. Şimdi sınıfın ortasında, öğretmenin sorusuyla yüz yüze kalmıştı. Cevaplamak istiyordu ama bir korku içinde gittikçe büyüdü. Kalbi yine çarpmaya başladı ve hızlandı. Güm güm güm. Saniyeler içinde bu soruya milyonlarca kez cevap vermişti ama hiçbiri dilinden sökülüp sınıfta yankılanmadı: Green- wich. Bayan Gritz beklemekten vazgeçti, tam o sırada Joen yüksek ve kendine güvenen bir ses tonuyla “Greenwich’ten geçer,” dedi. Martin sese doğru döndü ve Joen’le yüz yüze geldi. Joen’in bakışlarındaki aşağılamayı okuyabiliyordu, muhtemelen Joen’in o sırada kendisine acıyarak hatta belki de tiksinerek baktığını düşündü. Yavaşça sandalyesine doğru eğildi ve oturmak istedi. Daha çok yıkılıyor gibi hissetti ve tüm sınıftan kopan bir kahkaha zinciri kulaklarında patladı. Kendisini yerde yatarken buldu. Hemen arkasında oturan Henry onun sandalyesini çekerek düşmesine sebep olmuştu. Üstelik herkes bunu komik bulmuş ve gülmüştü. Kendisini hemen toparlamak ve sandalyeye geri oturmak istedi. Bayan Gritz sınıfı susturmak için çaba harcıyordu. Tüm o şımarık, karnı tok, gözü pek, acımasız ufaklıklar hep bir ağızdan Martin’in hâline gülüyorlardı. Ama o metanetliydi. Böyle olmalıydı. Dedesinin öfke duyduğunda yaptığı şeyi yapmayı denedi. Üç. İki. Bir. Nefesini tut Martin. Sınıfın kapısı açılır açılmaz tüm öğrenciler kahkahalarını yarıda kesmek zorunda kaldı çünkü kapıdan giren okul müdürü Bay Smith’ti. Sınıfa sessiz olmalarını söyledi. Bayan Gritz’in yanına giderek kulağına bir şeyler fısıldadı. O sırada Bayan Gritz’in gözleri Martin’le buluştu. Bay Smith onu yanına çağırdı:

“Martin, baban seni bekliyor. İstersen eşyalarını topla ve benimle gel,” dedi.

Bay Smith’i o güne dek hiç kimse bu kadar naif bir ses tonuyla konuşurken görmemişti. Yine de sınıftaki öğrencilerde oluşan algı şuydu: Martin’in bir suç işlediği. Martin eşyalarını toparladı ve müdürle birlikte kapıdan çıktı. Babası onu koridorun sonunda bekliyordu. Ona doğru istemsizce yürüdü. Okuldan ayrılıyor olduğunu anlamıştı. Sınıftakiler onu bu şapşallığıyla ve müdürün onu alıp götürmesiyle hatırlayacaklardı. Onların gözünde Martin bir suçlu olarak kalacak ve gerçekleri hiçbir zaman öğrenmek istemeyeceklerdi. Annesinin öldüğünü bilmeyeceklerdi, böyle bir şeyi Bayan Gritz sınıfa söylemezdi, çocukların psikolojilerinin bozulmasını istemezdi. Peki ya Martin’in psikolojisi?

O, sürüdeki bir koyun gibiydi ve bir kurt onu sürekli çiğniyor gibi hissediyordu. Ayaklarını sürüyerek önce okuldan ayrıldı, ardından Westfield kasabasından. Babası onu otobüs terminaline götürdü ve cebine bir yirmilik sıkıştırdı. Dedesi onu Omaha’daki otobüs terminalinde karşılayacaktı. Nebraska’nın güneyinde Missouri nehri kıyısında derme çatma bir evde yaşıyordu. Eskiden sigortacıymış ve şimdilerde sadece birkaç ufak çiftliğin hayvanlarına bakıyormuş. Baytarlığı çocukken, babasından öğrenmiş ve hiç unutmamış. Dedesi onu terminalden aldığında bunları anlatmaya başlamıştı. Oysa Martin bunları zaten biliyordu. Tüm ince ayrıntısına kadar hem de. Onun Gigglies’lerin, Joseph’lerin ve Highwater’ların çiftliğine baktığından haberdardı. Tek sorun, dedesi Larry’nin artık yaşlanmış olması ve dolayısıyla bir çok şeyi hatırlamıyor oluşuydu. Martin bunu önemsemiyordu. Ondaki akıl herkese yeterdi. Birden neşesi yerine geldi. Sanki her şey geride kalmış gibi bir hisse kapıldı. Dedesi, annesi hakkında konuşunca bu his yerini isyana bıraktı. Çok çok derinlerde bir yerde yaşamakta olduğu acı çok tazeydi. Fakat bir adam olup bunun üstesinden gelebilimeliydi. Uzun çayırların arasından ve nehrin kenarındaki yılankavi asfalttan geçerken annesini düşündü. Onu şimdiden fazlasıyla özlüyordu. Ertesi gün dedesine onu da yanında götürmesini teklif etti. “Dede, babandan öğrendiklerini şimdi bana öğret.”

Martin kararını çoktan vermişti. Okula devam etmeyecekti çünkü okul sadece bir zaman kaybıydı. Elinin altında biriktirdiği bir sürü kitap vardı, okuduklarından birçok şey öğreniyordu ve bu öğrendiklerini kâğıt üzerinde veya sözlü yapılan bir sınavla değil, yaşamın ta kendisiyle savaşarak çözümlemek niyetindeydi. Korkusuz, cesur ve gözü açıktı. Fakat toplumda bir birey olabilecek yaşta değildi. Bununla başa çıkamazdı işte. Toplumun en ufak, aklı ermeyen çocukları bile onunla dalga geçebiliyorken bu yaşça büyük ve kendini bilmez yetişkinler arasında ezilirdi. Ufacık bir kasabanın çiftliğinde hayvanları tanımaya çalışırken ki hevesiyle dedesinin güvenini kazanmasına rağmen çiftliğin sahibi Bay Gigglies ona bakarak:

“Şimdi sen okumayacaksın öyle mi? Peh! Bu yaşta bu özgüven. Larry baksana, bu çocuğun gerçekten üstün akıllı olduğunu düşünmüyorsun öyle değil mi?” demiş ve onu küçük bir veletten başka bir şey olmamakla suçlamıştı.

“Şimdiki nesil işte, ne bekliyorsun ki?” diyordu Bay Gigglies.

Martin, Bay Gigglies’in her zaman okula devam edip bu çiftlikten ayrılmak isteyen ama babası yüzünden ve kendi gururu yüzünden bunu hayatı boyunca başaramamış, toplumda yeri olmayan ve herkesi eleştiren bir kaybeden olduğunu anlamıştı. Martin kaybetmeyi sorun etmiyordu belki ama insanların sürekli yapmak istediklerini başkaları ya da bir takım olaylar yüzünden yapamadıklarını bahane edip etrafındaki herkesi, her şeyi, hatta Tanrı’yı bile suçlamalarına bir türlü anlam veremiyordu. Ona kalsa olay çok basit görünüyordu: yapmak istediğin ne ise onu yap, hiç kimseyi dinleme. Denemekten yana bir sıkıntısı yoktu, okulu annesi istediği için denemeye devam ediyordu fakat sonucunu bildiği bir şeydi bu ve sonucunu bildiği şeyleri denemeyi hiç sevmezdi. Ne yaparsa yapsın toplum denilen vahşi hayattan beter bir ortam içinde yer edinmesine izin verilmeyecekti ve işte bu yüzden istediğini yapmakta özgürdü. Okulda kaybedeceği zamanı kitaplar okuyarak geçirecek ve kalan zamanda hayatını idame ettirecek işler öğrenecekti. Tüm ihtiyacı olan buydu. Dünyayı merak ediyordu, Afrika’da bir kabilenin yaşamını veya kutupta bir igloo evinin içinde geçen günlük telaşları. İnsanların göz açıp kapayıncaya dek geçen hayatlarını okul, kariyer ve toplumda yer bulma çabalarına harcayarak ve belki de meslek sahibi oldukları hâlde beş parasız kalarak çarçur etmelerini bir türlü idrak edemiyordu.

“Bir insan bunu neden yapar? Bizi buna zorlayan nedir?”

Sürekli bu tür sorularla kafasını meşgul ediyordu ve cevapları bazen kitaplarda, bazen de doğanın kendisinde arıyordu.

“Kaderini gerçekleştirmek arzusu nedir peki? Zaten olacak bir şeyin önüne geçemezsin ki.”

Ölüm bazen yaşlanmayı gerektirmiyor, bu yüzden her an ölebilir korkusuyla yaşıyordu Martin. İçinde bulunduğu andan başka hiçbir şeye sahip olamayacağını çok iyi biliyordu. Keza birkaç ay sonra dedesi vefat etti. Onu küçük evin arka bahçesine gömdü. Yapayalnız kalmıştı ama özgürlüğünden bir şey kaybetmiş sayılmazdı. Dedesinin eski bir bisikleti vardı avluda. Kendisine bir çanta hazırladı ve yola koyuldu. Bu dünyaya geldiğinde tek başına olduğunu biliyordu, yıllar geçtikçe birileri ona eşlik edecek ve gideceklerdi. Herkes bir yere kadar gidebiliyordu. Martin kendisinin nereye kadar gidebileceğini merak ediyordu. Bu yüzden doğruca batıya yöneldi. Elbet yeni kasabalara uğrayacak ve orada bambaşka insanlarla karşılaşacaktı. Elbet kendini idame ettirecek işler bulacak ve bir süre sonra yoluna tekrar devam edebilecekti. Toplum her zaman onun açığını arayacak, bazen onu kıskanacak, bazen aşağılayacak, bazen de sevecekti. Her şeye hazırlıklı olmalıydı. Ölüme bile.

Ömer Jack Yılmaz
KAFKAOKUR Dergisi, Nisan 2019

Modern Toplumun Edebiyattaki Yansıması: Polisiye Romanlar ve Polisiye Romanlarda Cinsiyetçilik

$
0
0
çizim: ipek kömürcü


Tarihsel, toplumsal temeller üzerine kurulan edebiyat, toplumsal olana ayna tutarak, topluma dair olguları anlamlandırmamızı sağlar. İnsan, toplumsal var oluşuna ilişkin birçok soruyu edebi eserler yoluyla ortaya koyarken bu sorular kendilerini, farklı türlerde, farklı hikâyelerde, yazarın ve okuyucunun esere ilişkin serüvenlerinde gösterir. Batı dünyasında “Aydınlanma” sonrası, modern toplumun inşa sürecinde ortaya çıkan popüler edebiyatın bir türü olarak ele alınan polisiye romanlar da modern insanın anlam dünyasına ilişkin ipuçlarını içinde taşımaktadır.

Bu yeni toplumsal düzende, bilim ve teknolojinin gelişmesi sonucu ortaya çıkan edinimler, akılsal olana, rasyonel olana büyük bir önem atfedilmesini getirmiştir. Akıl (ruh) ve beden karşıtlığı içinde akıl, birçok sorunun cevabına ulaşmada yegâne yol olarak görülmüş; rasyonel akıl yürütme toplumsal düzenin temeline yerleşmiştir. Modern toplum akılsal temellere dayanan bir hukuk sistemini inşa etmiş, suçun tanımı değişmiş, ceza pratikleri bu temelde değişim göstermiştir. Suç, rasyonel toplumsal düzenin temellerini sarsan, irrasyonel bir oluşum olarak görülmüş, bireysel patolojilere bağlanmış, ceza da bir teknisyenler ordusu tarafından uygulanır hâle gelmiştir. Bir yandan Batılı modern insan kendini birçok farklı kişiyle birlikte doğadan kopuk bir yaşam sürdüğü büyük kentlerde bulmuş, diğer yandan kent yaşamı geleneksel toplumun zincirlerinden kopuşu simgelemiştir. Kentte birçok farklı ‘yabancı’ ile karşılaşan insan, bu yabancılık deneyimi temelinde güven duygusunu sorunsallaştırmış; kişiler birincil çevrelerinin dışına çıkmış, yaşam daha çok bireysellik üzerine kurulur duruma gelmiştir. Bu bireysellik temelinde, irrasyonel olana çözüm arayan, suçun cezasız kalmamasını sağlayarak toplumsal düzeni yeniden inşa eden bir kahramanın edebiyat sahnesine çıktığı görülmektedir. Bu kahraman polisiye romanın merkezindeki dedektiftir.

Polisiye türünün ilk örneği olarak ele alınan eser Edgar Allan Poe tarafından 1841 yılında yayımlanan The Murders in the Rue Morgue’dur (Morgue Sokağı Cinayeti). Poe, türün temel özelliklerini belirleyen yazar olarak ele alınmaktadır. Polisiyenin geniş bir okuyucu kitlesi bulmasını sağlayan, Sherlock Holmes kahramanının yaratıcısı yazar Arthur Conan Doyle’ın ilk romanı A Study in Scarlet (Kızıl Soruşturma/ Dosya) ise 1887 yılında yayımlanmıştır. Türün altın çağı olarak ele alınan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde İngiltere’de yayımlanan, Agatha Christie, Dorothy Sayers gibi yazarların eserleri günümüzde klasik polisiye türünün ürünleri olarak ele alınmaktadır. Amerika’da ise 1860’lı yıllarda ortaya çıkan ve özellikle Nick Carter karakteri ile popülerlik kazanan ‘on sentlik öykü’ türünde merkezdeki dedektifin kentli İngiliz centilmenin ve kovboyun birleşiminden ortaya çıktığı görülür. ABD’de 1920’lerde ortaya çıkan "sert dedektif" (hard-boiled) alt türünde ise düşünsel mücadeleye silahın dâhil olduğu görülmektedir. Bu temelde polisiye türünün farklı coğrafyalarda farklı kültürler temelinde şekillenmesi söz konusudur.

Polisiye romanlar, kültürel anlamda farklılaşabilse de, türün klasik eserlerinin temelinde bir formülün yer aldığı görülmektedir. Tür genel anlamda bir muamma, bir bulmaca üzerine kurulur. Hikâye, çoğunlukla cinayet temelinde ortaya çıkan bir suçun işlenmesi ile başlar; merkezdeki kahraman birey -polis, dedektif- akılsal çözümleme yoluyla, bu suçu işleyebilecek şüpheliler üzerine bir soruşturma yürütür. Okuyucunun da bu temelde soruşturma sürecinin bir parçası olması, kahraman ile özdeşim kurması ve ipuçları temelinde zihinsel bir sorgulama gerçekleştirmesi söz konusudur. Kurgu, okuyucunun gerçek suçluyu, romanın kahramanından önce bulmasını engelleyecek şekilde oluşturulur. Hikâye, bir nevi hayatın tekdüzeliğinden kurtuluş niteliğinde okuyucuya, kendi güvenli ortamında bir gerilim yaşama ve hikâyenin çözüme ulaşması ile de rahatlama fırsatı sağlar.

Olay örgüsü bir neden sonuç ilişkisi temelinde tersten başlamakta, öncelikle sonuç verilmekte, sonrasında nedenler ele alınmaktadır. Burada önemli bir nokta, sonuç dediğimiz cinayetin kim tarafından neden işlendiği üzerinde durulmasıdır. Kurbanın hikâyede, sadece bir inceleme nesnesi olarak ele alınması ve ikincil bir konumda yer alması söz konusudur. Cinayet, hırs, kıskançlık, intikam gibi temel duygusal nedenlere indirgenirken suç, bir anlamda toplumsal temellerinden yalıtılmakta, suçlunun bulunması süreci merkeze alınmaktadır. Suçlunun bulunması, toplumsal düzenin yeniden kurulması anlamına gelmekte, düzen ise sorgulama dışında bırakılmaktadır.

Kahraman genellikle, toplumdan kopuk bir konumda yer alır, gözlem ve ampirik bilginin ışığında rasyonel bir akıl yürütme gerçekleştirir. Burada, herkesin cinayet işleyebileceği ve toplumun rasyonel temellerini sarsabileceği düşüncesi temelinde bireyin, toplumsal bağlarından kurtularak güven duygusunu göz ardı ederek daha doğru kararlar vereceği fikri verilmektedir. Akılsal mücadelenin cevap bulamadığı varoluşa ilişkin temel bir sorgulama ise polisiye romanlarda şekil değiştirir. Ölüm polisiye romanlarda açıklanabilir bir şeydir. Sonucunda ortaya çıkan trajedi ve yıkıma dair sorgulamalar yerine, nedenleri araştırılan ölüm, anlaşılabilir bir durummuşçasına ‘evcilleştirilir’.

Bilim ve aklın yükselişi temelinde ortaya çıkan yeni kent toplumunda bireyin varoluş sorunu; rasyonel düşüncenin üstünlüğü, kahraman bireyin toplumsal düzenin kurulmasındaki rolü ve evcilleştirilmiş ölüm tezahürleriyle polisiye romanın temellerini oluşturmaktadır. Toplumsal anlamda sembolik kötülük polisiye romanlarda her zaman cezalandırılır. Bu çerçevede polisiye hikâyenin ‘akıl-beden’, ‘iyi-kötü’, ‘doğru-yanlış’, ‘kahraman-suçlu’ ve ‘erkek-kadın’ şeklindeki temel ikilikler/karşıtlıklar üzerine kurulduğu görülür. Bu karşıtlıkların tümü polisiye romanın merkezindeki cinsiyetçi kurguda birleşmektedir.

Polisiye Romanlarda Cinsiyetçilik
Kadınlık ve erkeklik birçok toplumsal alanda kurgulanan kimliklerdir. Biyolojik ayrımların ötesinde kişiler, kadın ve erkek olmayı öğrenirler. Simone de Beauvoir “Kadın doğulmaz, kadın olunur,” derken toplumsal cinsiyetin bir inşa süreci sonucunda edinildiğine işaret etmektedir. Bu çerçevede, kadınlık ve erkekliğe dair özellikler toplumsal olarak belirlenmektedir. Batı toplumunun edebi ürünü olan klasik polisiye romanlar, toplumsal düzenin yeniden inşa edildiği cinsiyetçi bir tür olarak ele alınmaktadır. Feminist edebiyat eleştirisi, polisiye romanları bu anlamda eril bir yazın olarak ele alır.

Kadının doğaya, bedene indirgendiği, erkeğin ise aklın temsilcisi konumunda olduğu bir cinsiyet kurgusu üzerinden polisiye romanlarda genel anlamda kurban bedeni, edilgenliği ile kadınlığı sembolize ederken dedektif konumu, akılsal mücadele ve toplumsal düzenin yeniden kurulmasını sağlarken etkin konumdaki erkekliği temsil eder. Türe içkin cinsiyetçi kurgu, biyolojik cinsiyetten bağımsız bir şekilde gerçekleşir. Örnek olarak Sherlock Holmes ve yardımcısı Watson ele alındığında, Watson cinayete ilişkin detaylarda kaybolurken Sherlock Holmes’un bu detayları birer ipucu olarak değerlendirebilmekte olduğu görülür. Bu, merkezdeki kahraman olan Holmes’un erkekliği, Watson’ın ise kadınlık konumunu temsil ettiğini göstermektedir.

Dedektifin kadın olması durumunda ise ‘kadınsılığın’ geri planda bırakılması kurgunun temelinde yer alır. Türün ‘altın çağı’ olarak ele alınan döneminin yazarlarından Agatha Christie’nin dedektifi Miss Marple ve Gladys Mitchell’in dedektifi Mrs. Beatrice Bradley yaşlı kadın dedektifler iken bu romanlarda cinayet kurbanları çekici genç kadınlardır. Burada kadının, rasyonel çıkarımlar yapması, bilge konumuna geçmesinin ancak yaşlanması ve fiziksel anlamda kadınsı özelliklerini geride bırakması ile mümkün olması söz konusudur. Çekici kadın ise temelde ‘erkeği’ akıl yolundan çıkaran özellikleri ile kurban konumunda yer almaktadır. Günümüze gelirken klasik polisiye türünün temel özelliklerini taşıyan eserlerde kadın dedektifler daha fazla yer bulmaktadır fakat türün temelindeki cinsiyetçi kurgunun bu eserlere de taşındığı görülmektedir.

Klasik polisiye türünde, kahraman dedektifin toplumdan soyutlanmış bir karakter olarak kurgulanması söz konusu iken kadın dedektifler toplumun içinden karakterler olarak çizilmektedir. Burada kadın, ancak toplumsal konumu üzerinden bilgiye erişebilen bir varlık, erkek ise tam anlamıyla bir birey, toplumun üstüne çıkabilen salt ‘akıl’ olarak kurgulanmaktadır. Günümüzün popüler ürünlerinden Janet Evanovich’in kahramanı ödül avcısı Stephanie Plum bu çizgide bir karakterdir. Ailesi ile birlikte yaşayan Plum’ın sosyal bağlantıları yoluyla birçok ipucunu elde ettiği ayrıca kilo verememek, yemek yapamamak gibi sorunlarını sıklıkla dile getirdiği görülür. Burada ‘kadınsı’ denilebilecek bir kahraman kurgusunun söz konusu olduğu belirtilse de, bu kadının kendine güven konusunda yaşadığı sorunların ev içi rolleri ve fiziksel görünümüne dair kaygıları temelinde gerçekleşmesi söz konusudur.

Kadın dedektifler söz konusu olduğunda, merkezdeki kahraman daha kırılgan bir temelde kurgulanmaktadır. Örnek olarak Thomas Harris’in romanı Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği) ve Patricia Cornwell’in romanı Postmortem’de (Otopsi) kadın olan dedektifler katilin ulaşmaya çalıştığı nihai hedeflerdir. Erkek olan katil bir anlamda kurgu düzeyinde kendisine rakip olan kadını hedef almaktadır. Postmortem (2010) romanında katilin işlediği cinayetlerin nedenini anlamaya çalışan dedektifler şöyle bir akıl yürütmeye gitmektedirler:

“Neden o diye sordum. Dünyadaki bir sürü kadın içinden neden o? Görüntüsünden dolayı mı?” Hâlâ düşünüyordu. “Belki. Ama belki de tavırlarından dolayıdır. O çalışan bir kadın. Gayet güzel bir evi, yani iyi bir kazancı var. Bazen kariyer kadınları kibirli oluyor. Belki bana olan davranışlarından hoşlanmamışımdır. Belki erkekliğime saldırı olarak görmüşümdür.”

Cinayetin nedenlerine ilişkin sorgulama belirli bir kadınlık ve erkeklik anlayışı temelinde şekillenmektedir.

İpuçlarını değerlendirme sürecinde, kadınların doğa, erkeklerin akıl ile özdeşleştirilmesi temeline ilişkin bir başka durum daha ortaya çıkmaktadır. Kadınların ipuçlarını değerlendirmede erkeklerden farklı bir yöntem benimsemesi söz konusudur: İçgüdü. İngiltere’de son dönemde geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmış Ian Rankin’in Dedektif Rebus serisinin romanlarından Knots and Crosses’ta (2005), Rebus kendisinden daha kıdemli bir kadın dedektif ile sevgili olur. Kadın dedektifin, Rebus’un temizlik, bulaşık gibi ev içi hizmetlerini yerine getirdiği görülürken cinayete ilişkin yaptığı bir değerlendirme şöyledir:

“Dinle John. Ben bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Buna ister kadınsal içgüdü de, ister dedektif ‘burnu’; ama beni ciddiye al.”

Kurgusal düzeyde ciddiye alınmak isteyen kadın sezgisel olana, ‘kadınsı içgüdü’ye vurgu yapmaktadır.

Klasik polisiye türünün, aklı temsil eden, kötülüğe karşı savaşan ve toplumsal düzeni yeniden inşa eden etkin bir ‘birey’ üzerine kurulduğu; bu bireyin biyolojik cinsiyetten bağımsız bir şekilde, toplumsal cinsiyet temelinde bir ‘erkek’ olduğu görülmektedir. Kadınların bu eril türün kahramanı olması, geçmişte daha çok bilge yaşlı kadın imgesi temelinde gerçekleşirken günümüzde bu kahramanın toplumdan soyutlanmış bir erkeklik konumu karşısında, toplumsal ilişkileri ve kadınsı içgüdüleri yoluyla var olduğu görülmektedir. Kariyer kadını imgesi ise katilin hedefine konularak bu kadının her an kurgusal düzlemde kurban konumuna geçebilmesi söz konusu olmaktadır. Toplumun aynası konumundaki edebiyat, modern toplumun bir yansıması niteliğindeki polisiye romanlarda bize böylesi bir cinsiyet kurgusu sunmaktadır.

Selin Atalay
KAFKAOKUR Dergisi, Eylül 2018

Ayrılık Ertesi

$
0
0
çizim: gizem gündüz

Sen şimdi, yalnızca bir güneş soğukluğunda
şu sehpanın köşesine abesle iştigal eden bakışların
İstanbul’un yedi tepesinden şehvet akıtan dudaklarındır
-şimdi seni kadın yapan-
Hınca hınç bir anadolu seferinden bohçası tezek dolu rahmetlikler
ceketinin solunda hiç mangır, iç cepte konyak taşır bilirsin
Çiçeği darboğazında evliliğin mahsulü küçük yaşta bunak
tutsaklığa bağrışan bulutlar özgürlük için yağmur arıyor
Bak bu bir ayrılık değil-bu bir vazgeçiştir

Güzel şeyler var diyoruz ya çivili betonlar ardında
balçığın tamamını sıvamaya yetmediği
Tam da o gün kefenliğini yorgan altına biriktiriyor senin aynın bir kız çocuğu
iki insanın düşlerinde kaybolacağını bildiğinden mütevellit

Bizi aykırı düşünmeye iten başka bir çağa ait
bu gizli trafik levhaları kurak su kanalları
bu kümes rahatlığında içim bu kanlı canlı bolşevik ihtilalleri
İşte beyoğlunun orta yerinde yanağıma konuyor Fransız güzeli!
(O gün yerini yurdunu bilmelere sırt çevirir buralı olmam
Türkçem eksik kalır-sen yoksan iyelik eki anlamsızdır)

Çünkü yüce yürekli bir kadınsın-ellerin üç yaşında oysa,
nice çocuk sevinci duyduğun
gözlerin bir sabah ana rahminden doğmayı bekler gibi üstelik
O sabah çıplaktım sen bana parmaklarınla dokundun-
yanacaksak bundan yanalım dedin
dudakların dans etmeyi bilir,
bacakların şöyle bir kenetlenirdi yalanların gerçek yerinden
Yastığın diğer yanı serin nereye yatayım bilmiyorum
öyle dokundun ki adam öldürsen benden bilecekler

Hangi vakit başka yöne çevirsem başımı, yahut dokunsam
dokunsam mahremiyet ihlallerine, yanlış telaffuz etsem ahlak kurallarını
Kendini bilmez olarak anılmaktan, yadırgama mercilerinden korkmuyorum
pis düşüncelerden yarım bırakılmışlıklardan-yanmaktan korkmuyorum
(İnsan çoğunlukla sudan oluşurmuş canım-ağladıkça gördüm)

Böylece bugün günlerden seni ilk öptüğüm sokak-öğleden sonra ayrılıkertesi
Son bahar senmişsin-fakat ben dökülecekmişim gibi
Aynı sokakta fiyakası yarım bırakılmış limon saçlı maganda
(işte bunu tam olarak anlayamadık)

göz kırpıyor bir köşeden kenarı sıyrılmış eteklere
Baştan çıkarılmayı bekleyen yol üstü yosmaları, kulak kiri dolusu gürültü
aciliyet koşuşturmaları, cephelerce huzursuzluk hissi vücudumu kuşatan
-bulantı sebebiyken bunların tümü-
Ne hoştur verdiğin nefesin ciğerlerime dolma ihtimali
İşte yaşamak böyle güzel
böyle vazgeçilmez
(Şairin ertesi gün söylediklerindendir.)


Ömer Okatali
KAFKAOKUR Dergisi, Ağustos 2018

Yitirilen Geçmişten Son Adım

$
0
0
çizim: gizem gündüz

Azımsıyorum sevgileri, minyatürleşiyor tüm kayıplar. Şehrin soluk harfleri yansıyor yüreğe, ardından bir tutam ışık sızıyor içeri. Ertesi gün unutulacağını bile bile gecenin son yıldızı parlıyor gökten, içime… Hâlâ sevmeyi öğreniyorum. Yıkıntıyı hatırlıyorum, ardından sarmaşığı. Devinime çekilen küreği ve o kutsal inancı. En soğuk boşluğumda yaşattığım seni, göğsümdeki son nefesi…

Herkes hâlâ acı çekiyor. Zapt edilemeyen duygu şeridi ciğere her geçen gün biraz daha hasar bırakıyor. Hâlâ kayıplar var, durmadan çoğalan. Ruhun gölgesi, ışığını içinde asimile ederken başkalaşım geçiriyorum. Acı benimle yaşıyor, damarlarımda geziniyor uzunca. Büyü kayboluyor; unuttuğun sözlere hapsoluyorum, orada yaşıyorum. Her hatayı kucaklıyorum, atılan her adımı bir kez daha atıyorum. Zemin kaygan, temel öyle zayıf ki tökezliyorum her adımda. Yol büyüyor gözümde, geriye bakıyorum. Sana dönüş daima en kolayı benim için, arkamdasın hissediyorum. Saklandığım yerden, unutulan her parçanın içinden sıyrılıyorum. Sana gelip yeniden hayata dönmek istiyorum.

Davetkâr çağrı, içimde yitip giden her duyguyu ortaya çıkarıyor; nefret, hasret, haz hepsi burada, ikimizin arasında. Elimi uzatıyorum, tenine değdiğimde yabancılıyorsun beni. Anımsayamadığın gözleri süzüyorsun bir müddet. Kıvılcımı hissedebiliyor musun? Sevginin pişmanlığa dönüştüğü o an, kalıba sıkıştırılan her umut yıllar sonra kafesi açılan kuş misali kanatlanıyor içimden, uzaklara gidiyor, bilinmez denizlere.

Fotoğraflara değiyor parmak uçlarım, anıların gizlediği sırlarla yüzleşiyorum. Geçmişe dokunuyorum, korkmaya başlıyorum senden. Beni suçluyor bakışların, korktuğum için cezalandırılıyorum. Gidiyorsun, gitme diyor bir yanım. Diğer yanımsa en dipteki kum tanelerine değmeni istiyor ve yosun kokusu ciğerine dolarken ağırlaşmış bedeninin benden tamamen uzaklaşmasını… Görüyorum ki hissediyor olmam orada olduğunu göstermiyor, herkes kendi gerçeğini yaşıyor.

Patika yola bakıyorum, tökezliyor da olsam ilerlemeliyim, biliyorum. Geçmiş, bir zamanlar önemli ne varsa mahvolmuş hâllerini saklıyor kendine, bana yer yok orada. Nefes aldığım yerle boğulduğum yer aynı. Yaşama ümidimle yenilgi birbirine kenetli. Orkestra yok oluşumu değil, benimle birlikte sonsuzluğa karışan sevginin bitişini kutluyor. Gökte kana bulanmış yıldızlar ölüm gibi parlıyor. Karanlığım kalpsizliğinden, azalmam eksikliğinden. Seni hatırlayamamam, aslında hiç bilmediğimden. Bilinmezlerin arasından geldin bana, bilinmezliğe doğru bir yolculuğa çıkıyorum ben de. Cesetlerimiz hâlâ gelecekte.

Sidal Yurt
KAFKAOKUR Dergisi, Ağustos 2018

Merhaba Üstat

$
0
0
çizim: ceyda kurteş

Uykum kaçtı. Gelen bütün mesajları okudum, mail kutumu birkaç kere kontrol ettim. Facebook ve Instagram akışları birkaç dakikadır aynı. Saat epey geç oldu. Son olarak günün popüler uygulamalarına bakmak üzere uygulama dükkânına girdim. Mükemmel selfieler için, mükemmel karın kasları için, daha iyi sosyalleşmek için bir dizi uygulamanın ve en eğlenceli olduğu iddia edilen oyunların arasında gezinirken gözüme, yaratıcısı anonim bir uygulama çarptı. İncelemeye başladım. Hiç beğeni ya da yorum yapılmamıştı. Ücretsiz olduğu için indirip denemeye karar verdim.

Hani eskiden, gazetelerde geleceğe mektup yazın falan diye duyurular olurdu. Söylediğiniz tarihte, söylediğiniz adrese teslim edilmek üzere, yirmi ya da yirmi beş yıl sonrasına bir mektup yazıp postaya veriyordunuz. İşte bu uygulama da aynı şeyi yapıyordu, sadece biraz daha teknolojik bir şekilde. On yıl sonrasına mesaj gönderebilmenizi sağlıyordu. Uykum ve yapacak daha iyi bir işim yoktu. Üstelik kulağa eğlenceli geliyordu. Ben de on yıl sonraki kendime bir mesaj göndermeye karar verdim.

Yükleme tamamlanınca uygulamayı açtım. Birkaç kısa soruyu yanıtladıktan ve telefon numaramı girdikten sonra mesaj ara yüzü karşımdaydı. Bir süre ne yazabilirim diye düşündüm. Sonra boş verip ilk aklıma gelenleri sıraladım.

“Merhaba,”

On yıl sonraki hâlime nasıl seslenmeliydim acaba?

“Merhaba Üstat,”

Benden on yıl fazla yaşamıştı sonuçta, daha olgun ve tecrübeli olacağı kesindi.

“Bana cevap verebilecek olsaydın sana sorular sorardım. Ne yazık ki bu mümkün değil. O zaman ben sana muhtemelen hatırlamadığın şeyleri anlatayım. Hafızandan çoktan silinmiş olan küçük, günlük detayları. Belki anımsamak hoşuna gider.”

Kelimeleri arka arkaya yazıp gönderiyordum. Bir yandan da tam on yıl sonra yine böyle bir gece yarısı birdenbire gelecek olan mesajlar beni kim bilir nasıl olduğum yerde sıçratır veya uykumdan uyandırır diye düşünüyordum.

“Mesela bugün. Bugün diyete başlayalı tam bir hafta oldu. Çikolatasız bir hafta. İnanılmaz değil mi? Kahvaltıdan sonra yeni spor ayakkabılarımla yürüyüş yaptım. Bahçeye bir fıstık çamı diktim. Umarım bu mesaj sana ulaştığında büyümüş ve hayal ettiğim gibi gölgesi verandayı kaplıyor olur. Seni korkuttuysam ya da uyandırdıysam özür dilerim. Yalnız değilsen birlikte olduğun kişi ya da kişilerden de özür dilerim. İyi geceler.”

“Ha bir de, vereceğim kiloları umarım geri almamışımdır. Neyse, tekrar pardon. İyi geceler.”

Gece yarısını geçmişti. Sokaktan, bir türlü alışamadığım, köpek ulumaları geliyordu. Telefonumun alarmını kurup yatağımın başucuna koydum. Yorganın altına saklanıp uyumaya çalıştım. Bir ya da iki dakika anca geçmiş olmalıydı ki telefonum öttü. Mesaj gelmişti. Gelecekten.

Yatağımda doğruldum. Uygulamayı ciddiye aldığıma inanamayarak kendi kendime güldüm. Besbelli sırf eğlence amaçlıydı. Mesajı okudum.

“Merhaba evlat,”

Evlat?

“Beni uyandırmadın. Yaşım ilerledikçe daha çok uykusuzluk çeker oldum. İlaç falan da kullanıyorum ama işe yaramıyor. Çam ağacı verandayı gölgede bırakacak kadar büyümüştü ama geçen kış rüzgârda dalları elektrik tellerine değince alev aldı. Neredeyse evi yakacaktı. Mecburen kestim. Kilo vermeyi başaramadım. Zaten artık denemiyorum da ama sigarayı bıraktım. İyi geceler.”

Bu uygulama kesinlikle benim gibi yalnız insanlar içindi. Karşımda, oturdukları yerde yedi gün yirmi dört saat mesaj cevaplayan çalışanların olduğu bir çağrı merkezi hayal ettim.

“Ağaç için üzgünüm. Yerini değiştirsem iyi olacak.”

Bunu yazdığım anda gerçekten de verandanın hemen üstünden geçen elektrik tellerini hatırladım. Karşımdakinin bunu söylemesi tesadüf olabilir miydi? Kaç tane ev benimki gibi yüksek gerilim hattının dibinde olurdu ki? Bir test yapmaya karar verdim. Aklımdan bir sayı tuttum ve saatime baktım.

“Dokuz”

Tamam, bu iş garipleşmeye başlamıştı. Gerçekten karşımdaki on yıl sonraki ta kendim olabilir miydi?

“Ölen köpeğimin...”

“Tiger.”

“Annem...”

“Bozcaada’ya taşındı, sonra da göğüs kanserinden öldü. Şu an küçük dilini yuttun ve ne diyeceğini bilemiyorsun. Gidip yat, yarın yine konuşuruz.”

Haklıydı. Korkmuştum. Sözünü dinledim ve gidip yattım. Belki de zaten uykudayımdır, hepsi bir rüyadan ibarettir diye düşünerek uyumaya çalıştım. Öğleye doğru uyandım. Rüya görüp görmediğimi anlamak için telefonumu açtım. Uygulama hâlâ oradaydı ama ne benim gönderdiğim mesajlar ne de gelen yanıtlar gözüküyordu. Demek ki rüyaydı, ya da değildi de sadece mesajlar kaydedilmiyordu. Bunu anlamanın tek yolu vardı, ama önce daha önemli bir işi halletmeliydim. Karnım acıkmıştı. Kendime meyve ve peynirden oluşan bir kahvaltı hazırlamayı düşündüm, sonra boş verip yolda simit fırınına uğramak üzere yürüyüşe çıktım.

Evim sahile yakın değildi. Ama sahile kadar bol ağaçlı sakin bir yol uzanıyordu. Birkaç sabahtır, o yoldan yürüyerek gidip gelmeye başlamıştım. Çam ağacını da yol üzerinde fide satan köylülerden almıştım. Bol fıstık veren cinsten olduğunu söylemişlerdi. Dönüşte, bir gün önce diktiğim fideye gözüm takıldı. Sulamak lazımdı. Ama önce yerini değiştirmeye karar verdim. Yarım saat kadar uğraşıp onu şimdiki yerinden bahçenin köşesine, tellerden uzağa taşıdım. Böylece içim daha rahat olacaktı. Olmadı. Yani içim. Tuhaf bir huzursuzluk hâlâ göğsümün altında bir yerlerde geziniyordu. İçeri girip kahve hazırladım. Demlenmesini beklerken şu rüya meselesine açıklık getirmeye karar verdim.

“Ağacın yerini değiştirdim, artık başına bela olmayacak.”

Yanıt çok gecikmedi. “Neden bahsettiğini anlamadım ama başımın belaya girmeyecek olmasına sevindim.”

Ona bir açıklama yapmakla uygulamayı silmek arasında gidip geldim.

“Şu anda bana bir açıklama yapmakla uygulamayı silmek arasında tereddüt yaşıyorsun. İstersen ben sana açıklayayım: Muhtemelen bu ilk konuşmamız değil ve muhtemelen sonuncusundan sonra bir şeyleri değiştirdiğin için ben önceki sohbetlerimizi hatırlamıyorum. Bunu her yaptığında yeni bir gelecek yarattığını unutma. Ve mümkünse bir daha yapma. Bir şey olacağından değil, sadece böyle söyleyince havalı oluyor.”

En azından on yıl sonra keyfimin yerinde olacağını bilmek hoşuma gitmişti.

“Aslında ilk kez dün gece mesajlaştık, sabah uyanınca rüya gördüğümü sandım. Hâlâ bunun nasıl mümkün olduğuna inanamıyorum.”

“Düzmece olduğunu düşünüyorsun. Ama değil, istersen test edebiliriz. Mesela aklından bir sayı tut ve ...”

“Gerek yok. Sadece anlamak istiyorum. Bu nasıl işliyor? Mesela bana bu yakınlarda oynanacak bir şans oyununun kazanan numaralarını vereceksin ve ben zengin mi olacağım?”

“Üzgünüm ama sakallarım hiçbir zaman beyazlamadı. Ayrıca, bir şey olacağından değil ama havalı oluyor diye söylüyorum, geçmişi değiştirmemeyi tercih ederim. Bunun dışında bana istediğini sorabilirsin.”

“Beni zengin etmeyecekse on yıl sonraki kendimle konuşuyor olmamın ne anlamı var ki?”

“Bunu bir ayna gibi düşün. Bildiğin aynalardan biraz farklı o kadar. Sana kendini beklenmedik bir açıdan gösteriyor. Sonuçta bir başkasına değil kendine mesaj yollamayı seçtin değil mi? Çünkü kendini merak ediyorsun. Olduğun kişiden memnun değilsin ve değişmek istiyorsun. Şu an dilinin ucundaki soru, bunu başarıp başaramadığın.”

“Başardım mı?”

“Kısmen. En azından sigarayı bıraktın.”

Cevabı canımı sıkmıştı, ben de onu sıkmak istiyordum ama saçmalamaktan ileriye gidemedim.

“Peki üstat, sen de şu an geleceğinle irtibatta mısın? Belki de senin zamanında bu teknoloji de ilerlemiştir, görüntülü görüşme bile yapıyorsundur ha?”

“Görüntü işini henüz çözemediler ama ses aktarılabiliyor. Ayrıca uygulama da oldukça popüler. Bana gelince, on yıl sonraki hâlime bir mesaj gönderdim,”

“Ve?”

“Yanıt alamadım.”

Harika! Şimdi canım daha da sıkılmıştı. Eğer tüm bunların düzmece olduğu ortaya çıkacak olursa uygulamayı yapanları dava etmeye karar verdim.

“Geleceği ve geçmişi değiştirmemeliyiz saçmalığını unut gitsin. Bana nasıl olduğunu anlat. Hastaysan söyle mesela, ben de şimdiden önlemini alırım ve böylece senin zamanına geldiğimde mesajıma cevap alabilirim. Bak, böyle söyleyince daha havalı oldu bence.”

“Bravo evlat, bir tek sen akıllısın zaten. Uygulamayı indirdiğim günden beri ne yapıyorum sanıyorsun? Her şeyi denedim. Kendimle sohbete başladıktan birkaç ay sonra kanser olduğumu öğrendim. Hemen tedaviye başladım, sigarayı bıraktım, doğa yürüyüşleri, organik yaşam. Erken evrede olduğu için atlattığımı söyledi doktorlar. Rahatlamıştım. Tekrar kilo almaya başladım ve ne oldu bil. Gelecekteki kendimden kanserin nüksettiği haberi geldi. Yeniden taramalara girdim ama bir şey çıkmıyordu. Uygulamadan edinilen bilgiler değişken olabileceği için doktorlar bunu veri olarak kabul etmiyorlardı, zaten önleyici tedavi diye bir şey benim zamanımda bile hâlâ yok. Her gün kendime mesaj atıp durumunu öğreniyordum. Hastalık karaciğerde ortaya çıkmış ve çok çabuk ilerlemişti. Her şey iki ay içinde olup bitti. İki ay sonunda bir gün mesajıma cevap gelmedi.”

“Yani tam olarak ne zaman öleceğini biliyorsun öyle mi?”

“Sana bu yıl dolmadan kanserle yüzleşeceğini söylüyorum, ilk aklına gelen soru bu mu?”

“Yapabileceğim hiçbir şey yok mu?”

“Yok. Uğraşma. Sağlıklı günlerinin tadını çıkar. Hatta bana da mesaj atma, unutmaya ve hayatını devam ettirmeye çalış.”

“Bahçedeki çam ağacı duruyor mu?”

“Hangi çam ağacı?”

“Ön tarafta, köşeye diktiğim.”

“Ha evet. Dikmiştim ama kurudu o. Yerini değiştirirken köküne zarar verdim herhâlde.”

“Yerini değiştirdiğimi hatırlıyorsun,”

“Evet. Gölge yapsın diye verandanın önüne dikmiştim ama büyüdüğünde dalları...”

“Tamam anladım.”

“Hoşçakal.”

İnsanın kendi kendine verdiği tavsiyeler gerçekten etkili oluyordu.

Uygulamayı telefonumdan sildim. Diyete devam etmedim ve bahçedeki çam ağacını bir daha sulamadım.


Şehnaz Erkan
KAFKAOKUR Dergisi, Temmuz 2019



Haluk Bilginer

$
0
0
çizim: tülay palaz
Bir oyuncu düşünün; tiyatro, sinema veya televizyon oyunculuğu denilince ilk akla gelen, oynadığı her karakteri efsaneye dönüştüren, rol aldığı her projeyi zirveye taşıyan, duruşu ve başarılı oyunculuğunun yanı sıra sesiyle insanın kalbinin en derinliklerine işleyen, üretkenliği, yaratıcılığı ve evrensel değerlere sahip olmasıyla tüm zamanların en başarılı sanatçılarından olsun. Bir dizinin başrol oyuncusu, bir tiyatronun kurucusu ve bir filmin esas adamı. Karizma ve yeteneğin vücut bulmuş hâli. İşte böyle bir adam Haluk Bilginer. Tiyatro, sinema ve televizyon oyunculuğunda kaliteli işlerde yer alan Bilginer’in tek derdi işini yani oyunculuğu en iyi şekilde icra etmektir.

Nihat Haluk Bilginer, üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak, 5 Haziran 1954'te İzmir'de dünyaya gelir. Annesi Bedriye Hanım, babası İzmirli sigortacı Tahsin Bilginer'dir. İzmir’in Köprü semtinde, Behçet Uz Parkı’nın yakınlarında cumbalı bir Rum evinde büyür. 1964 yılına kadar da orada yaşar. Daha sonra halen yaşamakta oldukları Kutucular Apartmanı’na taşınır Bilginer ailesi. Onun çocukluğu döneminde oturduğu evin önünde balık avlanılır, İzmir Körfezi’nde denize girilir. Yunusların cirit attığı bu körfezde küçük Haluk da bol bol denize girer. Her denize girişi bir maceradır. Deniz kaplumbağalarını, isparoz, lidaki gibi Ege’ye has balıkları takip eder suyla oynarken. Yıllar içinde bataklığa dönüşen İzmir Körfezi’ne sanatının zirvesindeyken uğrayan Haluk Bilginer balık avlayan insanları gördüğünde ise halen umutludur: “Demek ki Körfez’de hayat var.”

Çocukluğunda her şeyi çok merak ettiği için arkadaşları ona ‘meraklı’ lakabını takar. En sevdiği şey ansiklopedileri karıştırmaktır. Resimli Bilgi adlı ansiklopedinin her sayısını alan baba Tahsin Bey aynı zamanda bu sayıları ciltletir. Çünkü ortanca oğlu çok düşkündür bu kültür hazinesine: “E oyuncu olmanın da birinci şartı merak. Meraksız ve ilgisiz bir insansanız oyuncu olmanız çok da mümkün değil. Yaptığınız şeyleri neden yaptığınızı bilmelisiniz ki, bunu yaparken ve bir karakteri canlandırırken oradan bir şeyi bulup çıkarabilesiniz. O dürtü vardı bende, kimyager ya da doktor olmadım, oyuncu oldum.”

Bilginer çok mutlu bir çocukluk geçirir. İlkokulu, İnönü İlkokulunda, liseyi ise Türk Kolejinde okur. Gittiği okullar evine yürüme mesafesi uzaklığındadır. O dönemler komşuluk ilişkilerinin çok güçlü olduğu, insanların birbirini kolladığı dönemlerdir. Bu nedenle de çocukluk dönemi sorulunca en çok eş, dost, akraba ve komşularını hatırlar usta oyuncu.

Lise son sınıfa geldiğinde okulun tiyatro koluna giren Haluk Bilginer için bambaşka dünyanın kapıları aralanmış olur. O yıl, Demokrat İzmir Gazetesi'nin açtığı liseler arası tiyatro yarışmasıyla ilk ödülünü alır. Bu yarışma onun için hem motivasyon kaynağıdır hem de yeteneğini gösterme fırsatı bulduğu bir etkinliktir. Jüride bulunan tiyatro müdürü Ragıp Haykır onu İzmir Devlet Tiyatrosuna konuk oyuncu olarak davet eder. Henüz lise öğrencisi olan Bilginer bu teklifle birlikte İzmir Devlet Tiyatrosunda profesyonel olarak üç oyunda rol alır: Başar Sabuncu’nun Şerefiye'si, Margaret Mayo'nun Çocuğum ve Can Gürzap’ın çevirdiği İki Kova Su isimli çocuk oyunu.

Lise mezuniyetinin ardından 1972 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünü kazanır. Deniz kıyısında, denizle iç içe bir yaşamdan sonra tiyatro okumak için gittiği Türkiye’nin tam kalbinde kalmış, kıyıya hiçbir şeridi olmayan Ankara şehri oldukça sıkıcıdır. Oysa İzmirli olma hâlinden çok mutlu olan Bilginer için sahil yaşamı özgürlük ve ferahlık sembolüdür.

LONDRA YILLARI
Tiyatro eğitiminin ardından 1977 yılında İngiltere'ye giden Bilginer, Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisinde (LAMDA) bir yıl boyunca ileri tiyatro öğrenimi görür. Burada yaşadığı yıllar boyunca birçok oyunda, müzikalde, televizyon dizisinde ve filmde oynar. Macbeth, My Fair Lady, Pal Joey, Kafkas Tebeşir Dairesi ve Phantom of the Opera gibi çeşitli tiyatro ve müzikallerde; Eastenders, Memories of Midnight, Bergerac, Glory Boys, The Bill ve Murder of a Moderate Man gibi televizyon dizilerinde ve Children's Crusade, Half Moon Street, Ishtar, Buffalo Soldiers, Spooks ve She's Gone filmlerinde rol alan Bilginer Eastenders dizisinde 250 bölüm boyunca canlandırdığı Kıbrıslı Mehmet Osman rolüyle tüm adada ün kazanır.

GECENİN ÖTEKİ YÜZÜ VE TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
Bilginer, yaklaşık on beş yıl yaşadığı Londra’dan, Füruzan’ın televizyona uyarlanan eseri Gecenin Öteki Yüzü’nde oynaması için Okan Uysaler’in daveti üzerine 1987 yılında ayrılıp İstanbul’a gelir. Bu dizide üniversite döneminden de tanıdığı ve ileride hayatını birleştireceği Zuhal Olcay’la kamera karşısına geçer. Dört bölümlük diziden sonra sık sık İstanbul ve Londra arasında mekik dokuyan Bilginer, Ziya Öztan’ın Ateşten Günler filminde rol aldıktan sonra Londra’ya geri döner. 1989 yılında Ahmet Levendoğlu ve Zuhal Olcay’la birlikte birçok tiyatro oyununa ev sahipliği yapan Tiyatro Stüdyosu'nu kurarlar.

Bilginer, Gecenin Öteki Yüzü isimli televizyon dizisiyle başladığı Türkiye kariyerinde kimi zaman tarihteki önemli kişilere, kimi zaman sıradan karakterlere hayat verirken kimi zaman da komedi oyunlarında rol alarak insanları güldürür. Onun en önemli özelliği kendini tek bir noktayla sınırlamadığı bu özel yeteneğidir. Beyaz perdede çok özel projelerde görev aldığı gibi, televizyon sahnesinde popüler dizilerde de rol alan Bilginer her defasında izleyenlerini şaşırtır. Bir yandan ekranların efsanevi dizisi Gülşen Abi ile komedideki yeteneğini gösterirken diğer yandan Masumiyet filmiyle sevdiğine delicesine âşık, umarsız Bekir’e hayat verir. Eyvah Babam’da Sedat karakteriyle, Tatlı Hayat’ta sinemanın sultanı Türkan Şoray’la kameraların karşısına geçtiğinde ise güldürür. Üstlendiği karakter her kim olursa olsun onu sıradanlıktan çıkaran ve bu karakteri devleştiren bir yetenektir onunkisi. Bu yüzden de onun şöhreti ne Türkiye’yle ne de İngiltere’yle sınırlı kalır. Clive Owen ve Naomi Watts ile oynadığı The International, Jon Stewart’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Rosewater, Ben-Hur’un son versiyonu usta oyuncunun devleştiği önemli Hollywood yapımlarından sadece birkaçıdır.

SİNEMAYA GEÇİŞİ
Türkiye’deki sinema kariyerine 1987 yapımı Kara Sevdalı Bulut filmiyle başlayan Bilginer 1995 yılında, 17. yüzyılda uçmaya teşebbüs eden ilk kişi olarak tarih sayfalarına adını yazdıran Hezarfen Ahmet Çelebi'nin hayatının anlatıldığı, İstanbul Kanatlarımın Altında adlı filmde Evliya Çelebi karakterine hayat verir. 1996'da Tomris Giritlioğlu'nun 80. Adım filminde, 1997 yılında, Usta Beni Öldürsene, yine aynı yıl daha sonra devamı da çekilen Zeki Demirkubuz yönetmenliğindeki Masumiyet adlı filmde rol alan Bilginer, bu filmdeki performansıyla büyük başarı elde eder. Güven Kıraç’la karşılıklı rol aldıkları bu filmdeki tiradları tüm zamanların unutulmazları arasındaki yerini alır: "O gece düşündüm... Oğlum Bekir dedim kendi kendime... Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok. Kaderin böyle. Yol belli. Ey başını usul usul yürü şimdi... O gün bu gün usul usul yürüyorum işte..." Bilginer, aynı yıl Derviş Zaim'in yönetmenliğini yaptığı, Filler ve Çimen filmi için Sanem Çelik ve Uğur Polat gibi isimlerle kamera karşısına geçer.

2003 yılında Ezel Akay'ın yönetmenliğindeki Neredesin Firuze adlı filmde pek çok ünlü sanatçı ile birlikte rol alan Bilginer, bu filmde canlandırdığı başarısız müzik yapımcısı Hayri karakteriyle birlikte bir kez daha hayranlık uyandırırken daha sonra 2004 yapımı Hırsız Var, 2005 yapımı Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? ve Kısık Ateşte 15 Dakika adlı sinema filmleriyle boy gösterir.

Ateşten Günler, Safiyedir Kızın Adı, Borsa, Son Söz Sevginin, Gülşen Abi, Eyvah Babam, Eyvah Kızım Büyüdü, Tatlı Hayat, Karanlıkta Koşanlar, Cesur Kuşku, Yine de Aşığım, Sayın Bakanım gibi birçok televizyon yapımında rol alan Bilginer’e göre televizyon oyunculuğu ve tiyatro oyunculuğu arasında çok büyük fark vardır: "Oyuncunun er meydanı tiyatro sahnesidir. Tiyatro sahnesinde arada hiçbir aracı olmadan seyirciyle baş başa kaldığı yerde aktör, aktör müdür değil midir anlaşılır. Sinemada, televizyonda pek anlaşılmaz ve televizyonda da oyunculuk öğrenilmez. Dizilerde oynarsınız, ama oyuncu olamazsınız."

OYUN ATÖLYESİ
Türkiye’ye dönmüş olmaktan çok mutlu olan Bilginer, “Hayatımda hiçbir şeye değişmem,” dediği önemli bir adım atar. O sahneden o sahneye koştururken kendini ait hissetmek istediği bir sahne kurma fikri oluşur. Bu fikir kafasında dönüp dolaşırken herkesin çöplerini attığı boş bir arsayla karşılaşan Bilginer, Zuhal Olcay ile birlikte tiyatro sahnesi kurmak için çalışmalara başlarlar. 2000 yılında kiraladıkları bu arsa üzerine, devlet veya özel hiçbir kurumdan destek almadan iki yıllık inşaat çalışmaları sonucunda Oyun Atölyesi sahnesini kuran ikili, 4 Nisan 2002’de Anthony Horowitz’in Ermişler ya da Günahkârlar (Mindgame) adlı oyunu ile izleyiciye merhaba der. Bilginer her ne kadar İngiltere ile olan bağını menajeri aracılığıyla devam ettirse de Türkiye’de oyuncu olmaktan ziyadesiyle mutludur. Hem bir sahnesi vardır, hem de adım başı tiyatro sahnesinin olduğu Londra gibi dalgasız bir denizde yüzmektense, Türkiye’de rüzgârın tersi yönünde yüzmekten keyif alır.

SHAKESPEARE - KRAL LEAR MÜZİKALİ
Bilginer dünyada Shakespeare müzikali yapan ilk kişidir. Shakespeare’in eserlerinden esinlenerek yapılmış birçok müzikal (West Side Story, Romeo ve Juliet, Kiss Me Kate) olmasına rağmen İngilizler için tabu olan Shakespeare eserleriyle doğrudan müzikal yapmaya hiç kimse cesaret edememiştir. Müziğin evrensel bir dil olmasından ve birçok sanat dalını içinde barındırmasından dolayı bir müzikal yapma isteği duyan Bilginer, uzun emekler ve uğraşlar sonunda Kral Lear’ı sahnelemeye karar verir:

“Biz Shakespeare’i çok seviyoruz, evet o zaman Shakespeare müzikali yapalım. Nasıl yapalım? Herhangi bir oyundan müzikal yapmak çok doğru gelmedi bize. Peki biz ne anlatmak istiyoruz? İnsan. İnsan doğar ve ölür. Shakespeare bunu nerede anlatıyor? As You Like It’te Jaques karakterine söyletmiş, insan hayatını 7 çağa bölmüş. Oradan yola çıkarak bir insanın ömrünün -erkeğin daha doğrusu çünkü erkeği anlatır orada Shakespeare- 7 çağını anlatalım; değişik oyunlardan ve sonelerden bir kolaj yapalım ve müzikal olsun. Böyle çıktı.”

Shakespeare’i çeviri dilinden okuyan veya çeviriden sahnelenen eserleri izleyenler aslının ne kadar muhteşem olduğunu kaçırmaktadırlar. Örneğin duygu yoğunluğunun çok yüksek olduğu Ophelia’nın delirme sahnesine gülen izleyicilerin olduğuna tanıklık edilmiştir. Asıl anlatılmak istenen çeviri hatasından dolayı yanlış aksettirilir. Shakespeare’in nasıl bir dâhi olduğunu anlamak ancak Haluk Bilginer gibi o dile hâkim olan usta bir oyuncu sayesinde mümkündür. Shakespeare’in insanın ruhunun derinliklerine işleyen özel bir dili olduğunu bilen ender sanatçılardan olan Bilginer bu dehanın özelliğini ise şu şekilde ifade eder:

“'Be adam, bunu nereden buldun! Nereden buldun da nereden anladın bunu!' Bir yerden sonra iltifat yetmiyor artık küfrediyorsun: ‘Be p...venk, bu cümleyi nasıl kurdun!’ Bu yüzden tavsiye ederim, orjinalinden okuyun. Zorlanabilirsiniz, yanınıza bir sözlük alın. Kullanılan kelimenin o zaman ne anlama geldiğini Shakespeare’in onu ne anlamda kullandığını, Shakespeare’in İngiliz diline ne kadar çok yeni kelime kazandırdığını görün. Shakespeare’den önce yok o kelimeler ama ondan sonra bugün hâlâ kullandığımız binlerce kelime var. Kendi uydurmuş ama o kadar güzel uydurmuş ki dil kurallarına uygun. Bir fiilden isim yapmış, isimden fiil çıkarmış, bir tamlama yapmış, iki kelimeyi bir araya getirip bir kelime yapmış falan. Hakikaten şaşırıyorsun.”

Shakespeare’le doğum, yaşam ve ölümü her şeyden arındırarak anlatan usta oyuncunun amacı bu oyunla öleceğini bilen tek yaratık olan insana, bir gün toprak olup gideceğini, bu dünyaya kazık çakamayacağını, para, iktidar hırsı ve kıskançlığın anlamsız olduğunu göstermektir. Bunu başarır da. Ölümlü insanın sadece yaşadığı sürece odaklanarak bu süreci en nitelikli şekilde yaşaması gerektiğini Shakespeare aracılığıyla vurgular:

“Doğduğun andan itibaren o elinde tuttuğun saat ecele akar...
Her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyorsun.
Yolculuğu önemse, anı önemse; yaptıklarını, insanları, çevreni önemse…”


Shakespeare müzikalinin farklı bir yönü daha vardır: O da orkestranın oyunun aktif bir parçası olmasıdır. Birçok oyunda ve müzikalde playback yapılırken Bilginer bunu reddederek orkestrayı oyunun bir parçası hâline getirir.

“Playback yapacaksanız niye müzikal yapıyorsunuz?
Müzikal yapmanın anlamı nedir? Böyle bir saçmalık olabilir mi?
‘Orkestraya para vermeyelim, kim uğraşacak şimdi?’
Tiyatro yapmayın o zaman, kim uğraşacak sizle? Niye tiyatro yapıyorsunuz?
Kenan Evren sopayla mı kovaladı peşinizden, yapmayın.
Bunu layıkıyla yapanlar, yapmak isteyenler ve becerebilenler yapsın.”


ÖDÜLLERİNDEN BAZILARI
Adını yalnız Türk sinema ve tiyatro tarihine değil İngiltere ve Hollywood sahnelerine de yazdıran başarılı aktör oyunculuk kariyeri boyunca, 2015 - 47. Siyad Türk Sineması Ödülleri - En iyi Erkek Oyuncu (Kış Uykusu), 2010 - 37. Altın Kelebek Tv Yıldızları Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Komedi) (Cuma'ya Kalsa), 2007 - 18. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Polis), 2006 - 17. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?), 2004 - 9. Sadri Alışık Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Neredesin Firuze), 1998 - 20. Siyad Türk Sineması Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1998 - 10. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1998 - 10. Angers Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1997 - 11. Adana Altın Koza Film Şenliği - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1997 - 34. Antalya Film Şenliği - En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Masumiyet) gibi birçok ödüle damgasını vurur.

ŞAHSİYET KİMDİR?
Son günlerde adından çok söz ettiren Şahsiyet, senaryosunu günümüzün en başarılı yazarlarından Hakan Günday’ın kaleme aldığı, Onur Saylak’ın yönettiği bir gerilim ve polisiye dizisidir.

Kambura aslında hayalî bir yerdir ancak dizide Bursa’nın doğal güzellikleriyle meşhur Gölyazı beldesi mekân olarak kullanılmıştır. Emekli adliye memuru Agah Beyoğlu'nun geçmişte görev yaptığı ve öldüreceği kişilerin dosyalarını topladığı Kambura Adliyesi de yine bu beldede yer alır. Kambura’ya Türkiye’nin karanlık yüzü de denilebilir.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte modernleşme sürecine giren Anadolu insanı bireyselleşmeye başlar. Ancak bireyselleşmenin önündeki en önemli açmaz kadın erkek ilişkileridir. Cumhuriyet sonrasında daha önceleri kadın üzerinde egemen olan erkeğin egemenliği de sona erer. Kadın yasalar ve toplum içerisinde artık bir bireydir. Diğer bir deyişle şahsiyettir.

Dizinin ana karakteri Agah Beyoğlu (Haluk Bilginer) Cumhuriyet sonrasında yaşayan ilk nesil bireylerdendir. Eski Beyoğlu zamanlarına tanıklık etmiştir Agah Bey. Eşi Mebrure Hanım’dan kalan apartmanın dokuz numaralı dairesinde yaşayan Agah Bey’in evi de tıpkı eski Beyoğlu’ndaki evlerdeki gibi antika eşyalarla döşelidir. Bu evde yalnızlığını Münir Bey adını verdiği kedisiyle paylaşır. Agah Bey evden çıkmaktan pek hoşlanmaz. Çünkü, “Riyakâr, giderek huysuzlaşan, muhafazakârlaşan ve mafyalaşan” yeni Beyoğlu’ndan pek hazzetmemektedir.

Bir gün yakın bir arkadaşı onu zorla evden çıkarır ve Çiçek Pasajı’na götürür. Eski Beyoğlu’na özlem duyan Agah Bey orada çok mızmızlanır, söylenir. Arkadaşı huysuzlanan Agah Bey’e, “Çek git buralardan o zaman, zaten ilerde gitmek zorunda kalacaksın, burası tamamen onların olacak,” der. “Gitmeyeceğim. Benim soyadım Beyoğlu, onlar gitsinler!” diye cevaplar Agah Bey.

Agah Bey’in eşi Mebrure Hanım zengin, ihtişamlı bir Osmanlı ailesinin kızıdır. Vefat ettiğinde geride koca bir apartman bırakır ancak Agah Bey iki daire haricinde hepsini satar. Agah Bey’in kızı ise babasını kendisine uzak olmakla, annesinden kalan tüm evleri satmakla suçlar. Kızının suçlamaları yanlıştır. Çünkü Agah Bey daireleri, sorunlu kızını yaşadığı ortamdan uzaklaştırarak yatılı bir okulda okumasını sağlamak ve Kambura’daki çeteden uzaklaştırmak amacıyla satmıştır.

Agah Beyoğlu, tüm intikam planını Kambura’da adli memur olarak görev yaparken şahit olduğu ancak susmak zorunda kaldığı bir olay üzerine kurar. Çünkü, o, adaletin tecelli etmeyeceğini düşünmektedir. Nitekim dizinin son bölümündeki adalet ve hukuk ikilemiyle de bu durum vurgulanır. Hukuk kurallarının uygulanmadığı bir yerde adaleti şahsiyetlerin kendi başlarına araması kaçınılmazdır, mesajı verilir.

Agah Beyoğlu’nun Kambura’da şahit olduğu olay iki küçük kıza tüm “Kambura Çetesi”nin tecavüz etmesidir. Günümüzde sosyal medya ve iletişim araçları sayesinde haberdar olduğumuz kadın cinayetleri, çocuk istismarları ve tecavüzler irdelenir. Kambura, günümüz Türkiye’sinin karanlık, mafyavari ve riyakâr yüzünü temsil eder.

“Yaşıyorsun ama yoksun. İnsan nasıl dayanır buna?”

1993 yılı Agah Bey’in Kambura’ya adli memur olarak atandığı yıldır. Kambura’daki ev de o yıl yakılır. Tıpkı 1993 yılındaki Sivas Katliamı gibi. Agah Beyoğlu bu olaya karışan herkesi tek tek öldürerek intikam almaya çalışır. Asıl amacı ise şiddete uğrayan tüm kadınların intikamını almaktır. Devrimler ve inkılaplar sonrasında birer şahsiyet, birer birey olarak var olabilen kadınların intikamıdır bu. Her cinayet sonrasında polis Nevra’ya notlar yazar Agah Bey. O mesajlar tüm kadınlara yöneliktir aslında. Nevra’nın annesini oynayan Müjde Ar’ın, 1982 yapımı İffet filminde kafası arabanın camına sıkıştırılarak tecavüze uğradığı bir sahne vardır. Şahsiyet’te de bu sahnenin bir benzeri işlenir ancak daha farklı bir şekilde. Bu sefer Müjde Ar, çete üyesi Vural’ın kafasını arabanın camına sıkıştırır. Adeta İffet’in intikamı alınır.

Polis teşkilatının kuşatılması, basının bağımsız olamaması ince ince işlenir ilerleyen sahnelerde. Bu basının içinde dikkat çeken karakter ise gazeteci Ateş Arbay’dır. Öğrenciyken idealist bir genç olan Ateş gazeteciliğe başladıktan sonra milleti uyuşturan, saçma sapan magazin haberleri yapan, kirli ilişkiler içinde yaşayan, uyuşturucu müptelası çürümüş bir adamdır. Polis memuru Nevra’ya âşık olmasıyla yeniden eski ideallerine kavuşur gazeteci Ateş. İdeallerine kavuşmak için aşka ve ateşlenmeye, tutkuya ihtiyacı vardır. Tıpkı Platon’un mağara metaforunda tutsağı mağaradan çıkartan tutkusu gibi. Ateş Arbay’ın mağaradan çıkmasıyla birlikte evinin duvarında resimleri asılı olan idealleri uğruna öldürülen Uğur Mumcu, Abdi İpekçi ve Çetin Emeç gibi gazetecilere döner kameralar. Ateş Arbay onların yolundan gitmeye çalışırken aynı sonla karşılaşır: Arabasına yerleştirilen bombayla katledilir.

Şahsiyet, kısaca ezilen, hakları elinden alınan ve gasp edilen “eski Beyoğlu”nu temsil eden Cumhuriyet sonrası kuşağın adaleti sağlama eylemini anlatır. Ve Agah Beyoğlu karakterine hayat veren usta oyuncu Haluk Bilginer ise devleştikçe devleşir bu rolüyle.

Haluk Bilginer’in Türk izleyicilerinin hafızasına kazınan en önemli özelliği düşüncelerini kimseyi incitmemek adına gizlememesidir. Onda pek çok insanda görülen sahte olma durumu yoktur. Sahicidir. Özellikle de hâkim olduğu sanat ve tiyatro konusunda düşündüklerini açık ve net bir şekilde ifade etmesiyle tanınır. Türk izleyicisinin Bilginer’in dehasını ve yeteneğini bu kadar sahiplenmesinde samimiyetinin payının çok büyük olduğu kuşkusuz.

Bu özelliğiyle hayranlık uyandıran Bilginer’in daha uzun yıllar zirvenin en tepesinde kalacağı muhakkaktır.

“Babam öldü ama hâlâ sahneye çıkarım yavşaklığına asla inanmam.

Önce insandır önemli olan, oyun değil."

Nermin Sarıbaş
KAFKAOKUR Dergisi, Ekim 2018

Konu Kitap

$
0
0

Konu Kitap, “Roman”, “Öykü”, “Sanat” ve “Yaşam” başlıkları altında toplayacağı kurgu ve kurgu dışı yetkin yapıtları iyi çeviri ve iyi kitap tasarımları ile birleştirip okurla buluşturmak amacıyla "KAFKAOKUR Dergisi" tarafından 2019 yılında kurulmuştur.

Konu Kitap, düzenleyeceği atölyeler, söyleşiler ve sergilerle kültür sanat alanına da yeni bir anlayış getirmeyi amaçlıyor.

Binalar ve Hüzünlü Işıklar

$
0
0
çizim: zülal öztürk

Bir, iki, üç, dört...

Sayılar birbirinin üzerine inşa ediliyordu, varoluşsal temelin üzerine zamanla birlikte katlar çıkılıyordu.

Beş, altı, yedi... İnsan yükseliyordu. Sekiz, dokuz, on...

Güneşin doğup battığı her günde mevcudiyeti kuvvetlenen insanların arasında, bir gün yok olacağının bilincinde veya bilinçsizliğinde olarak yükseliyordu hem de.

On bir, on iki, on üç...

Büyümenin kramplarını hissediyordu, ruhunda birtakım sancılar baş gösteriyordu ama yine de yükseliyordu. On dört, on beş, on altı, on yedi... Tıpkı binalar gibi, gökdelenler gibi. Çok küçükken, yaşım beş bile değilken insanları binalarla özdeşleştirmiştim, kısacık boyumla yetişkinlerin arasında gezinirken kendimi sokak aralarında gezinir gibi hissetmiştim. Bu yüzden her insanın bir bina olduğu düşüncesi çocukluğumda filizlenen, ben büyüdükçe de gelişen bir metafordu. Mesela ilkokul yıllarımda dimağıma eklenen kroki sözcüğünü, hayatımdaki binaların krokisini çizmek için kullanıyor olmamı, büyümenin bir getirisi olarak değerlendiriyordum ancak bu durumun sadece büyümekle alakalı olmadığının da farkındaydım. Kaynağı biraz da zihin yapımın garipliği ve gözlerimdi. Çünkü uzunca bir süreden beri etrafa gerçekte sahip olduğum gözlerle değil, zihnimin gözleriyle bakıyordum. Bu sebeple hiçbir şeyi olduğu gibi görmüyordum; gerçek boyutlar, şekiller, renkler çizilmiyordu gözlerime.

Babamı, elli katlı bir bina olarak görüyordum. Yaşının adamı olduğu açıkça belliydi çünkü ne beşinci ne de otuzuncu katında ışık yanıyordu, sadece şu anda yaşadığı kattan huzurlu bir ışık etrafa doğru saçılıyordu. Ancak anneme baktığımda gördüğüm daha farklı ve hüzünlü bir durumdu. Kırk altı yaşında olmasına rağmen hâlâ yedinci katında ışık yanıyordu, yaşayamadığı çocukluğun temsiliydi o ışık ve hiçbir zaman sönmeyecekti. Yedi yaşındayken yaşayamadıklarını sonraki yaşlarında bulmaya çalışsa da aynı çocuksuluğu, heyecanı ve duyguyu bulamayışıyla hırpalanacaktı. Bütün ömrü tek bir zaman diliminde yaşayamadıklarını aramakla geçecekti. Çünkü insan daima yaşayamadıklarının peşine düşen bir varlıktı, eksikliklerinin çetelesini tutardı.

Binalarla özdeşleştirdiğim insanların temellerinde ve o temellerin üzerine çıkılan katlarda oluşan eksiklik onların sarsılmasına ve çok kısa sürede çökmesine neden oluyordu. Onlar bir sonraki yaşlarına yaşayamamışlıklarının pişmanlığıyla ulaşıyor, bir önceki katlarında yanan hüzünlü ışıklar bırakıyorlardı. Belki de hayatımdaki binaların krokisini çizdiğim kâğıtta silinmelerin ve kaybolmaların başlaması bu yüzdendi. Uyandığım her yeni günde bir bina kaybolmuş oluyordu. Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşımın binası kaybolmuştu. Bugün de annemin binası... Çökmüştü, yıkılmıştı; kaybolmuştu, silinmişti. O, hüzünlü ışıkla birlikte gitmişti.

Masanın üzerindeki beyaz kâğıda çizdiğim krokiye bakarken gördüğüm boşluklar çoğalmaya başlamış, benim binamın etrafını yalnızlık sarmaya başlamıştı. Uzun zamandır başka binalarda yanan hüzünlü ışıklar, benim on yedinci katımda da yanmaya başlamıştı. Ve bu ışık öylesine güçlüydü ki diğer bütün yaşlarımı kör bir karanlığa boyuyordu. Bu karanlığa dayanamayıp kendimi on yedinci kattan aşağı doğru bırakıyordum. Çöküyordum, yıkılıyordum, siliniyordum, kayboluyordum. Ancak diğer binaların aksine benim kayboluşum kasıtlıydı; yaşayamadıklarımın pişmanlığından değil de yaşamak istemeyişimdendi.


Reyhan Özçelik
KAFKAOKUR Dergisi, Şubat 2019 

Konformist

$
0
0
çizim: zülal öztürk

Gecenin bu vaktinde ya da sabahın körü saatte uyanmaya alışkın değilim. Susamadım, tuvaletim de gelmedi. Sırtım sırılsıklam, terlemişim. Hasta olup da bir gün dahi vaktimi boşa harcamam mümkün değil, söz konusu bile olamaz! Zamanını, ilgilerini ve becerilerini, demek akıllarını esip geçici birtakım meraklara harcayan insanlar tanıdım. Her birini tek tek sevdim ve ne yapsalar bir türlü içini dolduramadıkları boşluk sancılarını onların şu "boş vakitlerimde filanca şeyi yapmaktan hoşlanırım" dedikleri gereksiz uğraşlarına yordum. "İçimde bir boşluk var Aydın…" derdi mesela Sevgi, bir gün yine beni çileden çıkaran hâllerinden birindeyken aniden, "Senelerdir düşünür dururum da adım atmadım Aydın, piyano çalmak istiyorum!" dedi. Kent onu yoruyormuş iş onu bunaltıyormuş okul yılları ne kadar güzelmiş değerini bilememiş. Evleneceğiz Sevgi dedim, bu da bir şeydi fakat evlilik onun için boş zamanlarında yapmak isteyeceği dolu bir uğraş değildi. Hayatının değişim evrelerinde sancılar çeken biriydi ve hepsi buydu ve fakat o bunun farkında değildi. Boş vakit diye bir şey olamazdı nihayetinde, insan amaçlarını uykusunda dahi unutmamalı. Aklı ve iradesi yerinden oynamamalı. Sanatçı olacak yaşı geçtik Sevgi, bizler zanaatımızı hayatı kazanmak yönünde icra ediyoruz Sevgi. Ne yapıyoruz, sabahları sorgusuz kalkıyoruz, işlerimize gidiyoruz, hedeflerimizi unutmuyoruz, büro hiyerarşiye dikkat ediyor, saygı duyuyor, saygı görüyoruz… Hafta sonları ise bizim, kısmet olursa da bir gün ailemizin. Söylediklerim karşısında Sevgi'nin yüzü dehşete düşerdi ama o zaten bir korku filmi izlediğinde de sokakta sızıp kalmış bir ayyaşı gördüğünde de birilerinin anlattığı alelade dertlerde de dehşete düşer. Çocukça duygulanımlar… Birini olduğu gibi kabul etmek ve sevmek dedikleri böyle olmalı. Onun zaman zaman karışan aklını da seviyorum ve onu kabulleniyorum.

Sırtım soğudu, üşüdüm, üzerimi değiştim. Olağan şartlar altında uyanmama iki saat, büroya gitmek üzere evden çıkmama dört saat var. Sözün kısası beni boş geçmekle tehdit eden iki saatle karşı karşıyayım. Ancak bu akıl, bu irade kolay meydana gelmedi. Her dokusunda zarif dikişlerim var. Şafak sökerken aklım karışmış olmalı, bu boş tehditle vakit kaybedecek değiliz! Kalktım, salona geçtim, masama oturdum. Şafak mavisi var gökte, ışık yeterli değil. Lambayı açtım. Masa aydınlandı salon sarardı. Burası bir gün salon-salamanjeye dönüşecek. Evlenseydik de Sevgi’nin eli bir değseydi şuraya. Annem, "Canı istese yine ortalığa çeki düzen verir, ama o kumaş ne gezer onda!" diyor. Kızıyorum tabii o böyle konuştuğunda. Sevdiklerimize zaman tanımalı. Evlendiğimizde, burayı dilediğimiz eşyalarla doldurduğumuzda, hafta sonları arkadaşlarımıza davetler verdiğimizde, vakti geldiğinde ortalıkta bir çocuk gezinir olduğunda her şey rayına oturur. Ortada raydan çıkmış bir şey de yok. Sevgi’nin aklı biraz bulanık Anne, iş yoğunluğu diyelim, düğün heyecanı diyelim…

Önümde bitirmek üzere olduğum galerinin çizimleri serili. Ona şimdiye dek çizdiğim onca projeden daha fazla önem verdim. Bunun için kendime biraz içerlesem de anlayışlıyım. Tecrübeyle ustalaşmak, daha iyi, daha iyi olmak… Bir gün yine masadayım, Sevgi de evde, karşı kanepede düşünceli oturuyor. Bak Sevgi dedim, sen sanat diyordun, ben sanatçılar eserlerini sergileyecek yer bulabilsinler diye neler icat ediyorum, dedim. Komik gelmiştim kendime ve güldüm. Onu da eğlendirmek istemiştim. Sevgi ise alındı, soğuk soğuk baktı yüzüme. "İcat denmez ona olsa olsa ezber denir!" dedi. Çok sinirlendim, yine de ses etmedim. Sonuçta umulmadık bir durum karşısında bağırıvermek ya da öfkeyle konuşmak zekâ pırıltısında bir eksiğe işaret değil midir? Nesi var ki bir icadın, dedim, ayrıca emeğimi boş göremezsin, diye ekledim. Omuz silkti, penceredeki düşüncelerine bakmaya devam etti. Belli ki konuşunca pek tadı olmayacaktı, madem konuşmayacaktı, neden gelmişti? Sessiz ve tedirgin varlığıyla boşluğu ve eksikliği burnuma mı dayıyordu? Bu bir ustalık meselesiydi ve bilinçli, planlı yapmadığına emindim. Önümde serili koca kâğıtları bırakmış onu izliyordum. Gözleri dikkatle bakıyordu pencereye veya dışarıya, kaşları ise çatıktı. Sanki orada, birtakım düşüncelerin soğuk, esas gerçeklerini izliyor gibiydi. Yüzü bana döndü, aynı ağırlık devam ediyordu. Şaşırmış ya da korkmuştum, sonra konuşmadı, içeri gitti. Bir süre ses gelmeyince uyuduğunu düşündüm. Bakmak istemiyordum ama gittim. Odanın eşiğinde durdum. Sırtı dönüktü ve sessizdi; insan, zaman zaman, anne veya babasını onlar uyurken seyrettiğinde öldü mü acaba diye nasıl korkarsa öyle, sessizdi. Odaya girmedim, masaya döndüm. Mesleğinde başarılı, örnek aldığım bazı tarihsel meslektaşlarımı düşündüm. Ayrıca bürodaki üstleri de gözümün önüne getirdim. Hepsinin de göze hoş gelen bir aile hayatı vardı. Zihinsel üretimin yanında bir aileyle tekrar filizlenmek fevkalade önemliydi. O üstleri beğenirim beğenmem fakat nihayetinde bir gün ben de onlardan birinin yerinde olmak istiyordum. Bunun için de bilgimi ve yeteneğimi tüm yönleriyle, çalışkanca ortaya koyuyordum. Başka bir yandan, aile olma arifesinde Sevgi'den yana şüpheler yaşıyordum. Benliğim onun yüzünde, ifadesinde gördüğüm gibi sığ ve yetersiz olamazdı…

Geriye yaslandım. Sanki bir kez daha uyandım. Kendi kendime konuşmalar beni kurutmuştu. Mutfağa gidip su içtim, masaya döndüm. Kâğıtlarda çizili modeller hareket etmeye başladı, gözümün önününde, öylece salınıyorlardı. Annem, "Yeterince zengin, yeterince güzel, yeterince akıllı kadın bulmak zor sizin zamanda…" dedi bir gün. Bunu biz evlenmeye karar verdikten sonra söyledi. "Bir de bana baksana…" dedi, "dedenden kalanların dağılıp saçılmasını engelledim, hepsini elimde tutmayı bildim, sonra da babanı aldım… Başta istemez göründü ama ben ona sonra yapacağı da bildim. Bak ne rahat, ne bollukla büyüttük seni. Hayat karşısında müşkülpesent durana, kendini yedirene hayret ederim hep!" Sözlerini bitirirken yüzünde, son cümlelerini Sevgi'ye atfeden bir alaycılık vardı. Sesimi çıkaramadım. Hayır, çaresizlik değildi. Meselelerin esaslarını olması gerektiği gibi ortaya koyan biri Nergis Hanım; değerlendirmesini yaptığı birtakım sonuçlar, onun yorum kabiliyetindeki çekime dayanamaz, sebepleri önüne serer. "Hiçbir zaman ilgini yeterince çekemeyecek. Günü geldiğinde de gözleri sende bulamadığı ilgiyi dışarıda arayacak…" Korkuyordum, koca çocukluğum boyunca olduğu gibi. Bir gece nedenini hatırlamadığım bir korkuyla yatağımdan çıktım, yatak odasına yürüdüm. Kapıyı araladım. Anne ve babam gölge gibi karanlıktılar, sanki havada salınıyorlardı ve uyumuyorlardı… Annemin ince, kesik çığlığını duyunca odama kaçtım. Kendimi yorganın altına gizledim. Nefes nefeseydim. Koridordan ayak sesleri yaklaşmaya başladı. Kapımın eşiğinde bir gıcırtı duyuldu, ayak sesleri kesildi. Başımı yorganın altından yavaşça çıkardım. Annem üzerinde yerlere kadar uzanan geceliğiyle eşikten bana bakıyordu. Yüzü belli değildi, yaklaştı. Başucuma kadar eğildi. "Tüm ışıklar söndüğünde bir daha odandan çıkarsan seni koridorda sapık bekliyor olacak. Adımını attığında seni kesecek…" dedi, saçlarıma dokunup gitti. O gecenin hep bir rüya olduğunu düşündüm. Aklımın başıma geldiği yaşa kadar da geceleri odamdan çıkmadım. Seneler sonra bir gün Fikret'le okuldan sonra film seyredecektik. Eve geldik, DVD'yi taktık. O gün, Sapık'la tanıştım. Sahnede onu ilk gördüğüm an soluğum kesildi. Karnımda ve bacaklarımda kasılmalar başladı. Fikret korkuyla üzerime atıldı, beni sarsarak yerimden kaldırdı. Banyoya koştum, klozete yetişip istifra ettim. Hatırladığım kadar sürede tüm çocukluğumu birlikte geçirdiğim sapığı birden karşımda görmek değildi beni tek hasta eden, ayrıca onun yıllarca, tam da aklımda canlandırdığım gibi görünüyor olmasıydı. Başka bir zaman, ısrarlarımla filmi yeniden seyrettik; bittiğinde, içimde Sapık'tan yana bir korku kalmamıştı. Nergis Hanım olacakları kestirerek önce aklıma bu korkunç yaratığı koymuş, minicik iradem beni geceleri odamda tutmuş, sonra nasıl olsa bir gün büyüdüğümde filmi göreceğimi, vakti geldiğinde sapıkla sahnede karşılaşınca onun gerçek olmadığını anlayacağımı bilmişti. Artık o yaratığa bakmak beni sadece güldürüyordu. Bir takım kurallara nasıl uymam gerektiğini, o kurallar nihayete erip geride kalınca da onları nasıl aşacağımı bana öğretmişti. Tek bir gecede, iki cümleyle… Ondan yalnızca korkmuyor, ona hayranlık duyuyorum…

Saate baktım. Yatak odamdaki radyo, alarm niyetine şarkı söylemeye başladı. Uyanma vakti… Kalkmadım susturmaya. Galeriyi nasıl bitireceğim? Proje sorumlularının onay vermediği kısımlar iki kez uzatma süresi almama mâl oldu. Onlardan daha az tecrübeyle daha iyi olmamı kaldıramıyorlar, başka açıklaması olamaz! Vay efendim kimi kısımlar labirent gibiymiş koridorlar fazla uzunmuş hangi salonu hangisine bağlıyor belli değilmiş… Hepsi haset! Fena mı efendim, sergileri gezenler sanatın içinde kaybolsunlar çıkmak istesinler de çıkamasınlar eserlerin gardiyana dönüşmelerine şahit olsunlar! "Uygun değil Aydıncım her tasarım emsal teşkil etmeli Aydınım esinler nerede atıflar nerede!"

Masadan kalkıp pencereye yürüdüm. Bu mideyle kahve içemeyeceğim. Tülleri araladım. İyiden iyiye aydınlanan gün içeri sızdı. Başımı cama yasladım. Islak caddeler sokak lambalarının son ışıklarını, yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan insanların ilk gölgelerini yansıtıyordu. Herkes işe gidiyor… Aklının ve emeğinin karşılığını almakla uğraşıyor. Bu ikisi bir arada olmadan olmaz. Sözüm ona emeğinin karşılığını alamamaktan şikâyet edenler var, bizim büroda da var, her yerde var. Fakat bilmiyorlar ki emekle birlikte aklı da doruk seviyede kullanmak gerekir. İyi ve başarılı yaşamlar için başka yol mümkün değildir! Gerisi sızlanmak ve kendini yemekten öteye geçemez.

Şu galeriyi nasıl bitireceğim? Emeğimle bir alıp veremediğim yok. O hâlde münakaşam aklımla, onu üst düzey kullanmamı engelleyen ipsiz sapsız detaylarla… Onlardan kaçmanın bir manası yok, nihayetinde sebep-sonuç ilişkisinin çözümlemelerinden kim kurtulabilmiş şu zamana kadar! Annem, "Aydın, oğlum, gel ben sana başka birini önereyim." dedi, çok olmadı, daha iki gün önce. "Ben hiç olumlu görmüyorum onunla geleceğini. Sen bakma onun şimdiki bozuk duygu durumlarına, o kendini elbet muvaffak eder. Senin sırtına basar da yapar bunu, olan sana olur. Sözlerime kulak ver!" dedi. İçim oynadı yerinden, sakin olmaya çalıştım. "Nasıl olur anne, sözler verildi, tarihler konuldu, aramızda yılların ilişkisi var, nasıl olur!" İhtiyatı kendinden menkul bir eminlik, ses tonu ve ağır ifadesiyle, “Sonuçların neler olacağını ve hepsinin kolaylıkla geride bırakılabileceğini bilerek konuşuyorum seninle! Seni geleceğin karanlığından çekip almaya çalışırken köşeye sıkışmış bir çocuk gibi davranma, odandan çıkamadığın geceler geride kaldı artık! Sana önereceğim bu hanım kız birçok yönüyle artılar aldı benden. Tabii her yönüyle değil, ancak Sevgi’yi hayli hayli aşar!” Anlattıklarına kulak verdim. Son derece ilgi çekici birinden bahsediyordu. "Hatta…" dedi bildik alaycı gülümsemesiyle, "…mesleğinde seni katlar da önüne koyar! Bu yönüyle seni de daha iyi olmaya iter. Fena mı olur!" Evimde bin bir türlü derdiyle uğraşacağım biri mi yoksa beni kendiyle birlikte yukarı çekecek bir eş mi… Hangisinin akla yatkın olduğu ortadaydı. Sevmek, âşık olmak birer yanılsama olabilir mi? Sevgi ve sadakat her şeyin başında mı sahnede görünür yoksa bunlar ancak sağlıklı, kitabına uygun ilişkilerde, sorumluluklar atlanmadan yerine getirilirse mutlu olabilecek ailelerde mi zamanla baş gösterir? Bunları anneme soramazdım. Bana kendimi koridorlarımda kaybettiren sızlanmalar annem için kısacık bir cümleyle çözülüverirdi. "Yoksa sen bunalımda mısın Aydın?" Ardını izleyen yüksek perde gülümseme… "Onu da seversin oğlum, zamanla âşık da olursun. Aşk hakkında şairane ahkâmlar kesenlere aldanma, insan isterse âşık da olur!" Birini apar topar bırakıp gidivermenin vicdanı ne olacak anne? "Geçer oğlum, geçer… Sonra bir de bakar ki unutuvermiş seni. Hem nerden biliyorsun, belki de seni bırakacak cesareti yoktur. Pişmandır da ne yapacağını bilemiyordur şimdi. Tanımaz mıyım sanırsın! Ona bakınca evlenecek olmanın heyecanıyla uçuşan bir kelebek mi yoksa ne yapacağım ben diye kendini kemiren cılız bir tavşan mı görüyorsun? Hangisini görürsen gör, ikisinin de ömrü uzun değil!"

Başım döndü. Pencereden ayrıldım, kanepeye uzandım. Gözümün önünde Sevgi’nin beni mahkûm eden yüzü ve annemin benim için çizdiği gelecek temsilleri uçuşuyordu. Bugün işe gitmeyeyim, dedim. Bazen işe gitmemek de toplumsala dâhildir. Her şeyi kitabına uydurmak bir, "Bugün rahatsızım efendim, işe gelemeyeceğim, mazur görünüz" yalanı kadar uzaktadır. Gözlerimi kapadım. Avuçlarımı kulaklarıma dayadım. Dilimi susturdum.

Yankı Vural
KAFKAOKUR Dergisi, Eylül 2019 


Ece Temelkuran

$
0
0





KAFKAOKUR Ece Temelkuran sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Okan Çil
Soner Sert
Kemal Varol
Hakan Bıçakcı
Cihat Duman
Ezgi Özsan
Gonca Özmen
Deniz Barut
Sefa Kaplan
Nazlı Yıldırım
Erçin Işık
Nazlı Başaran
Mustafa Çoban
Asil Çam
Bahri Butimar
Sidal Yurt
Cem İleri
Nihan Özkoçak
Hazal Kebabci
Aysu Altaş

Çizerler

Tülay Palaz
Cansu Akın
Oya Başkaya
Vardal Caniş
Bengisu Koyukan
Tolga Ünsün
Eren Caner Polat
Yeliz Akın
Özge Cebeci
Sercan Tunalı
Başak Arslan
Nilay Adlim
Günseli Sepici
Duygu Topçu
Miraç Akçelep
Rabia Aydoğan
Melis Öcal
Ezgi Karaata

KAFKAOKUR 45. Sayı

$
0
0
KAFKAOKUR Ece Temelkuran sayısı çıktı!

Stefan Zweig

$
0
0





KAFKAOKUR Stefan Zweig sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Okan Çil
Soner Sert
Kemal Varol
Hakan Bıçakcı
Cihat Duman
Utku Yıldırım
Gonca Özmen
Deniz Barut
Sefa Kaplan
Nazlı Başaran
Ezgi Özsan
Bahri Butimar
Şehnaz Erkan
Cansu Cindoruk
Nazlı Yıldırım
Müge Sökmen
Ömer Okatali
Oğuz Kaan Boğa
Burak Biçer

Çizerler

Tülay Palaz
Cansu Akın
Barış Şehri
Vardal Caniş
Nilay Adlim
Bengisu Koyukan
Eren Caner Polat
Yeliz Akın
Özge Cebeci
Timuçin Keleş
Rabia Aydoğan
Miraç Akçelep
Ayşe Kübra Özkoç
Sercan Tunalı
Sanem Orak
Ezgi Karaata

KAFKAOKUR 46. Sayı

$
0
0
KAFKAOKUR Stefan Zweig sayısı çıktı!

Sabahattin Ali

$
0
0





KAFKAOKUR Sabahattin Ali Özel Sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Okan Çil
Züleyha Hande Akata
Ömer Nayır
Alper Saldıran
Soner Sert
Ezgi Özsan
Filiz Ali
Anıl Mert Özsoy

Çizerler

Tülay Palaz
Saydan Akşit
Nilay Adlim
Timuçin Keleş
Cansu Akın
Eren Caner Polat
Sercan Tunalı
Barış Şehri
Vardal Caniş
Ezgi Karaata

KAFKAOKUR Sabahattin Ali Özel Sayısı

$
0
0
KAFKAOKUR Sabahattin Ali Özel Sayısı çıktı!

Sezen Aksu

$
0
0





KAFKAOKUR Sezen Aksu sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Okan Çil
Soner Sert
Kemal Varol
Hakan Bıçakcı
Cihat Duman
Gonca Özmen
Deniz Barut
Sefa Kaplan
Hazal Kebabci
Nazlı Başaran
Nihan Özkoçak
Emir Çubukçu
Sidal Yurt
Ezgi Özsan
Cem Akaş
Ömer Okatali
Tuğba Sarıünal

Çizerler

Tülay Palaz
Cansu Akın
Barış Şehri
Vardal Caniş
Bengisu Koyukan
Eren Caner Polat
Yeliz Akın
Başak Arslan
Ayşe Kübra Özkoç
Nilay Adlim
Pelin Aysan
Oya Başkaya
Merve Yiğit
Günseli Sepici
Timuçin Keleş
Miraç Akçelep
Gamze Enginer Dizdar

KAFKAOKUR 47. Sayı

$
0
0
KAFKAOKUR Sezen Aksu sayısı çıktı!

Haruki Murakami

$
0
0





KAFKAOKUR Haruki Murakami sayısı çıktı!

Dergi ve gazete satılan tüm noktalarda!

Yazarlar

Okan Çil
Soner Sert
Ali Volkan Erdemir
Gonca Özmen
Ufuk Beydemir
Deniz Barut
Kemal Varol
Hakan Bıçakcı
Sabile Talay
Cihan Talay
Cihat Duman
Ezgi Özsan
Nazlı Demet Uyanık
Tarkan Konar
Nazlı Yıldırım
Cem Erciyes
Gizem Demirel Vatandost
Arda Can Buze

Çizerler

Tülay Palaz
Cansu Akın
Fulya Kılınçarslan
Barış Şehri
Merve Yiğit
Eren Caner Polat
Yeliz Akın
Vardal Caniş
Gamze Enginer Dizdar
Timuçin Keleş
Bengisu Koyukan
Ayşe Kübra Özkoç
Oya Başkaya
H. Sercan Tunalı
Nilay Adlim
Viewing all 344 articles
Browse latest View live