![]() |
çizim: tülay palaz |
Bir oyuncu düşünün; tiyatro, sinema veya televizyon oyunculuğu denilince ilk akla gelen, oynadığı her karakteri efsaneye dönüştüren, rol aldığı her projeyi zirveye taşıyan, duruşu ve başarılı oyunculuğunun yanı sıra sesiyle insanın kalbinin en derinliklerine işleyen, üretkenliği, yaratıcılığı ve evrensel değerlere sahip olmasıyla tüm zamanların en başarılı sanatçılarından olsun. Bir dizinin başrol oyuncusu, bir tiyatronun kurucusu ve bir filmin esas adamı. Karizma ve yeteneğin vücut bulmuş hâli. İşte böyle bir adam Haluk Bilginer. Tiyatro, sinema ve televizyon oyunculuğunda kaliteli işlerde yer alan Bilginer’in tek derdi işini yani oyunculuğu en iyi şekilde icra etmektir.
Nihat Haluk Bilginer, üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak, 5 Haziran 1954'te İzmir'de dünyaya gelir. Annesi Bedriye Hanım, babası İzmirli sigortacı Tahsin Bilginer'dir. İzmir’in Köprü semtinde, Behçet Uz Parkı’nın yakınlarında cumbalı bir Rum evinde büyür. 1964 yılına kadar da orada yaşar. Daha sonra halen yaşamakta oldukları Kutucular Apartmanı’na taşınır Bilginer ailesi. Onun çocukluğu döneminde oturduğu evin önünde balık avlanılır, İzmir Körfezi’nde denize girilir. Yunusların cirit attığı bu körfezde küçük Haluk da bol bol denize girer. Her denize girişi bir maceradır. Deniz kaplumbağalarını, isparoz, lidaki gibi Ege’ye has balıkları takip eder suyla oynarken. Yıllar içinde bataklığa dönüşen İzmir Körfezi’ne sanatının zirvesindeyken uğrayan Haluk Bilginer balık avlayan insanları gördüğünde ise halen umutludur: “Demek ki Körfez’de hayat var.”
Çocukluğunda her şeyi çok merak ettiği için arkadaşları ona ‘meraklı’ lakabını takar. En sevdiği şey ansiklopedileri karıştırmaktır. Resimli Bilgi adlı ansiklopedinin her sayısını alan baba Tahsin Bey aynı zamanda bu sayıları ciltletir. Çünkü ortanca oğlu çok düşkündür bu kültür hazinesine: “E oyuncu olmanın da birinci şartı merak. Meraksız ve ilgisiz bir insansanız oyuncu olmanız çok da mümkün değil. Yaptığınız şeyleri neden yaptığınızı bilmelisiniz ki, bunu yaparken ve bir karakteri canlandırırken oradan bir şeyi bulup çıkarabilesiniz. O dürtü vardı bende, kimyager ya da doktor olmadım, oyuncu oldum.”
Bilginer çok mutlu bir çocukluk geçirir. İlkokulu, İnönü İlkokulunda, liseyi ise Türk Kolejinde okur. Gittiği okullar evine yürüme mesafesi uzaklığındadır. O dönemler komşuluk ilişkilerinin çok güçlü olduğu, insanların birbirini kolladığı dönemlerdir. Bu nedenle de çocukluk dönemi sorulunca en çok eş, dost, akraba ve komşularını hatırlar usta oyuncu.
Lise son sınıfa geldiğinde okulun tiyatro koluna giren Haluk Bilginer için bambaşka dünyanın kapıları aralanmış olur. O yıl, Demokrat İzmir Gazetesi'nin açtığı liseler arası tiyatro yarışmasıyla ilk ödülünü alır. Bu yarışma onun için hem motivasyon kaynağıdır hem de yeteneğini gösterme fırsatı bulduğu bir etkinliktir. Jüride bulunan tiyatro müdürü Ragıp Haykır onu İzmir Devlet Tiyatrosuna konuk oyuncu olarak davet eder. Henüz lise öğrencisi olan Bilginer bu teklifle birlikte İzmir Devlet Tiyatrosunda profesyonel olarak üç oyunda rol alır: Başar Sabuncu’nun Şerefiye'si, Margaret Mayo'nun Çocuğum ve Can Gürzap’ın çevirdiği İki Kova Su isimli çocuk oyunu.
Lise mezuniyetinin ardından 1972 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümünü kazanır. Deniz kıyısında, denizle iç içe bir yaşamdan sonra tiyatro okumak için gittiği Türkiye’nin tam kalbinde kalmış, kıyıya hiçbir şeridi olmayan Ankara şehri oldukça sıkıcıdır. Oysa İzmirli olma hâlinden çok mutlu olan Bilginer için sahil yaşamı özgürlük ve ferahlık sembolüdür.
LONDRA YILLARI Tiyatro eğitiminin ardından 1977 yılında İngiltere'ye giden Bilginer, Londra Müzik ve Drama Sanatları Akademisinde (LAMDA) bir yıl boyunca ileri tiyatro öğrenimi görür. Burada yaşadığı yıllar boyunca birçok oyunda, müzikalde, televizyon dizisinde ve filmde oynar. Macbeth, My Fair Lady, Pal Joey, Kafkas Tebeşir Dairesi ve Phantom of the Opera gibi çeşitli tiyatro ve müzikallerde; Eastenders, Memories of Midnight, Bergerac, Glory Boys, The Bill ve Murder of a Moderate Man gibi televizyon dizilerinde ve Children's Crusade, Half Moon Street, Ishtar, Buffalo Soldiers, Spooks ve She's Gone filmlerinde rol alan Bilginer Eastenders dizisinde 250 bölüm boyunca canlandırdığı Kıbrıslı Mehmet Osman rolüyle tüm adada ün kazanır.
GECENİN ÖTEKİ YÜZÜ VE TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ Bilginer, yaklaşık on beş yıl yaşadığı Londra’dan, Füruzan’ın televizyona uyarlanan eseri Gecenin Öteki Yüzü’nde oynaması için Okan Uysaler’in daveti üzerine 1987 yılında ayrılıp İstanbul’a gelir. Bu dizide üniversite döneminden de tanıdığı ve ileride hayatını birleştireceği Zuhal Olcay’la kamera karşısına geçer. Dört bölümlük diziden sonra sık sık İstanbul ve Londra arasında mekik dokuyan Bilginer, Ziya Öztan’ın Ateşten Günler filminde rol aldıktan sonra Londra’ya geri döner. 1989 yılında Ahmet Levendoğlu ve Zuhal Olcay’la birlikte birçok tiyatro oyununa ev sahipliği yapan Tiyatro Stüdyosu'nu kurarlar.
Bilginer, Gecenin Öteki Yüzü isimli televizyon dizisiyle başladığı Türkiye kariyerinde kimi zaman tarihteki önemli kişilere, kimi zaman sıradan karakterlere hayat verirken kimi zaman da komedi oyunlarında rol alarak insanları güldürür. Onun en önemli özelliği kendini tek bir noktayla sınırlamadığı bu özel yeteneğidir. Beyaz perdede çok özel projelerde görev aldığı gibi, televizyon sahnesinde popüler dizilerde de rol alan Bilginer her defasında izleyenlerini şaşırtır. Bir yandan ekranların efsanevi dizisi Gülşen Abi ile komedideki yeteneğini gösterirken diğer yandan Masumiyet filmiyle sevdiğine delicesine âşık, umarsız Bekir’e hayat verir. Eyvah Babam’da Sedat karakteriyle, Tatlı Hayat’ta sinemanın sultanı Türkan Şoray’la kameraların karşısına geçtiğinde ise güldürür. Üstlendiği karakter her kim olursa olsun onu sıradanlıktan çıkaran ve bu karakteri devleştiren bir yetenektir onunkisi. Bu yüzden de onun şöhreti ne Türkiye’yle ne de İngiltere’yle sınırlı kalır. Clive Owen ve Naomi Watts ile oynadığı The International, Jon Stewart’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Rosewater, Ben-Hur’un son versiyonu usta oyuncunun devleştiği önemli Hollywood yapımlarından sadece birkaçıdır.
SİNEMAYA GEÇİŞİ Türkiye’deki sinema kariyerine 1987 yapımı Kara Sevdalı Bulut filmiyle başlayan Bilginer 1995 yılında, 17. yüzyılda uçmaya teşebbüs eden ilk kişi olarak tarih sayfalarına adını yazdıran Hezarfen Ahmet Çelebi'nin hayatının anlatıldığı, İstanbul Kanatlarımın Altında adlı filmde Evliya Çelebi karakterine hayat verir. 1996'da Tomris Giritlioğlu'nun 80. Adım filminde, 1997 yılında, Usta Beni Öldürsene, yine aynı yıl daha sonra devamı da çekilen Zeki Demirkubuz yönetmenliğindeki Masumiyet adlı filmde rol alan Bilginer, bu filmdeki performansıyla büyük başarı elde eder. Güven Kıraç’la karşılıklı rol aldıkları bu filmdeki tiradları tüm zamanların unutulmazları arasındaki yerini alır: "O gece düşündüm... Oğlum Bekir dedim kendi kendime... Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok. Kaderin böyle. Yol belli. Ey başını usul usul yürü şimdi... O gün bu gün usul usul yürüyorum işte..." Bilginer, aynı yıl Derviş Zaim'in yönetmenliğini yaptığı, Filler ve Çimen filmi için Sanem Çelik ve Uğur Polat gibi isimlerle kamera karşısına geçer.
2003 yılında Ezel Akay'ın yönetmenliğindeki Neredesin Firuze adlı filmde pek çok ünlü sanatçı ile birlikte rol alan Bilginer, bu filmde canlandırdığı başarısız müzik yapımcısı Hayri karakteriyle birlikte bir kez daha hayranlık uyandırırken daha sonra 2004 yapımı Hırsız Var, 2005 yapımı Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? ve Kısık Ateşte 15 Dakika adlı sinema filmleriyle boy gösterir.
Ateşten Günler, Safiyedir Kızın Adı, Borsa, Son Söz Sevginin, Gülşen Abi, Eyvah Babam, Eyvah Kızım Büyüdü, Tatlı Hayat, Karanlıkta Koşanlar, Cesur Kuşku, Yine de Aşığım, Sayın Bakanım gibi birçok televizyon yapımında rol alan Bilginer’e göre televizyon oyunculuğu ve tiyatro oyunculuğu arasında çok büyük fark vardır: "Oyuncunun er meydanı tiyatro sahnesidir. Tiyatro sahnesinde arada hiçbir aracı olmadan seyirciyle baş başa kaldığı yerde aktör, aktör müdür değil midir anlaşılır. Sinemada, televizyonda pek anlaşılmaz ve televizyonda da oyunculuk öğrenilmez. Dizilerde oynarsınız, ama oyuncu olamazsınız."
OYUN ATÖLYESİ Türkiye’ye dönmüş olmaktan çok mutlu olan Bilginer, “Hayatımda hiçbir şeye değişmem,” dediği önemli bir adım atar. O sahneden o sahneye koştururken kendini ait hissetmek istediği bir sahne kurma fikri oluşur. Bu fikir kafasında dönüp dolaşırken herkesin çöplerini attığı boş bir arsayla karşılaşan Bilginer, Zuhal Olcay ile birlikte tiyatro sahnesi kurmak için çalışmalara başlarlar. 2000 yılında kiraladıkları bu arsa üzerine, devlet veya özel hiçbir kurumdan destek almadan iki yıllık inşaat çalışmaları sonucunda Oyun Atölyesi sahnesini kuran ikili, 4 Nisan 2002’de Anthony Horowitz’in Ermişler ya da Günahkârlar (Mindgame) adlı oyunu ile izleyiciye merhaba der. Bilginer her ne kadar İngiltere ile olan bağını menajeri aracılığıyla devam ettirse de Türkiye’de oyuncu olmaktan ziyadesiyle mutludur. Hem bir sahnesi vardır, hem de adım başı tiyatro sahnesinin olduğu Londra gibi dalgasız bir denizde yüzmektense, Türkiye’de rüzgârın tersi yönünde yüzmekten keyif alır.
SHAKESPEARE - KRAL LEAR MÜZİKALİ Bilginer dünyada Shakespeare müzikali yapan ilk kişidir. Shakespeare’in eserlerinden esinlenerek yapılmış birçok müzikal (West Side Story, Romeo ve Juliet, Kiss Me Kate) olmasına rağmen İngilizler için tabu olan Shakespeare eserleriyle doğrudan müzikal yapmaya hiç kimse cesaret edememiştir. Müziğin evrensel bir dil olmasından ve birçok sanat dalını içinde barındırmasından dolayı bir müzikal yapma isteği duyan Bilginer, uzun emekler ve uğraşlar sonunda Kral Lear’ı sahnelemeye karar verir:
“Biz Shakespeare’i çok seviyoruz, evet o zaman Shakespeare müzikali yapalım. Nasıl yapalım? Herhangi bir oyundan müzikal yapmak çok doğru gelmedi bize. Peki biz ne anlatmak istiyoruz? İnsan. İnsan doğar ve ölür. Shakespeare bunu nerede anlatıyor? As You Like It’te Jaques karakterine söyletmiş, insan hayatını 7 çağa bölmüş. Oradan yola çıkarak bir insanın ömrünün -erkeğin daha doğrusu çünkü erkeği anlatır orada Shakespeare- 7 çağını anlatalım; değişik oyunlardan ve sonelerden bir kolaj yapalım ve müzikal olsun. Böyle çıktı.”
Shakespeare’i çeviri dilinden okuyan veya çeviriden sahnelenen eserleri izleyenler aslının ne kadar muhteşem olduğunu kaçırmaktadırlar. Örneğin duygu yoğunluğunun çok yüksek olduğu Ophelia’nın delirme sahnesine gülen izleyicilerin olduğuna tanıklık edilmiştir. Asıl anlatılmak istenen çeviri hatasından dolayı yanlış aksettirilir. Shakespeare’in nasıl bir dâhi olduğunu anlamak ancak Haluk Bilginer gibi o dile hâkim olan usta bir oyuncu sayesinde mümkündür. Shakespeare’in insanın ruhunun derinliklerine işleyen özel bir dili olduğunu bilen ender sanatçılardan olan Bilginer bu dehanın özelliğini ise şu şekilde ifade eder:
“'Be adam, bunu nereden buldun! Nereden buldun da nereden anladın bunu!' Bir yerden sonra iltifat yetmiyor artık küfrediyorsun: ‘Be p...venk, bu cümleyi nasıl kurdun!’ Bu yüzden tavsiye ederim, orjinalinden okuyun. Zorlanabilirsiniz, yanınıza bir sözlük alın. Kullanılan kelimenin o zaman ne anlama geldiğini Shakespeare’in onu ne anlamda kullandığını, Shakespeare’in İngiliz diline ne kadar çok yeni kelime kazandırdığını görün. Shakespeare’den önce yok o kelimeler ama ondan sonra bugün hâlâ kullandığımız binlerce kelime var. Kendi uydurmuş ama o kadar güzel uydurmuş ki dil kurallarına uygun. Bir fiilden isim yapmış, isimden fiil çıkarmış, bir tamlama yapmış, iki kelimeyi bir araya getirip bir kelime yapmış falan. Hakikaten şaşırıyorsun.”
Shakespeare’le doğum, yaşam ve ölümü her şeyden arındırarak anlatan usta oyuncunun amacı bu oyunla öleceğini bilen tek yaratık olan insana, bir gün toprak olup gideceğini, bu dünyaya kazık çakamayacağını, para, iktidar hırsı ve kıskançlığın anlamsız olduğunu göstermektir. Bunu başarır da. Ölümlü insanın sadece yaşadığı sürece odaklanarak bu süreci en nitelikli şekilde yaşaması gerektiğini Shakespeare aracılığıyla vurgular:
“Doğduğun andan itibaren o elinde tuttuğun saat ecele akar...
Her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyorsun.
Yolculuğu önemse, anı önemse; yaptıklarını, insanları, çevreni önemse…” Shakespeare müzikalinin farklı bir yönü daha vardır: O da orkestranın oyunun aktif bir parçası olmasıdır. Birçok oyunda ve müzikalde playback yapılırken Bilginer bunu reddederek orkestrayı oyunun bir parçası hâline getirir.
“Playback yapacaksanız niye müzikal yapıyorsunuz?
Müzikal yapmanın anlamı nedir? Böyle bir saçmalık olabilir mi?
‘Orkestraya para vermeyelim, kim uğraşacak şimdi?’
Tiyatro yapmayın o zaman, kim uğraşacak sizle? Niye tiyatro yapıyorsunuz?
Kenan Evren sopayla mı kovaladı peşinizden, yapmayın.
Bunu layıkıyla yapanlar, yapmak isteyenler ve becerebilenler yapsın.” ÖDÜLLERİNDEN BAZILARI Adını yalnız Türk sinema ve tiyatro tarihine değil İngiltere ve Hollywood sahnelerine de yazdıran başarılı aktör oyunculuk kariyeri boyunca, 2015 - 47. Siyad Türk Sineması Ödülleri - En iyi Erkek Oyuncu (Kış Uykusu), 2010 - 37. Altın Kelebek Tv Yıldızları Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Komedi) (Cuma'ya Kalsa), 2007 - 18. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Polis), 2006 - 17. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?), 2004 - 9. Sadri Alışık Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Neredesin Firuze), 1998 - 20. Siyad Türk Sineması Ödülleri - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1998 - 10. Ankara Film Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1998 - 10. Angers Festivali - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1997 - 11. Adana Altın Koza Film Şenliği - En İyi Erkek Oyuncu (Masumiyet), 1997 - 34. Antalya Film Şenliği - En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Masumiyet) gibi birçok ödüle damgasını vurur.
ŞAHSİYET KİMDİR? Son günlerde adından çok söz ettiren Şahsiyet, senaryosunu günümüzün en başarılı yazarlarından Hakan Günday’ın kaleme aldığı, Onur Saylak’ın yönettiği bir gerilim ve polisiye dizisidir.
Kambura aslında hayalî bir yerdir ancak dizide Bursa’nın doğal güzellikleriyle meşhur Gölyazı beldesi mekân olarak kullanılmıştır. Emekli adliye memuru Agah Beyoğlu'nun geçmişte görev yaptığı ve öldüreceği kişilerin dosyalarını topladığı Kambura Adliyesi de yine bu beldede yer alır. Kambura’ya Türkiye’nin karanlık yüzü de denilebilir.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte modernleşme sürecine giren Anadolu insanı bireyselleşmeye başlar. Ancak bireyselleşmenin önündeki en önemli açmaz kadın erkek ilişkileridir. Cumhuriyet sonrasında daha önceleri kadın üzerinde egemen olan erkeğin egemenliği de sona erer. Kadın yasalar ve toplum içerisinde artık bir bireydir. Diğer bir deyişle şahsiyettir.
Dizinin ana karakteri Agah Beyoğlu (Haluk Bilginer) Cumhuriyet sonrasında yaşayan ilk nesil bireylerdendir. Eski Beyoğlu zamanlarına tanıklık etmiştir Agah Bey. Eşi Mebrure Hanım’dan kalan apartmanın dokuz numaralı dairesinde yaşayan Agah Bey’in evi de tıpkı eski Beyoğlu’ndaki evlerdeki gibi antika eşyalarla döşelidir. Bu evde yalnızlığını Münir Bey adını verdiği kedisiyle paylaşır. Agah Bey evden çıkmaktan pek hoşlanmaz. Çünkü, “Riyakâr, giderek huysuzlaşan, muhafazakârlaşan ve mafyalaşan” yeni Beyoğlu’ndan pek hazzetmemektedir.
Bir gün yakın bir arkadaşı onu zorla evden çıkarır ve Çiçek Pasajı’na götürür. Eski Beyoğlu’na özlem duyan Agah Bey orada çok mızmızlanır, söylenir. Arkadaşı huysuzlanan Agah Bey’e, “Çek git buralardan o zaman, zaten ilerde gitmek zorunda kalacaksın, burası tamamen onların olacak,” der. “Gitmeyeceğim. Benim soyadım Beyoğlu, onlar gitsinler!” diye cevaplar Agah Bey.
Agah Bey’in eşi Mebrure Hanım zengin, ihtişamlı bir Osmanlı ailesinin kızıdır. Vefat ettiğinde geride koca bir apartman bırakır ancak Agah Bey iki daire haricinde hepsini satar. Agah Bey’in kızı ise babasını kendisine uzak olmakla, annesinden kalan tüm evleri satmakla suçlar. Kızının suçlamaları yanlıştır. Çünkü Agah Bey daireleri, sorunlu kızını yaşadığı ortamdan uzaklaştırarak yatılı bir okulda okumasını sağlamak ve Kambura’daki çeteden uzaklaştırmak amacıyla satmıştır.
Agah Beyoğlu, tüm intikam planını Kambura’da adli memur olarak görev yaparken şahit olduğu ancak susmak zorunda kaldığı bir olay üzerine kurar. Çünkü, o, adaletin tecelli etmeyeceğini düşünmektedir. Nitekim dizinin son bölümündeki adalet ve hukuk ikilemiyle de bu durum vurgulanır. Hukuk kurallarının uygulanmadığı bir yerde adaleti şahsiyetlerin kendi başlarına araması kaçınılmazdır, mesajı verilir.
Agah Beyoğlu’nun Kambura’da şahit olduğu olay iki küçük kıza tüm “Kambura Çetesi”nin tecavüz etmesidir. Günümüzde sosyal medya ve iletişim araçları sayesinde haberdar olduğumuz kadın cinayetleri, çocuk istismarları ve tecavüzler irdelenir. Kambura, günümüz Türkiye’sinin karanlık, mafyavari ve riyakâr yüzünü temsil eder.
“Yaşıyorsun ama yoksun. İnsan nasıl dayanır buna?”
1993 yılı Agah Bey’in Kambura’ya adli memur olarak atandığı yıldır. Kambura’daki ev de o yıl yakılır. Tıpkı 1993 yılındaki Sivas Katliamı gibi. Agah Beyoğlu bu olaya karışan herkesi tek tek öldürerek intikam almaya çalışır. Asıl amacı ise şiddete uğrayan tüm kadınların intikamını almaktır. Devrimler ve inkılaplar sonrasında birer şahsiyet, birer birey olarak var olabilen kadınların intikamıdır bu. Her cinayet sonrasında polis Nevra’ya notlar yazar Agah Bey. O mesajlar tüm kadınlara yöneliktir aslında. Nevra’nın annesini oynayan Müjde Ar’ın, 1982 yapımı İffet filminde kafası arabanın camına sıkıştırılarak tecavüze uğradığı bir sahne vardır. Şahsiyet’te de bu sahnenin bir benzeri işlenir ancak daha farklı bir şekilde. Bu sefer Müjde Ar, çete üyesi Vural’ın kafasını arabanın camına sıkıştırır. Adeta İffet’in intikamı alınır.
Polis teşkilatının kuşatılması, basının bağımsız olamaması ince ince işlenir ilerleyen sahnelerde. Bu basının içinde dikkat çeken karakter ise gazeteci Ateş Arbay’dır. Öğrenciyken idealist bir genç olan Ateş gazeteciliğe başladıktan sonra milleti uyuşturan, saçma sapan magazin haberleri yapan, kirli ilişkiler içinde yaşayan, uyuşturucu müptelası çürümüş bir adamdır. Polis memuru Nevra’ya âşık olmasıyla yeniden eski ideallerine kavuşur gazeteci Ateş. İdeallerine kavuşmak için aşka ve ateşlenmeye, tutkuya ihtiyacı vardır. Tıpkı Platon’un mağara metaforunda tutsağı mağaradan çıkartan tutkusu gibi. Ateş Arbay’ın mağaradan çıkmasıyla birlikte evinin duvarında resimleri asılı olan idealleri uğruna öldürülen Uğur Mumcu, Abdi İpekçi ve Çetin Emeç gibi gazetecilere döner kameralar. Ateş Arbay onların yolundan gitmeye çalışırken aynı sonla karşılaşır: Arabasına yerleştirilen bombayla katledilir.
Şahsiyet, kısaca ezilen, hakları elinden alınan ve gasp edilen “eski Beyoğlu”nu temsil eden Cumhuriyet sonrası kuşağın adaleti sağlama eylemini anlatır. Ve Agah Beyoğlu karakterine hayat veren usta oyuncu Haluk Bilginer ise devleştikçe devleşir bu rolüyle.
Haluk Bilginer’in Türk izleyicilerinin hafızasına kazınan en önemli özelliği düşüncelerini kimseyi incitmemek adına gizlememesidir. Onda pek çok insanda görülen sahte olma durumu yoktur. Sahicidir. Özellikle de hâkim olduğu sanat ve tiyatro konusunda düşündüklerini açık ve net bir şekilde ifade etmesiyle tanınır. Türk izleyicisinin Bilginer’in dehasını ve yeteneğini bu kadar sahiplenmesinde samimiyetinin payının çok büyük olduğu kuşkusuz.
Bu özelliğiyle hayranlık uyandıran Bilginer’in daha uzun yıllar zirvenin en tepesinde kalacağı muhakkaktır.
“Babam öldü ama hâlâ sahneye çıkarım yavşaklığına asla inanmam.
Önce insandır önemli olan, oyun değil."
Nermin Sarıbaş
KAFKAOKUR Dergisi, Ekim 2018