Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

Halüsinasyon

$
0
0

Yine iki kelime arasından sarkarken bir satır aşağıya, uyumak değil sızmak huzursuzluğun sunduğu.

Kara ellerim, kara kalemim, kara bir girdaba sürükleyip çekmek istiyor beni suyun altına.

Kapılan ellerim, ayaklarım, bedenim…

“Kaybolmak güzel mi?” dedi.

Kaybolmak hep güzeldi.

-Yağmurun sesi suda...-

Tanımadığından değil, her yer aynı olduğundan da kaybolabiliyorsun ya...

“Ne diliyorsun?” dedi bana.

Ben bazı günler soruları sevmiyorum, bazı günler konuşmayı ve bazı günler hiçbirinizi sevmiyorum.

“Tahammül ne çirkin bir kelime değil mi?” diyor...

Sen gölgesi olmayan, hayali olmayan bir ses, hiç durmayan ve hiç susmayan

Kafamın içinde ağlayan ve sürekli dağlayan bir hiç, biliyormuşsun gibi sorma.

Ben gerçekten en çok iki kelime arasında kayboluyorum.

Bir birine temas ettiklerinde oluşan dalgaların girdabında

O zamanlarda biraz inanıyorum, neye olduğu önemli değil.

Biraz umut ederken buluyorum kendimi

Kafam düşmüş kağıdın üzerine, yüzüm gülerken nefes alabiliyorum.

Çünkü raflara dizemediğim pek çok kelime var, uçuşuyorlar dudaklarımın etrafında

Ben istediğimde onlarla seni yaralıyorum.

Seni yaraladığımda en çok kendimi acıtıyorum ve nefes alamıyorum.

Bu ikisi arasında koşarken zaman tutamıyorum.

Orada bir yere ait olamıyorum.

Kafka Okur Dergi, Sayı 1, Anlatı
Merve Özdolap

10 Kitap 10 Kafka Okur

Virginia Woolf’a Dair

$
0
0

Virginia Woolf, 1882 doğumlu Virginia Woolf, 20. yüzyıldaki en ünlü eleştirmen, öykücü ve romancılardan biridir. Feminizm, bilinç akışı tekniği, Mrs. Dalloway, modernizm, intihar; Woolf denilince aklımızda çağrışım yapan ilk kelimelerdir. Peki, Woolf’un bu kelimelerle ilgisi nedir?

Aile Hayatı: Woolf, Victoria Çağı’ndan nefret ederdi; çünkü Victoria çağı gereği kadınlar okula gönderilmemiş ve Woolf, eğitimini evde tamamlamak zorunda kalmıştı. Hayatı boyunca da bunun eksikliğini hissetmiş ve kendini geliştirmek için durmadan okumuştu. Onun şanslı olduğu yönlerden biri, eşi Leonard Woolf’un bir yayınevine sahip olmasıydı. Kendisinin de dediği gibi koskoca İngiltere’de istediğini yazmakta özgür olan tek kadın kendisiydi. Üst, orta sınıf bir aileden geliyordu. Babası Sir Leslie Stephen’dan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. O henüz 13 yaşındayken ölen annesi Julia Stephen’a ise çok şey borçlu olduğunu biliyordu ve ona olan minnetini Deniz Feneri eserinde yansıtmıştı. 25 yaşında ölen kardeşinin etkisine ise en fazla Dalgalar’da olmak üzere diğer romanlarında da rastlanır. Woolf, bu anlamda büyük bir özlem içindedir. Teyzesi olduğu George Duckworth, hem ona hem de Woolf’ un kardeşi Vanessa’ya onlar daha çocuk yaştayken cinsel tacizde bulunmuştu. Bu olay, onun cinsel hayatını kötü etkilemişti. Hiçbir erkekle veya kadınla birlikte olmamış, Bloomsbury ekibinden eşcinsel yazar arkadaşı Lytton Strachey’in evlilik teklifini kabul etse de Strachey vazgeçtiği için evlenmemişlerdi. Virginia sonrasında Leonard Woolf’la evlenmişti. Leonard, Woolf’u mutlu etmiş, ona istediği imkânları sağlamıştı. Fakat Woolf, Londra’ya dönmek istediği için ayrı düştükleri anlar olmuştu. Eşiyle cinsel bir hayatı yoktu, bu yüzden çocuk da yapmamışlardı.

Akıl Hastalığı: Woolf, manik depresif bir yazardı. Yazmak, onu hayata bağlayan bir terapiydi aslında. Kendisinin ‘delilik nöbetleri’ dediği nöbetler onun için verimli bile oluyordu. Doktoru hastalığını yenerse, yazma yeteneğinin körelebileceğini söylemişti. Delilikle dahilik arasında gezinen parlak bir bilinçti o. Woolf, kendi durumunu biliyor ve bununla mücadele etmeye çalışıyordu. 22 yaşından başlayarak üç kere intihara kalkışmıştı ve sonuncusunda hayatını yitirmişti. İntihar etmeden önce Yunanca şakıyan kuşların etrafında tekrar dolanmaya başladığını söylemişti. Birçok deha gibi kendi beyninin gücüne karşı koyamamış ve kendisini ölüme sürüklemişti.

Woolf’un Feminizmi: Feminizm üzerine yazdığı en kapsamlı yapıt ‘Kendine Ait Bir Oda’dır. Dönemin üniversitelerinde okuyamamış, yıllar sonra gittiği o okulların kütüphanelerine alınmayınca sinirlenerek yazmıştı Woolf, Kendine Ait Bir Oda’yı. Gerçek bir yaratıcı zihnin ‘androjen’ özellikler barındırması gerektiğini söyleyen Woolf’a göre feminizm, kadın-erkek eşitliğine dayanır ve dönemin faşizmiyle de iyice beslenen kadın düşmanlığına ataerkilliğin kadına biçtiği rolleri reddederek karşı çıkar.

Bilinç Akışı Tekniği:İlk olarak Jacob’un Odası ile karşımıza çıkan bilinç akışı tekniği ile Woolf, bu ilk kitapla başarılı olamasa da Mrs. Dalloway ile tam anlamıyla bir başyapıt çıkarmıştır ortaya. Bilinç akışı tekniği, Romanda, post empresyonist ressamların yaptığı gibi bir tablo sunar bize: romanın sayfasından baktığımız karede hiçbir şey net değildir; fakat hayatın içinden olduğu bellidir ve kendince bir gerçekçiliği vardır. Yazar, karakterlerin hayatlarındaki pek çok izlenimi arka arkaya sıralayarak bir an içerisinde insanın zihninden geçen şeyleri bize tüm çıplaklığıyla verir. Bu gerçeklikte tam anlamıyla bir kurgusal gerçeklik yoktur, daha çok anın gerçekliği vardır. Çünkü bir insanın hayatı, roman kurgusuna uygun mantıklı bir dizilimden daha ziyade, düzensiz olarak birbirini izleyen anlardan oluşur. Bu teknik ile bize Woolf, hayatı tüm detayları ile yansıtır.

Aşk Hayatı: Vita Sackville-West’le aşk yaşamışlardır; bu aşkta, tensel bir temas yoktur, romantik bir şekilde mektuplar üzerinden süregider bu ilişki. Woolf, Vita’yı kadın-erkek özellikleri bir arada barındıran biri olarak görür ve ona ithaf olarak benzer bir konuyu işlediği Orlando eserini yazar. Vita’nın oğlu Nigel Nicolson, Orlando’dan “edebiyat tarihinin en uzun ve en nefis aşk mektubu” olarak söz eder. Nitekim öyledir. Woolf, kendi hayatında aynı umudu bulamasa da Orlando’da sevginin zamanı, bedenleri, boyutları, bu dünyayı aşan gücünü ele almıştır.

İntiharı: Woolf, hayatının sonlarına doğru sesler duymaya tekrardan başlar. 2. Dünya Savaşı da şiddetini arttırır. Yazamadığı ve okunmadığı düşüncesi onu depresyona sürükler ve bu depresyondan çıkamaz. Cebine taşları doldurarak kendini Ouse Nehri’nin kollarına bırakır ve akar gider. Eşine yazdığı mektupsa, edebiyat tarihinin en ünlü intihar mektuplarından biri sayılır. İşte, 18 Mart 1941 tarihli o mektup:

“Salı

En sevdiğim,

Yeniden delirmek üzere olduğuma eminim. O korkunç dönemlerden birine daha göğüs gerebileceğimizi sanmıyorum. Ve bu sefer toparlanamayacağım. Sesler duymaya başladım ve dikkatimi toplayamıyorum. Ben de yapılablecek en iyi şey gibi görüneni yapıyorum. Sen bana mümkün olan en büyük mutluluğu verdin. Biri her ne yapabilirse hepsini yaptın. İki kişinin bizden daha mutlu olabileceğini düşünmüyorum, ta ki bu korkunç hastalık gelene kadar. Artık mücadele edemiyorum. Hayatını berbat ettiğimi, bensiz çalışabileceğini biliyorum. Ve yapacaksın, biliyorum. Görüyorsun, bunu bile düzgün bir şekilde yazamıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim şey şu; hayatımın bütün mutluluğunu sana borçluyum. Bana karşı hep sabırlıydın ve inanılmaz bir şekilde iyiydin. Bunu söylemek istiyorum herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o sen olurdun. Senin iyiliğinin kesinliği dışında her şey benden gitti artık. Hayatını daha fazla mahvedemem.

Sanmıyorum ki başka iki kişi bizim olduğumuz kadar mutlu olabilsin.”

V.

Kafka Okur Dergi, 2. Sayı, 2014
Ozan Kırıcı

Edebi Modernizmin Farklı Yöntemlerine Bir Bakış

$
0
0

Woolf ve Kafka Karşılaştırması

Yazan: Siobhan Calafiore Çeviri: Ozan Kırıcı

Edebi modernizm, geleneksel ilkeleri ve yapıları reddeden deneysel bir yazım yöntemidir ve böyle yaparak realizmin dünya tasvirine karşı çıkar. Modernistlerin bunu başarabilecekleri pek çok yol vardır; en dikkat çekeni dilin kullanımıyla, olay örgüsü yapısıyla ve anlatıcı bakış açısıyla deneme yoluyladır. Modernistler, geleneksel olarak bakış açısı ve çerçeveleme gibi arka plan işlevi gören unsurları, çalışmalarının öznesi yaparak dünya deneyimine odaklanırlar. Okuyucuda cevaptan çok soru üreten düzensizliğe ve kişisel tecrübelerin tutarsızlığına bir vurgu vardır. Modernistlerin birbirinden son derece farklı tarzda iki örneği: İngiliz romancı Virginia Woolf ve Alman dili yazarı Franz Kafka’dır. İki Dünya Savaşı arasında Woolf, Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Orlando dâhil en çok tanınmış ve en iyi karşılanmış çalışmalarını üretti. Eşi Leonard Woolf’un da içinde olduğu, yazarlardan ve sanatçılardan oluşan entelektüel bir çevre olan Bloomsbury Grubuna dâhildi. Kafka, Almanca konuşan Yahudi orta sınıf bir ailede Prag’da doğmuştu ve işten arta kalan zamanda kısa hikâyelerini yazarken bir sigorta şirketinde çalışıyordu. İki yazarın da birbirinden farklı kurgusal deneme yöntemlerine rağmen ikisi de bir diğeri kadar yenilikçi ve devrimcidir.

Woolf’un ve Kafka’nın deneylemeye farklı yaklaşımları, kendi yazılarında başarmak istediklerinden büyük oranda etkilenmiştir. Woolf, günlüklerinde, yazmanın ailesinin ölümünü takiben uzun süredir ve derinden hissettiği şiddetli duyguyu dışa vurmak için kullanabildiği sağaltıcı bir çıkış olduğunu söyler. Bu duyguları ifade ederek onları sakinleştirebildi. Yine günlüklerinde Woolf, Deniz Feneri’ni oluşturduğu süreçte ilerlemesini engelleyen iki duygusal yıkım yaşadığını anlatır. Olumsuz dil, romanın içeriğinde önemli her sahnede merkezde bulunuyor ve olumsuzluk neredeyse tüm karakterlerin düşünce sürecinin arasına giriyor. Örneğin, Mrs. Ramsay bir düşünce zincirinde dört olumsuzluk kullanır: “…fakat görünüşten başka bir şey değil miydi? Veya arkasında yaşadığı ve bozmak için bir şey yapamadığı eşsiz güzellikten başka, hiçbir şey var mıydı?” Olumsuz dil kullanımı Woolf’un o zamanki akıl sağlığının yansıması görevi görebilir.

Woolf, akıl rahatsızlığından muzdarip, kendi hayal dünyasında bir mülteci olarak yaşarken, Kafka için yazmak, bir rahatlama yöntemi sunmuyor, daha ziyade kaygısını sürekli kılıyordu. Arkadaşı Max Brod’a yazdığı mektuplarda, mutsuzluğu bir ömür boyu tattığını ve kendisini yazmanın lanetinin, acısının ve utancının bir kurbanı olarak gördüğünü söyler. Çelişkili bir biçimde, bu yazma acısının üstesinden gelmenin tek yolunun yazmak olduğuna inanıyordu. Bu yüzden, yazarlığı mutsuzluğunun hem sebebi hem de sonucu olabilirdi. Kafka’nın yarattığı kurgusal dünya, onun yazı ve dil üzerine muğlâk ve çelişkili düşüncelerini kapsar.

Woolf’un ve Kafka’nın yazıları arasındaki en büyük farklardan biri, öyküleme yapılarıdır. Woolf, Deniz Feneri’nde ve Orlando’da zaman dağılımını deneysel olarak kullanır. Deniz Feneri, üç bölüme ayrılmıştır: ‘Pencere’, ‘Zaman Geçer’ ve ‘Deniz Feneri’. Birinci ve üçüncü bölümler bir günde geçerken, on yıllık süreci birkaç sayfaya sıkıştırdığı ortadaki bölümden daha çok yer kaplar. Bu orta bölüm, geleneksel olarak esas hikâye noktasını içerir. Mrs. Ramsay’in, Prue’nun ve Andrew’un ölümleri gibi anahtar olaylarla hikâyeyi bölmektense Woolf, onları parantez içine alarak önemsiz gösterir ve buna karşılık romanını bilinç anları etrafında inşa eder. Woolf, yazarlara bilince bağlı olay örüntüsünü, ne kadar bağlantısız ve uyumsuz gözükse de takip etmelerini önerir.

Benzer olarak Orlando’da da, belli bir kronolojik yapı yoktur. Tempo, Woolf belli çağlardan ve Orlando’nun yaşamındaki diğerlerinden daha öne çıkan deneyimlerinden örnek verdikçe çeşitlenir. Herbir yüzyıl geçişi, sistemli olarak ortaya çıkmaz; ama Orlando’nun değişimleriyle belirlenir. Roman, 16. yy.’da, Orlando genç bir asilzadeyken başlar. 17. yy.’da, Orlando bir büyükelçidir ve 18. ve 19. yy.’larda artık bir kadındır. Yine, Woolf, romanını dış etkenlere göre değil karakterinin içsel yolculuğuna göre yapılandırır.

Woolf’un anlatı yapısı gelişigüzelken, Kafka daha alışılagelmiş bir yöntem izler. Dava, Josef K.’nın doğum gününde başlayıp doğum gününde biten bir yıllık bir süreci içerir. İlginç olan, ilk birkaç bölümün kronolojik bir zaman belirteci ile başlamasıdır: “gelecek Pazar”, “gelecek hafta boyunca”, “ilerleyen birkaç günde” gibi zamanın ilerlemesini belirten; fakat roman devam ettikçe, her şey bitmeden önce, zaman belirteci muğlaklaşır: “bir öğlen” gibi. Bu tekniğin bir sonucu olarak, mahkeme sürecinde daha da kaybolup şaşırmışken, Kafka’nın hayali dünyasında zaman duygumuzu ve yönümüzü yitiririz.

Woolf ve Kafka’nın birbirinden ayrıldığı noktalardan başka biriyse özgün yazı tarzları ve araştırdıkları konuların farklılığıdır. Deniz Feneri’nde, Woolf, izlenimci olarak sunulan ‘bilinç akışı’ tekniğiyle ve karakter bakış açısında değişiklikle iç dünyaya odaklanır. Woolf, önemli olanın, buna isterseniz yaşam deyin isterseniz de ruh, bundan böyle geleneksel romanın kendisine uymayan cüppesinin içinde yer alamayacağını söyler. O, karakterin özünün ortaya çıkmasında önemli olduğunu ve açıkça, toplum önünde ifade edilenle çelişebileceğini öne sürdüğü kişisel düşünceye öncelik verir. Bunun bir örneği Deniz Feneri’ndeki öğle yemeği sırasındaki konuşmada her karakterin “balıkçı hakkında çileden çıkmış ve öfkeli oluşu”; yine de hepsinin içsel olarak “hiçbir şey” hissetmemesidir. Benzer olarak Orlando’da Woolf, biyografinin öğeleriyle oynayarak içsel keşfin bir insanın ruh halini deneysel kanıtlardan daha iyi nasıl yansıtabileceğini gösterir. Sanatçının yarattığı dünyanın daha nadir, daha yoğun ve insanların talep ettiği gerçek bilgiden daha bütün bir eser olduğunu ifade eder.

Dava’nın dış yüzeyinde gerçekçilik yatarken, Kafka, -Woolf gibi- insan varlığı ve mücadele üzerine keşfinde kelimelerin ifade ettiklerinin ötesine gitmeye

çalışır. Kafka’nın kurgusal dünyası, ne yazık ki, hayali bir niteliğe sahiptir ve kendi kuralları, ilkeleri ve davranış kuralları ile doludur. Okuyucu, kendisini müdahaleye zorlayan ama direnen üstü kapalı bir anlatım tarafından kurgusal dünyadan silinir. Kafka’nın bize sunduğu anlatımın gizemli biçemi, papazın Joseph K.’ya sunduğu kısa hikâyede somutlaşır. Okuyucu, Joseph K. ile birlikte, kısa hikâyenin bir ders değil, anlamına ulaşılamaz bir bilmece olduğunu keşfeder. Papazın, “Biri her şeyin doğru olduğuna inanmak zorunda değildir, sadece bunun gerekli olduğuna inanmalıdır.” özeti Kafka’nın Max Brod’a yazdığı kendi mektuplarının birindeki bir düşüncenin yansımasıdır: “Bence daha derin olan anlam, onun olmamasıdır.” Bu, Kafka’nın okuyucularını eserini okurken elinde tutmak için bir cesaretlendirme olabilir. Kafka, dünyayı yazılarında yaratıcı bir şekilde değiştirirken, onun gerçekliğini hiçlik seviyesine indirir.

Woolf ve Kafka, ikisi de dilin işlevi hakkında söz söylemek için kurgusal denemeyi kullanmışlardır. Dilin, şeffaflıktan ve tarafsızlıktan uzak olduğuna ve bunun sonucu olarak verilmek istenen esas anlamın özünü aktaramadığına inanırlar. Yine de bu düşünceyi birbirinden zıt şekilde ifade ederler. Woolf, anlamı elinde tutma mücadelesini Deniz Feneri’nde, Lily Briscoe’nun kendi sanat eserinde sürekli değişen bir dünyayı resmetme çabalarıyla sergiler. Lily, Mr. Bankes’in daha geleneksel görüşüne karşı koyan kendi görüşüyle boğuşur. Mr. Bankes, Lily’nin sanat eserinde bir ‘mor üçgen şekil’ görür ve Lily’nin, şeklin Mrs. Ramsay ve James olduğu açıklamasına şaşırır. Mr. Bankes için anne ve çocuk, “saygısızlık etmeden mor bir gölgeye” indirgenebilirdi. Anlamaya çalıştığı şey, Lily’nin tablo fikrinin temsili değil dönüşümsel olduğudur. Bu kavram, Woolf’un edebiyat düşüncesini yansıtır. İlginç bir şekilde, hem Woolf hem Kafka, dil aracılığıyla bir karakteri anlamanın imkânsız olduğunu göstermek için çelişkili ve doğası belirsiz karakterler yaratmışlardır. Woolf bunu, her karakterin hem kendisi hem de başkaları hakkında sahip olduğu çelişkili yargıları keşfederek gösterir.

Akşam yemeği konuşması esnasında, Lily, “hayatında gördüğü en itici insanlardan biri” olmasına rağmen Mr. Tansley’e karşı yumuşak ve “iyi” olmak için Mrs. Ramsay’den baskı hisseder. Bu da onu, Lily’nin onu asla tanıyamayacağı, Mr. Tansley’nin Lily’yi asla tanıyamayacağı ve insan ilişkilerinin kaçınılmaz olarak samimiyetsiz olduğunu düşünmeye iter. Okuyucu da hiçbir zaman karakterleri tanıyamaz. Bakış açısındaki geçişlerle, bir karakterin ve olayın birçok yoruma yol açan ve gerçek bir anlamı ortaya çıkarmayı imkânsız hale getiren farklı çeşitlemeleri ile karşılaşırlar.

Kafka’nın dili yorumlamaya yaklaşımı ise tam zıttır. Her karakterin boyutlarını ve karmaşalarını araştırmaktansa, onları öyle bir ayrıştırır ki kartondan siluetlere benzer şekilde insani niteliğinden ve özünden mahrum kalırlar. Dava’nın son paragrafında, okuyucunun katillere dair edindiği tek bilgi onların redingotlar içinde, solgun tenli ve şişman, silindir şapkalı iki beyefendi olduklarıdır. Hareketleri, birbirine benzer kuklalar gibi uyum içindedir ve sessiz dururlar, böylece gerçek insandansa bir taklit gibi görünürler. Josef K. onların gerçek kimliklerinin üzerine kafa yorarak "iki bitkin, yaşlı adam"dan "tenorlar"a ulaşır. Bu beyefendiler isimsiz ve yüzsüzdürler, tıpkı diğer ana karakterler gibi; avukat, hâkim ve müdür. Karakterler hakkında fikir sahibi olmak için okuyucu konuşmalara döner. Gelgelim Kafka, konuşmayı genellikle belli olmayan ve bu yüzden hikâyeyi zor hale getiren el kol hareketleri ile ikiye ayırarak anlamın önüne geçer. Bu, Joseph K., Frau Grubauch’u tutuklanışından bahsetmek için ziyaret ettiğinde görülür. Ciddi bir konuşma esnasında anlatım, zaman zaman K.’nın bir elini çorabına sakladığını belirtir. Anlamı açığa çıkarmaktansa, bu tuhaf el hareketi konuşmadan kopuktur ve anlamı bozar. Kafka için, jest, dilin gerçek sorununu temsil eder. Karakterlerin ayrışması ve jest kullanımı ile Kafka, kurgusal ve deneyimsel evren arasındaki geçişe direnir, böylece anlam aktarılamaz ve metin içinde saklı kalır.

Woolf ile Kafka’nın birbirleriyle çelişen yaklaşımları, birden fazla edebi modernizm olduğunu gösteriyor. Woolf, sıradan olanın ifade edilmeye değer olduğunun altını çizer, öte yandan Kafka, sıra dışını, okuyucudan çalınan bir dünyayı keşfeder. Woolf, yaşamı bilince yerleştirirken, Kafka karakterlerini böyle bir yaşamdan mahrum bırakır. Yine de, iki yazar da, edebiyat hakkında geleneksel fikirlere karşı çıkar ve kurgusal denemelerinde kendi yöntemleriyle başarılıdırlar.

Kafka Okur Dergi, 2. Sayı, 2014
Ozan Kırıcı

Woolf Hakkında 20 Şey

$
0
0

  • Woolf, ablası Vanessa Bell’in ressamlığına özenerek bir şövalede, yazılarına uzaklaşıp yakınlaşarak yazıyordu.
  • Bir yaz, kuşların Yunanca şakıdığına ve Kral 7. Edward’ın yakındaki çalılıktan küfürler yağdırdığına inanarak delirmişti.
  • Woolf daha 13 yaşındayken annesi Julia öldüğünde şunları söylemişti: “Olabilecek en büyük felaket.”
  • Evlendikten sonra, ev işi becerilerini geliştirebileceğini düşünerek bir aşçılık okuluna yazılan Woolf, en sonunda evlilik yüzüğünü pudingin içinde pişirmişti.
  • 27 yaşında, seksten korktuğunu itiraf etti.
  • Woolf, kendisiyle aynı roman tekniğini uygulayan James Joyce’dan pek haz etmezdi. Onun da içinde bulunduğu insanları, yer altı dünyasına ait ve yetenekten çok şöhrete değer veren bir grup insan olarak tanımlamıştı.
  • Habeşistan Prensi Woolf! Virginia Woolf, 1906’da ve 1910’da İstanbul’a uğramıştı. İkinci gelişinde, Bloomsbury’den dört yakın arkadaşı ve erkek kardeşi Thoby ile birlikte Birleşik Krallık Deniz Kuvvetleri’ni, Habeşistan Prensleri olduklarına inandırmışlardı.
  • Bir keresinde Sigmund Freud ile çay içmiş ve Freud ona nergis çiçeği hediye etmişti.
  • Küçük yaşlardayken kız kardeşi Vanessa’ya tırnaklarını duvara sürterek işkence yapardı.
  • Fotoğraf çekilmekten ve birinin ona dikkatle bakmasından hiç hoşlanmazdı.
  • Daha 7 yaşındayken, kadınlar okula gönderilmediği için annesi ona Latince, Fransızca ve tarih öğretiyordu.
  • Singer isminde dönemin lüks arabalarından birini çitlere çarptıktan sonra araba kullanmayı bırakmıştı.
  • Woolf, yazı yazarken mor mürekkep kullanırdı.
  • Çocukken, düzgün cümleler kurmaya başlaması uzun zaman almıştı.
  • İlk intihar girişimini 22 yaşında pencereden atlayarak gerçekleştirmişti; fakat atladığı yer yüksek olmadığı için ölmemişti.
  • Woolf, konuşmayı o kadar severdi ki bir keresinde aralıksız 48 saat konuştuğu olmuştu.
  • Woolf, anoreksiya ile mücadele ediyordu.
  • Bir kitabı yazmayı bitirince genellikle mutsuz olurdu.
  • Dalgalar’ı yazarken Beethoven’ın son dörtlüsünü dinliyordu.
  • İlk makaleleri The Guardian’da yayınlanmıştı.
Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Derleyen: Ozan Kırıcı
Çizim: Ceren Demiral

Virginia Woolf Kitapları

$
0
0

Mrs. Dalloway
Ölüm, bir direnmeydi. Ölüm, iletişim kurma çabasıydı. İnsanlar gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını anlıyorlar, yakınlık uzaklaşıyordu, tat yok oluyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde.
Kitabın kapağını diğer pek çok kitabı gibi kardeşi Vanessa Bell yapmış, baskısı ise eşi Leonard Woolf’un basım evinde Hogarth Press’te olmuştur. Woolf’un başlangıçta The Hours (Saatler) ismiyle çıkarmayı düşündüğü roman, Clarissa Dalloway’in Bond Sokağı’na tek başına gidip çiçekleri kendisinin almaya karar vermesiyle başlar ve kitabın diğer ana karakteri olan Septimus Warren Smith’le Mrs. Dalloway’in bilinç akışından devam eder ve Mrs. Dalloway’in vereceği parti ile sonlanır. Septimus Warren Smith, savaşta arkadaşını yitirdiği için akıl sağlını kaybetmiştir, Mrs. Dalloway ise bugün, gençliğinde olduğundan çok farklı olan ve ‘sessizliği örtmek için partiler veren’ orta yaşlı bir kadındır. Woolf, iki ana karakterin bilinçlerinde kendi deyimiyle bir ‘tünelleme’ işlemine girerek kişilerin benliğindeki ‘mağaralardan’ onların geçmişlerini ve şimdiki zamanlarını birbirine bağlar. İkisi birbirini tanımamalarına rağmen aralarında garip bir bağ vardır. Bu bağı, eleştirmen Maud Modkin, psikiyatrist Carl Gustav Jung’un kuramlarıyla edebiyatı irdelediği kitabında, Jung’un ana kavramlarından biri olan ‘ortak bilinçdışı’nı Woolf’ un ustaca kullandığını yazar. Mrs. Dalloway, hiç kuşku yok ki bilinç akışı tekniğinin en ustaca kullanıldığı romanlardan biri olarak, tarihin en iyi 10 romanı listesine sıkça giren bir başyapıttır.

Dalgalar

1931 yılında yayınlanan Dalgalar, Woolf’un kendi deyimiyle de kitaplarının en anlaşılmazı ve karmaşığıdır. Dalgalar için, Woolf’un ‘hem düzyazı hem şiir hem roman hem de tiyatro oyunu’ şeklinde kaleme aldığı bir üst yapıttır desek yanlış olmaz. Bir üst yapıttır; çünkü roman kalıplarını yıkar ve türler arasında bir yere oturur. Güncesinde: “Bir olay örgüsüne değil bir ritme uyarak yazdığını” kendisi de söyler. Bu kitabı Woolf, şövalesinde yazdıktan sonra ayakta sesli okuyarak düzeltmiştir. Kitapta 3’ü erkek 3’ü kadın 6 kişi vardır: Susan, Jinny, Rhoda ve Louis, Neville, Bernard. Woolf’a en yakın karakter Bernard olsa da diğerleri de Woolf’un deyimiyle “altı yaşamdan oluşan altı yapraklı bir çiçeğe benzerler.” ve onun kişiliğinin parçalarını ve iç sesini yansıtırlar. Tüm karakterler, Woolf’un 25 yaşında ölen erkek kardeşi Toby ile aynı yaşta iken bir savaşta ölen arkadaşları Percival’a hayrandır. Bu hayranlıkta, Woolf’un kardeşine olan özlemi yatar. Roman karakterleri, denizdeki dalgalara benzerler; hepsi birbirinden farklı ve bir o kadar da benzerdirler. Dalgalar, pek çok eleştirmen tarafından Woolf’un başyapıtı sayılır.
Sürekli geliyor yabancılar, bir daha hiç görmeyeceğimiz kişiler, teklifsizlikleriyle, ilgisizlikleriyle, bizsiz süregiden dünya anlayışlarıyla istemimiz dışında bizi süpürüp geçen kişiler.
Orlando
Aşk, dedi şair, kadının tüm var oluşudur.
“Bunu yazmanın çok eğlenceli olacağını sanıyorum. Bundan sonra yazmak istediğim çok ağırbaşlı, mistik ve şiirsel kitaba başlamadan önce, kafamı dinlendiririm.” der Orlando’ya başlamadan önce Woolf. Biyografi türüyle dalga geçerek kaleme aldığı Orlando, aynı zamanda da aşık olduğu kadın Vita Sackville-West’e bir güzellemedir. Kitap satışa çıktığı zaman Woolf hiç tahmin etmese de çok satan olmuştur. Kitap, Orlando’nun hayatından 350 yıllık kesimi anlatır. Kitap biterken, 350 yıl geçmiş olmasına rağmen Orlando hala 36 yaşındadır. Orlando, küçüklüğünden beri şiire, kitaplara ilgi duyar; Woolf, kitapta bu edebiyat merakının çocukluktan gelen bir hastalık olduğunu söyler. Ailesi gece mumları söndürdüğünde o, ateşböceklerini bir kavanoza koyarak okumaya devam eder. Elizabeth Çağı’nda Orlando, coşkulu ve maceraperest bir adamdır, romantizmin etkili olduğu dönemdeyse doğaya bitmez bir aşk hisseder ve Woolf’un kadınlar okula gönderilmediği için nefret ettiği Victoria Çağı’nda ise bir burjuva olur. Orlando, İngiliz Edebiyatı’nın dönemlerini temsil eden biridir. İçindeki şiir aşkı ise hiçbir zaman tükenmez. Orlando, romanın başında Sasha isminde bir Rus prensesine aşık olur. Romanın ortasında Orlando, yedi gün yedi gece uyuduktan sonra bir kadına dönüşmüş olarak uyanır; fakat bu onda bir rahatsızlığa neden olmaz, buna alışır ve hayatına devam eder. Bu değişimi, Woolf’un Vita Sackville-West’e olan aşkı sayesinde kendi içindeki kadınla barışmasıyla bağdaştırabiliriz. Romanda bizi bekleyen bir başka sürpriz ise Orlando’nun, 17. yy.’da İstanbul’a uğramasıdır. Woolf, İstanbul’a 1906 ve 1911’de iki kere uğramış olmasına rağmen çizdiği İstanbul, hayalindeki oryantal bakış açısındaki İstanbul’dur. Orlando, kadına dönüştükten sonra bir adama da aşık olur. Aşk, Orlando için beden ve sınır tanımaz. Bu Woolf’un mektuplarında yazdığı şu cümleyle de örtüşür: “Benim hoşlandığım ve ilginç bulduğum dünya, içinde aşk, ya da kalp, ya da tutku, ya da cinsellik bulunmayan, düşlere benzeyen, belli belirsiz bir dünyadır.” Aradan geçen yüzyıllardan sonra Orlando, eski sevgilisi Sasha ile karşılaşır. Demek ki o da Orlando kadar uzun yaşayabilmiştir. Fakat Sasha, Orlando’dan daha çok yaşlanmıştır. Orlando’nun zamanın değişimine ayak uyduruşu ve içindeki tutku onu Sasha’dan daha genç kılmıştır.

Deniz Feneri
İnsanlar zaten birbirinden bu denli farklı iken, yeni yeni ayrılıklar çıkarmak ne saçma şeydi.
Nasıl oluyordu peki, bütün bunlar? İnsan başkalarını nasıl yargılıyor, onlar hakkında nasıl fikir yürütüyordu? İnsan şunu buna ekleyip ondan çıkartarak hissettiği şeyin hoşlanmak mı, hoşlanmamak mı olduğu sonucuna nasıl varıyordu? Ve bu sözlerin arkasındaki anlam neydi ki sonuçta?
Deniz Feneri, Woolf’un 1927’de, Mrs. Dalloway’den sonra yayınladığı ilk romandır. Woolf, çocukluk anılarını; kardeşlerini, anne-babasını; özlemi, ölümü, özetle hayatı anlattığı bu romana roman yerine ‘elegy’ yani ağıt demeyi düşünmüştü. Kitap, küçük kardeş James’in, tıpkı Woolf’un kardeşinin yıllar önce istediği gibi ‘Deniz Feneri’ne gitmek istemesiyle başlar ve bir olaydan ziyade karakterlerin içsel konuşmalarıyla ilerler. James’in kardeşi Lily, tıpkı Woolf’un kardeşi Vanessa gibi bir ressamdır. Kitabın başında çocuklarla babaları arasında bir mesafe vardır ve çocuklar annelerine daha yakındırlar. Yazarın kendi çocukluğuna dair otobiyografik öğeler barındıran romanda Woolf’un özellikle annesi ete kemiğe bürünmüş şekilde okuyucunun karşısına çıkar, o kadar ki Woolf’un kardeşi Vanessa, “Annemin portresi düşünebileceğimden çok daha ona yakın. Ama böyle mezardan geri gelmesi acı verici.” demiştir. Eleştirmen Joan Bennet’a göre romanın en ilgi çekici özelliklerden biri kurgusal yapısıdır. İlk bölüm ‘Pencere’, bir deniz fenerinin karanlıkta iç ısıtan ilk ve uzun ışık hüzmesi gibi insanı bir aile ortamında güvende hissettirir ve Türkçe baskıda yaklaşık 135 sayfa sürer. ‘Pencere’den bakarken James’in isteğinin yerine getirilmesini, deniz fenerine gitmeleri için havanın güzel olmasını ümit ederiz. İkinci bölüm ‘Zaman Geçer’ yaklaşık 30 sayfa sürer ve karakterlerin bir çoğu ölür. Aradan zaman geçmiş ve James, çocukluk günlerinin isteği olan deniz feneri ziyaretini gerçekleştirememiştir. Bu bölüm, fener ışığının geçiş anındaki karanlıktır. Fener ışığının bir kerelik dönüşündeki ikinci ve ilkinden daha kısa olan huzme ise üçüncü bölümdür ve ilk bölümün yarısı kadar sürer. Deniz Feneri’ne ulaşırlar; fakat pek çok şey eksilmiş ve Woolf’un da ilerleyen yaşıyla daha fazla özlem duyacağı geçmiş güzel günler geride kalmıştır.

Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Ozan Kırıcı

Bir Hakan Günday Röportajı

$
0
0

İlk yazdığınız kitap “Kinyas ve Kayra” nın çıkış öyküsünü bizlerle paylaşabilir misiniz?
23 yaşındaydım ve bir üniversiteden diğerine sürüklenmekle meşguldüm. O sıralar kayıtlı olduğum üniversitede, dördüncü yılımı geçiriyordum ama hala ikinci sınıftaydım. Yine bir sabah okulun bulunduğu caddenin ortasındaki refüjde duruyor ve etrafıma bakıyordum. Sol kaldırımda üniversite, sağ kaldırımda da sıra sıra dizilmiş kıraathaneler ve kırtasiyeler vardı. Ben o sabah sola saptım. Önce bir defterle kalem aldım. Sonra da o kıraathanelerden birine girdim. Ve yazmaya başladım. İki buçuk ay boyunca o kahveye gidip geldim ve sonunda Kinyas ve Kayra bitti. Şimdi dönüp bakıyorum da, o romanda yazdıklarımı şöyle özetlemek mümkün: Anlamadığım ne varsa! Ve hala da öyle yapıyorum: Anlam veremediğim ne varsa, üstüne yazarak gitmeye çalışıyorum.  
Yazdıklarınız arasından en sevdiğiniz kitabınız hangisi?
Bugüne kadar yazmış olduğum kitapların hiçbirini huzurla okuyamadım çünkü sayfalarını her çevirişimde içlerinde bir sürü hata gördüm. Dolayısıyla “en sevdiğim kitabım” genelde son yazdığım kitap oluyor. Çünkü ondaki hataları görmeye henüz zamanım olmamış olmuyor. 
Kendi kitaplarınızın evrenlerinden birinde yaşamak isteseydiniz bu hangisi olurdu? Neden?
Herhalde hiçbiri. Çünkü eğer içinde yaşamak isteyeceğim o evreni bulabilmiş olsaydım sonraki kitapları yazmama gerek kalmazdı. 
Çoğu söyleşinizde başucu kitabınızın Louis-Ferdinand Celine’den Gecenin Sonuna Yolculuk olduğunu anlatıyorsunuz. Neden Gecenin Sonuna Yolculuk? Bu kitapta sizi ele geçiren ne gibi öğeler var?
Öncelikle, hangi sayfasından açarsanız açın okuyabildiğiniz bir kitaptır. Daima okuruna söyleyecek bir sözü vardır. Ayrıca, okudukça yazma isteği veren bir kitaptır. Her cümlesinde ilham verir, ki bu çok az kitabın sahip olduğu bir özellik. Son olarak da yazmanın bir “ölüm kalım meselesi” olarak ele alınıp uygulandığı nadir örneklerden biridir. 
En çok hangi yazarları okursunuz? İzini takip ettiğiniz yazarlar var mı?
Birbirine hiç benzemeyen yazarları okumaya çalışıyorum. Eğer etkilenmeye açık olursanız, hepsinden de bir şeyler öğrenirsiniz. Dolayısıyla Jack London da okuyorum, Şule Gürbüz de… Robert Müsil de okuyorum, Murat Uyurkulak da…
Bir kitabı yazmaya başladığınızda, yazılarınız ne gibi evrelerden geçiyor? İlk sözcüğünüzden son sözcüğünüze kadar neler değişiyor bu evrede?
Yazmayı, düşünmenin bir yolu olarak benimsediğiniz takdirde, anlattığınız hikaye bir araca dönüşüyor. Ve o araç sayesinde,  başlangıçta sorgulamak istediğiniz kavramı olabildiğince derinlemesine inceleyebiliyorsunuz. Sonuç olarak, ilk sözcükten son sözcüğe vardığımda, o kavram hakkında, kendim hakkında, dolayısıyla insan olmak hakkında daha çok düşünmüş ve öğrenmiş oluyorum. Daha çok… Ama asla yeterli değil!
Kafka, Sartre, Camus gibi varoluşçu yazarları okur musunuz? Bu yazarlar ve eseleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Favori kitaplarınız var mı?
Eğer içinizde, kendinizle, insanlıkla ve hayatla ilgili en küçük bir şüphe varsa, sözünü ettiğiniz yazarlara zaten doğal olarak eliniz gider ve okumaya başlarsınız. Ancak yanlış anlaşılmasın,  bu isimler içinizdeki şüpheyi yok etmez. Bilakis, şüphe etmekte ne kadar haklı olduğunuzu anlamınızı sağlar. Ve şüphe, belki de düşünce dünyasında ilerlemenin temel şartlarından biridir. Çünkü şüphenin olmadığı yerde her şey buz tutar ve olduğu gibi kalır. Sartre’ın Tükeniş’i, Camus’nün Yaz’ı ve Kafka’nın Dava’sı benim için daima ayrı bir yerdedir. 
Kafka deyince aklınıza ilk gelen şey?
Escher’in Çıkış ve İniş’i.
Yazarken kendinizi dış dünyaya kapattığınız oluyor mu? Veya nasıl bir ruh halinde oluyorsunuz?
Nasıl bir ruh haline sahip olduğumu tarif etmem pek mümkün değil ama bildiğim bir şey varsa, o da, yazarken, başka hiçbir şey düşünemediğim. Bu da şu anlama geliyor: 9 ay boyunca tavana bakıp, üç ay boyunca aralıksız biçimde yazmak. Ve tabii ki o üç ay süresince, “dış dünya” hakkında yazarken, dış dünyanın asla orada olmaması gerekiyor. 
Yazarlığa adım atan ve atmak isteyenlere ne gibi bir öneriniz olur?
Son derece kişisel bir uğraş olduğu için bu konuyla ilgili verebileceğim tek tavsiye: Hiçbir tavsiyeye uymamaları ve sadece yazmaları. Yazmayı, kalp atışı gibi doğal bir eylem olarak kabul etsinler, yeter.
Yazmayı bırakacağınız bir an sizce hiç gelir mi?
O an zaten sürekli içinde yaşadığım bir an. Yazmaya başladığım ilk günden beri bu böyle. Ve bir daha yazıp yazmayacağımı bilemediğim için de her kitabı son kitabımmış gibi yazıyorum.
Eğer yazarlık yapmasaydınız ne yapıyor olurdunuz?
Hiç bilmiyorum. Çünkü benim bu hayatta hiçbir konuda bir B planım olmadı. Kim bilir ne yapıyor olurdum? Her şey olabilirdi. İnsan istediği işi yapmıyorsa, diğer bütün işler ona aynı gelir sonuçta…
Kitaplarınızda yazdığınız aforizmalar ön plana çıkıyor. Aforizma yazarken izlediğiniz bir yol var mı?
Her aforizmanın önüne, en az 100 sayfa yazmak! 
Şu anda üzerinizde çalıştığınız bir kitap var mı? Varsa yakın zamanda raflarda görebilecek miyiz?
Şimdilik hala tavana bakıyorum. Geriye kalan zamanda da bir tiyatro metni üzerinde çalışıyorum. 
Kafka Okur ekibi adına dergimizde yer aldığınız için size çok teşekkür ederiz...

Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Kardelen Ağım

Panait Istrati

$
0
0

Her çocuk bir devrimcidir. Yaratılışın yasaları onunla tazelenir ve olgun insanların onlara karşı yükselttiği ahlak, önyargılar, hesaplar, pis çıkarlar gibi engelleri ayaklar altına alır. Çocuk, dünyanın başlangıcı ve sonudur; hayatı yalnız o anlar, çünkü hayata ayak uydurur, devrimler ancak çocukluğun saflığıyla yapıldığı zaman daha iyi günlerin geleceğine inanacağım. Çocukluktan çıktımı insan canavar kesilir: ikiyüzlülükle başka bir kalıba girerek hayatı inkar eder.

İnsanlık binlerce yıldır yaratılışın kendisine anlattıklarından bir ibret dersi almasını bilmiş midir?

Bugün, tıpkı Ortaçağ'da olduğu gibi, hiçbir sosyal topluluk hayatı anlamıyor, hiçbir yasa onu korumuyor; ahmaklık ve keyfilik her zamandan fazla hükmünü yürütüyor.

Çocuk cahil ve delicesine bencil insan canavarlarının ellerine verilir, onlar bu heyecanla dolu, yaşamaya susamış çelimsiz yaratığın kolunu kanadını kırarlar. Çocuğun gün ışığına, ağaçların hışırtısına, dalgaların şırıltısına, meltemin okşayışına, kuşların cıvıltısına, sokakta koşuşan köpeklerle kedilerin özgürlüğüne, mis kokulu kırlara, kendisini yakan kara, şaşırtan güneşe, merakını uyandıran ufuklara, altında ezildiği sonsuzluğa muhtaç bir hayat tomurcuğu olduğunu o ahmak suratlı herif nereden bilsin? Çocukluğun hayat mevsimlerinin en körpesi olduğunu, mutluluk içinde bile varlığı fani olan o insan yapısının temellerinin ancak bu mevsimde atıldığını nereden akıl etsin? Oysa bütün yapının uçuruma yuvarlanması istenmiyorsa, bu temeller iyilik, yalnız iyilik harcıyla yoğrulmalıdır.

İnsanların çoğunluğu çocukluğunu dayak yiyerek, yoksunluklara katlanarak, kanunların yükselttiği o ömür törpüsü kalelerde geçirirken, hayat temellerinin böyle atılmasını nasıl isteyebilirsiniz? Yeryüzünün haydutlar, katiller, dolandırıcılar, pezevenkler, tembeller ve düzen düşmanlarıyla dolu olmasında şaşacak ne var, siz doğa yasalarına uymadıktan sonra?

Sizler, kanunlar yapmışsınız, akademiler kurmuş, ahlak kürsüleri tesis etmişsiniz, kulakları patlatırcasına çanlarını çalarak merhameti öğretmeye çalışan kiliseleriniz var, meclisleriniz var, ama bir çocuğun göğsü içinde neler kaynaştığını bilemezsiniz, güzel olabilecekken sakat bıraktığınız bu hayat hakkında da bir bilginiz yoktur.

Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Panait Istrati, Hayat Yollarında
Çizim: Songül Çolak

Kral Kofetua ve Dilenci Kız

$
0
0

Edward Burne-Jones, 1833–1898 yılları arasında yaşamış olan, Rafael-öncesi sanat akımına dâhil çalışmalarıyla bilinen İngiliz ressamdır. Kendisi vitray geleneğinin yeniden canlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır. İlk çalışmalarında Dante’den ilham alan Burne-Jones, 1860’larda kendi tarzını oluşturmaya başlamış ve estetizm akımında kilit ressamlardan birisi olmuştur. Böylece sanatın sadece sanat için yapılacağını savunmuş ve çalışmalarını politik ve sosyal meselelerden arındırmıştır. Edward Burne-Jones aynı zamanda Virgian Woolf’u ve aile fertlerini de model olarak kullanmıştır; hatta The Annunciation (Meryem Ana Yortusu) tablosunda Woolf’un Meryem Ana için modellik yapan annesi Julia Prinsep Duckworth Stephen’ı görebilirsiniz (Resim 1).

Kral Kofetua ve Dilenci Kız tablosu Edward Burne-Jones’un en bilindik tablolarından birisidir (Resim 2). İşlediği konu ise, halk arasında bilinen ve birçok edebi esere de ilham kaynağı olmuş olan Kral Kofetua’nın Penelofon’a aşkıdır. Masala göre Afrikalı Kral Kofetua, pencereden bakarken gördüğü dilenci kıza âşık olur. O zamana kadar Kral Kofetua hiçbir kadınla birlikte görülmemiş ve kadınlara karşı cinsel soğukluğu halk arasında dedikodu konusu olmuştur. İlk görüşte Penelofon’a âşık olan Kofetua, onu tekrar bulabilmek için ne yapacağını bilemez ve hatta eğer bulamazsa, intihar etmeyi bile göze alır. Bunun üzerine sokağa çıkarak etrafa para saçar ve paraların etrafına toplanan dilencilerle birlikte Penelofon da gelince, Kofetua, hayatının aşkını bulur. Kral, Penelofon’a evlenme teklif eder; daha sonra evlenen ve halk tarafından çok sevilen çift, sakin bir hayat yaşar. Penelofon artık bir kraliçe olmuştur ve sokaklardaki hayatından kurtulmuştur, Kral Kofetua ise önceleri aradığını dahi bilmediği aşkını bulmuştur. Edward Burne-Jones bu masalı, Alfred Tennyson’ın 1833’de yazmış olduğu ve 1842’de yayınlanmış olan Dilenci Kız (orj. The Beggar Maid) şiirinden öğrenmiştir. Şiir, Kral Kofetua’nın etrafa para saçması üzerine gelen Penelofon’la karşılaşma anını şöyle anlatır:

Uzanıyordu, kolları göğsünde;
Anlatacak kelime yoktu güzelliğini:
Çıplak ayaklarıyla gelmişti dilenci kız
Kral Kofetua’nın karşısına.
Kaftanı ve tacıyla yöneldi Kral,
Kızı karşılamak için kalabalığa yürürken,
“Şaşılacak şey değil,” dedi etrafındaki lordlar,
“Güneşten daha güzel çehresi var.”

Gökyüzünde parlayan ay gibi görmüşlerdi,
Perişan elbiselerinin içindeki kızı;
Birisi ayak bileklerini övdü, bir diğeri gözlerini,
Birisi kara saçlarını ve cazibeli edâlarını.
Tatlıydı çehresi, melek zarafetiyle,
Böylesi görülmemişti hiç o ülkede daha önce.
Kofetua bir kraliyet yemini savurdu:
“Bu dilenci kız benim kraliçem olacak!” diye.

Tablo, ressamın diğer çalışmalarına benzer şekilde aşırı dikey bir tuval üzerine yapılmıştır. Genç dilenci kız, tablonun orta kısmında resmedilmiş, hemen aşağısında Kral Kofetua elinde tacıyla oturmaktadır. Dilenci kızın Kofetua’ya kıyasla yüksekliği, onun sınıfsal olarak yükseldiğini sembolize etmektedir. Tablonun geneline karanlık tonlamalar hâkimdir; fakat kız gayet solgun ve şiirde de tasvir edildiği gibi, üzerine adeta ay ışığı düşmüş şekilde resmedilmiştir. Bu yönüyle Burne-Jones’un diğer resimlerindeki kadın figürlerine benzemekte ve dikkatimizi dilenci kız üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Birçok eleştirmen Penelofon’un Burne-Jones’un karısı Georgina’ya (Georgie MacDonald) benzerliğine dikkat çekmiştir. Çift 1860’da evlenmiş fakat evlilikleri, Burne-Jones’un modeli Maria Zambaco ile ilişkisinin basında yankılanması üzerine çalkantılı bir döneme girmiştir. Bu olayı takiben Zambaco intihar etmiş, Georgina ise William Morris adında birisiyle yakınlaşmış, fakat Morris’in teklifini geri çevirmiştir. Adeta eleştirmenleri destekler nitelikte, Kral Kofetua’nın etrafında ve Penelofon’un yanında bulunan anemon çiçekleri, reddedilmiş bir aşkı temsil etmektedir. Fakat bu durumun Kofetua ve Penelofon ile bir alakası olmayıp, ressamın biyografisiyle ilgilidir. Ayrıca bir sosyalist olan Morris’in Burne-Jones’un karısıyla olan bu ilişkisi ve hikâyenin de temelini oluşturan parasal ve sınıfsal temalar kuşku uyandıracak şekilde birbiriyle alakalı görünmektedir.

Sonuç olarak, biz de Burne-Jones’un izini takip ettiği estetik akıma sırtımızı verir, tüm bu biyografik referanslardan aklımızı arındırırsak ve ressamın tuvaline yansıyan hayal gücünden gözlerimizi çevirmezsek, bu görsel ziyafetin tadına varabiliriz. Her ne kadar bir yanımızla gerçek hayatın -bırakın sosyal eşitsizlikler nedeniyle aşkların bitmesini ya da başlayamamasının- önünde hiçbir engel olmayan aşkları bile har vurup harman savurduğunu bilsek de, bir yanımızla her zaman, her şeye rağmen var olan aşkların da olduğuna inanmak isteriz. Bu tablo adeta bu inancın, Afrika’dan Avrupa’ya herkes tarafından paylaşıldığını destekler niteliktedir.

Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Efkan Oğuz

Gecelerim, çarpan kocaman bir yürek gibi!

$
0
0

Gecelerim aysız. Gecelerim pencereden süzülen gri ışığa gözünü kırpmadan bakıyor. Gecelerim ağlıyor, yastığım nemli ve soğuk. Gecelerim uzun, upuzun ve sürekli belirsiz bir sona doğru uzanıyor. Seni arıyorum, yanımdaki dev bedenini, soluğunu, kokunu arıyorum. Gecelerim, “Boşluk” yanıtını veriyor; gecelerim beni üşütüyor ve yalnızlıkla dolu. Bir temas noktası arıyorum: Tenini arıyorum. Neredesin? Neredesin? Dönüp duruyorum, yanağım nemli yastığa, ıslak saçlarım şakaklarıma yapışıyor. Burada olmaman mümkün değil. Kafam serseri serseri dolaşıyor, düşüncelerim gidip geliyor ve parçalanıyor, bedenim artık anlamak istemiyor. Bedenim seni istiyor. Bedenim, şu sakat külçe, senin sıcaklığında bir an için kendini unutmak istiyor, bir kaç saatlik dinginliğe çağırıyor. Gecelerim paçavraya dönmüş bir yürek. Gecelerim sana bakmak, ellerimle bedeninin her kıvrımını izlemek, yüzünü bulup okşamak istediğimi biliyor. Gecelerim, senin yokluğundan dolayı soluğumu kesiyor. Gecelerim seni çağırmak istiyor ama sesleri çıkmıyor. Yine de seni çağırmak, sana kavuşmak, bir an için sana sarılmak ve katleden zamanı unutmak istiyor gecelerim. Bedenim anlayamıyor. Tıpkı benim gibi bedenimin de sana ihtiyacı var, belki de onunla ben biriz. Bedenimin sana ihtiyacı var, çoğu zaman beni sen tedavi etmişsindir. Gecelerim, teni hissetmeyene kadar kazınıyor, sonunda duygu maddesel tözden arınarak daha güçlü, daha keskin bir hale geliyor. Gecelerim beni aşkla tutuşturuyor.

Gecelerim beni tüketiyor. Senin eksikliğini çektiğimi biliyorum ve gecenin tüm karanlığı bu gerçeği saklamaya yetmiyor. Bu gerçek, karanlıkta bir bıçak gibi parlıyor. Gecelerim sana uçabilmek, uykudan seni sarıp, sarmalayıp bana getirebilmek için kanatları olsun istiyor. Uykunda, yanıbaşında olduğumu hissedeceksin ve kolların sen uyanmadan beni saracak. Gecelerim öğüt vermiyor. Gecelerim uyanık görülen bir düş gibi seni düşünüyor. Gecelerim üzülüyor ve yolunu yitiriyor. Gecelerim yalnızlığımı, tüm yalnızlıklarımı artırıyor. Sessizliği, ancak benim içimdeki sesleri duyuyor. Gecelerim uzun, uzun, upuzun. Gecelerim günün hiç doğmamasından korkuyor; aynı zamanda günün doğmasından da ürküyor gecelerim, çünkü gün, her saatin iki saatmiş gibi uzun olduğu ve sen olmadığın için tam anlamıyla yaşanamayan yapay bir gün. Gecelerim, gündüzlerimin de gecelerime benzeyip benzemediğini düşünüyor. Böylece günden neden korktuğumu anlayabilecek gecelerim. Gecelerim beni giydirmek ve gidip erkeğimi getirmem için beni dışarı itmek istiyor. Ama gecelerim her türlü deliliğin yasak olduğunu ve düzensizlik yarattığını biliyor. Gecelerim nelerin yasak olmadığını düşünüyor. Onlarla bütünleşmenin yasak olmadığını biliyor, ama bir bedenin umutsuzlukla birlikte kendisiyle bütünleşmesinden sıkılıyor. Çünkü beden hiçle bütünleşmek için yaratılmamıştır. Gecelerim seni tüm derinlikleriyle seviyor ve benim derinliğimin yankısını taşıyor. Gecelerim düşsel yankılarla besleniyor. Geceler bunu yapabiliyor. Bense başaramıyorum. Gecelerim beni gözlüyor. Bakışları düzgün ve her şeyin içine doğru akıyor. Gecelerim, sevgiyle senin de içine akabilmek için burada olmanı istiyor. Gecelerim seni umut ediyor. Bedenim seni bekliyor. Gecelerim, senin omzunda dinlenmemi, senin de benim omzumda dinlenmeni istiyor. Gecelerim, senin ve benim hazza eriştiğimizi görebilmek için röntgencilik yapmak istiyor, seni ve beni zevkten titrerken görmek istiyor. Gecelerim gözlerimizi görmek ve zevkle dolu gözlerimize sahip olmak istiyor. Gecelerim her sarsıntıyı elleri arasında tutmak istiyor. Gecelerim çok yumuşak davranacaktır. Gecelerim sessizce senin yokluğundan inliyor. Gecelerim uzun, uzun, upuzun. Aklını yitiriyor ama senin görüntünü benden uzaklaştıramıyor, arzumu yok edemiyor. Senin burada olmamandan dolayı ölüyor ve beni öldürüyor gecelerim. Gecelerim sürekli seni arıyor. Bedenim birkaç sokağın ya da adi bir coğrafyanın bizi ayırdığını anlayamıyor. Bedenim, gecenin ortasında senin gölgeni görememekten dolayı acıdan çıldırıyor. Bedenim uykunda sana sarılmak istiyor. Bedenim gece uyumak ve karanlıkta senin öpüşünle uyanmak istiyor. Gecelerim, bugün bundan daha güzel ve daha zalim bir düş tanımıyor. Gecelerim haykırıyor ve yelkenlerini yırtıyor, gecelerim kendi öz sessizliğine çarpıyor ama senin bedenine ulaşamıyor. Eksikliğini öylesine hissediyorum ki! Hele sözcüklerinin, hele renginin eksikliğini.

Birazdan gün doğacak.

Frida Kahlo

Uzaktaki Diego’ya mektup, Mexico City, 12 Eylül 1939; yollanmamıştır.
Frida Kahlo ile Diego Rivera’nın ayrı oldukları bir dönemde yazılan mektuptan.


Kafka Okur Dergi, 2. Sayı, 2014
Çizim: Hilal Kosovalı

Süveyda

$
0
0

Kalbin merkezi yürektir, yüreğin alt yüzeyinin ortasında bulunduğu söylenen siyah bir noktadır; "Süveyda". Ünlü bir Türk düşünürü ve şairi olan İbrahim Hakkı, değerli eseri Marifetname'de bu noktadan çok kısa bahseder ancak o kısacık satırlar, Süveyda'nın kuvveti ve kıymeti hakkında ihtiyacımız olan tüm bilgiyi elimize verir.

Benim Marifetname ile tanışmam bir dost evinde gerçekleşmişti; dostuma kütüphanesini düzenlemesi için yardım ederken rastladığım bu kıymetli eseri, uzun süre elimden bırakamamıştım. Süveyda'yı da ilk kez burada okudum. Marifetname diyordu ki; "kalbin alt yüzeyinin ortasında göz bebeği benzeri siyah bir yer vardır ve adı Süveyda'dır ki çok latif bir noktadır. Ruhun kaynağıdır ve tüm yüce ilhamlar buraya iner. Hayvani ve insani nefs de bu noktada bulunur." Bu satırları okuduktan sonra, kavram olarak ilk kez duymama rağmen Süveyda'yı hep yüreğimde taşıyor olduğumu fark ettim.
"İnsanın en büyük ve en güçlü yönü kalbi, en küçük yönü kalıbıdır ki kalbin kabuğudur." Marifetname
Süveyda'yı kelime olarak incelediğimde ise karşıma üç manası çıktı:

İlk'i sufi'ye dair olan tasavvuftaki öz idi; burada Süveyda kalbin makamı. İkincisi insana dair olan idi; burada Süveyda insan yüreğinin sırlarla dolu tuttuğu penceresi. Bir diğer manası sevdaya dair idi; aşkın tecelli ettiği yer olan Süveyda kalbin tam merkezinde bulunuyordu, yoğun bir kan damlasından ibaret olup; aşkla büyüyor, kalbi kaplıyor ve yavaş yavaş çözülüp kana karışarak tüm benliği sarıyordu. Aşk'ta bir azalma olduğunda da küçülüyor ve hatta zamanla yok oluyordu. Bu halleri ruhumuzun derinliklerinde hangi birimiz deneyimlemedik ki? Yüreğimiz kah coşup, kah sönmedi mi; aşk ile?

Bu siyah nokta ki; bütün organlara hayat, hareket, idrak ve gıda veriyor ve onları besliyor...

Aşk ki; insana canlılık veriyor, besliyor, yüceltiyor ve büyütüp olgunlaştırıyor...

Kalbin merkezinde ne mühim bir noktadır Süveyda...

İnsan ruhu için ne muhteşem bir gıdadır aşk...

Süveyda'ya hürmetle, aşk ile...

Kafka Okur Dergi, Sayı 2, 2014
Esra Pulak

Turgut Uyar

$
0
0

Söz konusu Turgut Uyar olunca; konu olan söz olduğu için söylenecekler yetersiz kalıyor; çünkü Uyar, sözü her anlamıyla kullanırken kendini ve sanatını soyutlamayan ve okurla aynı evrende yaşayabilen usta bir şair. Daha ilk şiiri Arz-ı Hal ile -bu şiir, onu Turgut Uyar yapan şiirlerden biri olarak pek sayılmasa da- Nurullah Ataç gibi bir ‘dil sapığı’na ‘Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı’ dedirtecek kadar sağlam bir dile sahiptir. Peki, Turgut Uyar’ı, Turgut Uyar yapan nedir? Şehre sinen kokuyu, sesi, insanı ve insana sinen şehri; olduğu gibi yaşamı, daha fazlasını değil bu kadarını, sadeliğin en geniş kapsamlı ifade biçimi olduğunu bilerek yazması diyebiliriz.

Nedir Turgut Uyar’a göre şiir? Şiir, kendi tabiriyle, insanda değişmeyeni aramaktır: “Şiirde ölmezi aramak boşunadır. Bir kez günü geldiğinde ölmeyen şiir, çağında da zaten pek yaşamamıştır. Bununla beraber değişen çağlar, değişen şiirler ortasında, insanda değişmeyeni aramak akla gelebilir.”

Onun şiiri, zaman içinde yapısal ve içeriksel olarak değişse de dokunduğu konular ‘insanda değişmeyen’ düzleminde kaldığı için her dönemde sevilerek okunmayı sürdürmüştür. Uyar, kimi zaman şehir insanının yalnızlığından dem vurur, kimi zaman esriksel bir coşkunlukla kalemini özgürce savurur ve Eski Kırık Bardaklar’ın kenarından, Geyikli Gece’nin içinden, Göğe Bakma Durağı’ndan, zamanın işleyen Büyük Saat’inin altından seslenir bize.

İlk şiir kitapları Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem’den (1952) sonra Uyar, öncelikle Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) ile kendi sesini bulmaya başlar. Şiirleri ‘toplumcu’ tüm tortulardan sıyrılır ve tüm çıplaklığı ile yaşamı önümüze sunan yapıtlara dönüşür. Kitabın ilk şiiri Geyikli Gece’de Uyar, 1950’lerin sonuna doğru geldiği Ankara’da kır hayatının ardından yabancıladığı şehir hayatından ‘naylon’ olarak bahseder. Boğazımıza kadar battığımız betonların içinden artık çok uzaktaki doğaya bir bakış fırlatır ve gözlerimizde kalan son masumiyet pırıltısının bu geyikli geceden geldiğini ifade eder. Şehrin dişlileri arasında sıkışıp kalmışlar için yitenler adına bir anmadır bu:
Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben
Herkesin tek tipleştirildiği, sindirildiği bu hayatta sığındığımız odalardaki ‘umutlu sevişmeler’imiz, ‘gümüş semaverler’den çıkan buhar, ‘kesme avizeler’in sallantısı bize umut veren ve karşısında biz; bu umuda karşı yapabileceği hiçbir şey olmadan duran ve tek avuntuyu şiirin sonundaki gibi ‘Bir bardak şarabı kendim için içiyorum’ diyerek bulanlar. Yalnızlık ise son dizeden sızıyor odamıza: “Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.”

Dünya’nın En Güzel Arabistanı’ndan sonra gelen Tütünler Islak’ta (1962) Terziler Geldiler şiiri ile sanayileşme karşısında yenik düşen el emeğinin durumunu yansıtır. Bu şiirde Geyikli Gece’ye benzer bir mistik tada sahiptir. Terziler ve tüm şehir, bir cenaze hazırlığı içindedirler. Soğuk, metalik olana karşı kaybettikleri her şeyi temsil eden at için onbin yıllık çelenk bırakırlar. Bu, insanlık tarihinin geldiği noktayı işaret eder bize. Çaresizliği ve hüznü, terzilerin üzerine giydirerek, Türk şiirinde pek az insanın yapabildiği bir yalınlıkla ifade eder:
Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.
Uyar, Geyikli Gece ve Terziler Geldiler örneklerinden de görülebileceği üzere, evrenini herbir kitap ile daha da genişletir. Şehirleşme ve sanayileşme sonucu evine, odasına hapsolup aynılaşan ve bireyselleşemeyen insanın içini dışına, lades kemiğini kırar gibi çıkarır. Uyar, toplumsal bağlamda pek çok görünmez iğneyi terziler gibi havaya kaldırır ve terzilerin iğnesini kendine çuvaldızını bize batırır.

Bu iki kitaptan sonra Divan (1970) ile farklı bir biçemi dener şair. Divan şiirinin biçimsel yapısıyla günümüz insanının manzumesini yazar. Geleneksel olana dönmek gibi bir çabası yoktur. Geleneksel olanla, kendi zamanının algısını birleştirerek özgün bir tat sunar bize. Divan, geleneksel şiir ile dönem şiiri arasında başarılı bir köprü olarak şairin külliyatında yer alsa da bundan sonraki şiirlerinin gidişatını etkilememişti.

Şiir üzerine ahkâm kesmektense Turgut Uyar’ın kendi sözleriyle bu yazıyı sonlandırmak daha mantıklı olur: “Şiir yazmaya yeltenmek, geleneksel ve umarsız bir aptallıktır. Şiir hiç olmamıştır: Gök gürültüsünden ve yalnız adalardan başka. Üstelik gereği de yoktur, olmayacak mutluluklar ve olağan umutsuzluklardan başka, hayvansal saflığı aramaktan başka.”

üç kere üç dokuz eder
bilirsin
birin karesi birdir
kare kökü de
bilirsin
"mutlu aşk yoktur"
bilirsin

ama baharda ya da dışarda
sonsuz göğün altında
aşkın aşkla çarpımı
nedendir bilinmez
garip bir biçimde
hep sonsuzdur

kare kökü de yoktur

sibernetik // turgut uyar

Divan kitabındaki şiirlerde denediği farklı biçimler onu Dünyanın En Güzel Arabistanı ve Tütünler Islak‘ın çılgın hüzünlü, bireyi şehire, şehiri bireye indirgeyen, biçim açısından tek düzelik göstermeyen üslubundan uzaklaştırmaz. Özellikle Toplandılar (1974) ve Kayayı Delen İncir (1982) Turgut Uyar’ın kendisini ve şairliğini en iyi şekillerde kanıtladığı şiirlerini barındıran kitaplardır. Farklı biçimleri denemesi onu bir çıkmazda gibi gösterebilir ; ancak zaten kendisine göre, şiirin çıkmazı, insanın ve toplumun çıkmazına bağlıdır. Çıkmaz iyidir,şiir kuşku vermelidir.

Onun şiirinde ‘serçenin kış günü yemi’, ‘ay ışığı penceresi’, ‘güzel insan sesi’, yorgan iğnesi’, ‘karanfil sapı’ gibi unutulmuş küçük ve güzel ayrıntılar yer bulur. Turgut Uyar’ın içinde hep bir ‘gitme’ isteği vardır. İçindeki gitme isteğini bir türlü yenememiş, bedeni buralarda kalsa da içten içe hep başka diyarlara gitmiştir. ‘hadi kalk tirenler kalkıyor / İzmirlere falan gidelim ‘, ‘kalayım kalayım diyorum olmuyor, ben gidiyorum’ örneklerinde gördüğümüz gibi.

Turgut Uyar’ın şiirlerinden kalbimize en çok tesir eden hisler bel ki de umutsuzluk ve yalnızlıktır. Edip Cansever’in Umutsuzlar Par kı’nın daimi bir üyesidir aslında Turgut Uyar. Umutsuzluğu iliklerine kadar hisseden şair ‘bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu’ illetine yakalanmıştır. Ondaki umut, eğreti bir umuttur. Zaman zaman bir sargın umut bulup onu kuşansa da genel olarak umutsuzluk ve çaresizlik yakasını bırakmaz. Belki de kalbimizin hızla gelişecek olması umutsuzluğu yenmemizi sağlayacaktır. ‘Acıya hep yer vardır’ onun hayatında ve ‘acının coğrafyasını’ karış karış bilir. Duygu dünyası öyle yüklüdür ki şairin gördüğü tüm ayrıntılar zihninde çağrışımlar yapar. En belirgin biçimde Geyikli Gece’de gördüğümüz şehirden doğaya kaçma isteğinin devamına diğer şiirlerinde de rastlarız. ‘şehir bir ihanet gibi karşımda/ ah tarlalar,tarlalar,tarlalar..’ dizelerinde şehir ihanetten daha kötü neye benzetilebilirdi ki?

Doğaya ve günlük hayata dair unsurları sever Turgut Uyar, bir serçenin, bir leyleğin hüznünü hisseder. Geçen mevsimler, aylar onda tarifsiz hatıralar bırakır. Gelecek olan yazı yadsır kimi zaman, tedirginlik duyar ondan; kimi zaman da bu sene iyi bir kış geçirdiğimize inandırmak ister bizi ancak kendisi de farkındadır bu kışın iyi geçmediğinin. Ay, gün isimleri çokça geçer şiirlerinde: ‘oh dünya biliyor musun , ağustos çok yakışıyor sana ‘,’en sevdiğim temmuzdu aylardan, hazirana benzediği için belki biraz .. ‘1968’de şiirlerini topladığı kitap ‘Her Pazartesi’ adını taşır. Zamana dair unsurlara çokça yer vermesi ömrünün bir tutanağını yaptığını hissettirir bize. Zaten ‘Büyük Saat’ ismiyle şiirlerini toplaması bu düşüncemize kanıt sağlayacak niteliktedir.

Tomris Uyar’ a ithaf ettiği ‘Kayayı Delen İncir’ (1982) ise aklımızda sürekli gezinen Turgut Uyar dizelerinin bir araya toplanmış hâlidir adeta. Bir nevi II.Yeni şairlerinin hayalindeki kadını -Tomris Uyar’ı- hayatına katarak bir zafer kazanmıştır Turgut Uyar. ‘biliyor musun aşk şiiri yazmaktan bıktım ‘ dese de hayatının ve şiirinin merkezindedir aşk. Umutsuzluklarını dağıtan temel gücün aşk olduğunu anlamak çok da zor değil . Yalnız oldukça hep sevgisini düşünür Turgut Uyar, çaresiz kaldıkça... Her eylül sonunda hatırladığımız, dillerimizde gezinen ‘eylül çekip gitti işte, ekim falan da gider bu gidişle‘ dizelerini içerisinde barındıran ‘Acıyor’ şiiri eylül ayının Uyar’da uyandırdığı hüznü okuyanlarda marşlaştırıyor.

Turgut Uyar çoğu zaman acıdan, ümitsizlikten bahsetse de inanır yine de güzel günlerin geleceğine . Kara gün kararıp gitmez çünkü. Umuda olan inancını ise şu dizelerde görüyoruz : ‘çünkü biraz sonra umut başlar, hergünkü başlar’. Yalnızlığın otuzbeşbin kemanla çalınan senfonisi inkar edilemez bir gerçektir ama yine de her gelen gün üşenmeden yeniler onu. Bezginliğin ne menem bir şey olduğunun farkındadır . Kendisini ise şöyle tanımlar: ‘korkusuz belki ama umutsuz değil ve uykusuz’.

Zor olsa da onu zihnimizde tam olarak yerine oturtmak için şunları söyleyebiliriz: Turgut Uyar’da umutla umutsuzluk, içindeki yalnızlık ve zihnindeki kalabalık hep bir aradadır. Bu zıtlıkların kafasında oluşturduğu gürültü şairi besler. II.Yeni’nin diğer şairleri ya doğrudan II.Yeni üslubuyla eser verirler -Cemal Süreya- gibi; ya da II.Yeni’den önce farklı üsluplarla yazdıkları şiirleri yok sayıp, şiire II.Yeni’den başlamak isterler. -Edip Cansever gibi.- Turgut Uyar ise Garip tesirinde sayabileceğimiz Arz-ı Hal ve Türki- yem’den sonra Dünyanın En Güzel Arabistanı ile II.Yeninin iskelet ve zihin yapısına bürünmüştür. Toplumu ve yeniliği asla görmezden gelmez çünkü şiir bir yaşama çabasıdır onun için. Şiiri hayattan ayrı düşünmez, hayatında olmayan birşeyi şiirine de almaz. İlk dönemde Orhan Veli etkisinin ve askerlik mesleğindeki gözlemlerinin sonucunda ele aldığı konular hayatında olduğu için şiirinde de var olmuştur. Yaşamını şiire göre değil de , şiiri yaşamına göre biçimlendirmiştir. Bu biçimlendirme sürecinden sonra Korkulu Ustalık’ına ulaşır. Onun teklemeden işleyen ‘Büyük Saat’i hayattır bir bakımadır ki içinde hayattaki herşeyden bir tutam bulunur.
“Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silahsız bir askerim de ondan. Törenler askeriyim ben. Cumartesi ve Pazar askeri. Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez Varlık’ın ben’i. Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni. Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapılmamışın ve düzeltilmemişin telaşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı. İşte böyle başlıyordu heryerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine beni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi. Tek büyük doğrunun yarım dilimi o. Kim bilebilir işe yaramamanın değişmesini ha? Ha!... Cumartesi ve Pazar günlerinde. Yorgun, izinli ve silahsız bir asker. Sonra kim döneniyor ortalarda benden başka. Şiir yazdığım söyleniyor ortalarda. Değil. Ben, kutsal bir bahaneyim, belki de bir sığınağım kendime.” Turgut Uyar
Kafka Okur, Sayı 3, 2015
Ozan Kırıcı, Merve Nur Demirok 

Bir Mahir Ünsal Eriş Röportajı

$
0
0

Bir Güzel Adam Mahir Ünsal Eriş

“İnsanın içinden bir şeyleri dışarı dökebilmesi için kendi sesini duyabileceği bir sessizliğe ihtiyacı var.” diyor Mahir Ünsal Eriş ve ‘nitelikli yalnızlık’ olarak adlandırıyor bu ıssızlığı. İlk gençlik yıllarında içine kapanık ve kendini çirkin bulan bir çocuk ölesiye yanılıyor; gördüğüm bir güzel adam, okuduğum bir güzel öykücü…

Çocukluğu Bandırma’da geçmiş, kasaba yalnızlığının yanında, kasaba insanın mutluluğu ve saflığıyla büyümüş. On beş yıl Ankara’da kaldıktan sonra dönmüş gelmiş yine büyüdüğü yere. Hasan Ali Toptaş: “Çocukken ruhumuz nereden çatladı ki biz şimdi o çatlaktan bakıyoruz.” der. Soruyorum sen nereden çatladın diye: “Yirmi dokuz yaşında nörolojik bir rahatsızlık geçirdim ve unuttum… Üniversite, lise yıllarımı hatırlamıyorum ancak çocukluğumu gün be gün anlatacak kadar iyi hatırlıyorum. Bu kadar çok çocukluğuma dönük olmamın altında yaşadığım fiziksel çatlak olabilir.” diyor ve Burhan Sönmez’in satırlarını hatırlatıyor; “Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da büyüdü içimde…” Gençliğinin gidiyor olmasına üzülmüyor ama çocukluğunun gitmiş olmasına ikna olmuyor. Şöyle açıklıyor; “Çocukluğun dokunulmaz bir yanı var. Çocukluk sadece çocuklar tarafından yaşandığında mazur görülebilecek bir şey. Toplum tarafından çocukluğun içime itiliyor olması; işte kanıma dokunan bu!”

Bana içime attığım çocukluğumu anımsattı. Sakın yanlış anlaşılmasın onun içinde değil bu çocuk. Çünkü onun içinden dışından çocukluk adeta taşıyor! Öyle ki öykülerindeki betimlemeler hep bundan kaynaklanıyor. “İnsan bırakırken bile acıtmayı seviyor.” derken acıtıyor. “Yorganı kaldırıp şöyle bir baktı, çarşaf kan içinde. Öyle çok bir kan da değil ya, yine de korku bu; kan denizinde gördü kendini Gülderen. Yanakları yanmaya başladı, annesi ipek derdi hep, ipeği kanamış, utansa bir türlü, ağlasa bir türlü.” Gülderen’in adet dönemini anlatırken; yazdıklarını yaşaması gerekmediğini gösteriyor. O sadece dünyayı bir çocuğun açlığıyla görüyor; ön yargısız ve çırılçıplak… Bir sorumu yanıtlarken birden sözünü bir köpek kesiyor, denizin yüzeyinden uçar gibi akıp giden bir balık sürüsü, bulutların arasından lolipop şekerleri gibi sızan turuncular, morlar… Kara bir kedi geçiyor parkta otururken, hatta atlıkarıncada dönerken; “Beyaz donlu nereye gidiyorsun?” diye laf atmadan rahat etmiyor. Dedim ya bir çocuğun açlığı ve gözlem gücü var onda. Asla tükenmesin ne kalemi ne çocukluğu!

Parkta yaptığımız röportaja Bandırma tostu yemek için ara verdik. Öyküde bahsi şöyle geçiyor; “Bandırma tostu yiyebilmek. Şahane tost ekmeğinin içinde sucuğa kaynamış kaşarı, yumuşacık karnı, keskin kenarları ve bir yüzüne sürülüp tuzlanmış domates salçasıyla rüyalara giren tost.” Ama ne tosttu anneannemin oyun aralarında elime tutuşturduğu salçalı ekmekler misali… Yürürken okuduğu ortaokulun önünden geçtik; “Bak.” dedi Nergis; “Bu okulun önüne kadar denizdi. Doldurmuşlar.” Dolduruyorlardı; anılarımızın üzerine asfalt döküp geçiyorlardı. Geçsinler! “Ben baktığımda hâlâ çocukluğumdaki halini görüyorum.” diyen bir adamın yanında yürümek bile umut veriyor insana. Geçsinler! Gördüklerimiz düzenin yıktığı ya da diktiği yollar, binalar olmayacak asla! “Bandırma Ortaokulu, çocukları okumaya özendirmek istermişçesine deniz kenarına kurulu bir güzelliktir.” diye anlatıyor aynı öyküde okulunu. Baktım! Onun gördüğü gibi gördüm…

Yazma serüvenine gelince, Ferit Edgü ‘Olanaksiz’ öyküsünde sorar; “Öyleyse niçin yazıyorsun?” Ben de sordum! Kurtulmak için, anlatmak için, susmak için, kusmak için, mutlu günler için, bilinmek için, umutsuzluğu yenmek için, güçlüğü yenmek için? Cevabı her şeyi barındırıyordu; “Başka bir şey bilmediğim için…” Ben yazmanın mutsuz insan işi olduğuna inanırım ama o; “Mutsuz değil, huzursuzum.” diyor.

Öyleyse Mahir Ünsal belki farkında bile olmadan huzursuzluğunu yenmek için mi yazıyor yoksa huzursuz olduğu için mi yazmaktan başka yol bulamıyor?! Bir daha ki sefere bunu da sorayım…

“Otuz yaşında başladım yazmaya.” diyor ama ben inanmıyorum. Belki öykülerini adabıyla kâğıda geçirmeye otuzunda başlamıştır ancak kendi tabiriyle; “Kâğıda geçirmek yazmak faaliyetinin son aşaması. Yazmak; yazmanın en küçük ayrıntısı, suyun üzerindeki kısmı, hâlbuki aşağılarda çok daha büyük bir şey var!”

Böylece, kâğıtlara geçirdiği öyküleri İletişim yayınlarından basılıyor ve “annemle babam ‘aferin oğlum’ desinler diye” yazdığı Olduğu Kadar Güzeldik öykü kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’nü alıyor… Eriş edebiyatımıza yeni bir soluk mudur bilemem ama o canım ağaçlardan kazandığımız sayfalara onun kelimeleri değiyor diye içimin ferahladığı bir gerçek. Aslında Sait Faik’le anlatmalı; “Edebi eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorsa neye yarar?” Hiçbir şeye yaramaz! Mahir Ünsal’sa kesinlikle buna yarıyor…

Bodrum’a yerleşiyor yakında ve Gümüşlük Akademi Vakfında dil ve etimoloji atölyeleri yapıyor. “Benim hayatta en mutlu olduğum yerlerden biri Gümüşlük Akademi, oranın yaşaması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.” diyor ve anlata anlata bitiremiyor; “Latife Tekin bu ülkenin başına gelen en güzel şeylerden biri. Gümüşlük Akademi onun kurduğu bir hayal bahçesi; meşe ağaçlarıyla, havuzuyla, edebiyatıyla, müziğiyle, heykeliyle, gelip giden şahane insanlarıyla çok özel bir yer. Ben roman yazmak istiyorum, ben heykel çalışıyorum, müzik yapıyorum diyen herkes için orda bir oda var.” Böylece ilk durağımızı da anlatmış oluyor sevgili Mahir Ünsal Eriş.

Sohbetimiz bitmeye yakın Kafka’yı soruyorum; “Kafka’yı ve Kafka’nın o etrafında yarattığı haleyi çok değerli buluyorum. Kafka kadar Sadık Hidayeti de değerli buluyorum ve Kafka hâlâ yazarlara değerler katmaya devam ediyor. Sadece erken okuyup Kafka’yı ziyan etmemeli.” diyor ve son olarak tek bir kitap okuma şansın olsa hangi kitabı okurdun diye soruyorum, önce hiçbirini diyor ama sonra; “Akla zarar güzel bir roman; Melih Cevdet Anday’ın Raziye’si.” diyor.

Uzattım, daha da uzatmalıyım elbet ama bazı şeyler de istiyorum ki bana kalsın. Tabii bitirmeden şunu da eklemeliyim; sohbetimizden sonra bacaklarım et kesiği oldu, ne yürüttü beni Mahir, nerelere götürdü; kasabanın bir ucundan bir ucuna, fenerinden parkına, bahçesinden çaycısına… Yalnız bacaklarım olsa iyi, ruhum da oldu. Aman ruhum idmanı asla bırakma, baktın molaya ihtiyaç var, en fazla git bir Bandırma tostu ye, o güzel bahçelerden birinde otur çay iç, bir sigara yak. Yanına da bir öykü kitabı al. Mesela “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ne de olsa biz fazla değil; olduğu kadar güzeliz…

Öyleyiz…

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Röportaj: Nergis Seli

İffetsiz Bir Şiir Üzerine

$
0
0

Pablo Neruda, Çeviri: Ozan Akgül

Günün veya gecenin malum vakitlerinde, huzurlu nesneleri derinlemesine gözlemek çok elverişlidir: büyük bitkiler veya kömürler, çuvallar, fıçılar, sepetler, kabzalar ve saplardan oluşan marangoz malzemelerine tahammül ederek, uzun ve tozlu mesafeler kateden tekerlekler…

Bunlardan dolayı insanın ve yeryüzünün ilişkisi, işkence görmüş lirik şair için bir ibret gibi görünür. Kullanılmış yüzeyler, ellerin ürettiği eşyaların tüketimi, trajik ortamın ve nesnelerin her zamanki duygusallığı, dünyanın hakikatine doğru küçümsenemez bir tür cazibe uyandırır.

Bu söylenenlerde; insanoğlunun ahlâksızlığı, gruplaşması, kullanılan ve kullanılmayan malzemeler, ayak ve parmak izleri, içerden ve dışardan, eşyaların akınına uğramış bir atmosferin sürekliliği hissedilir.

Asitten ve mecburiyetten tükenen el gibi, terin ve dumanın içine nüfuz ettiği, sidik ve zambak kokan, yasanın içinde ve ötesinde işleyen çeşitli uğraşların etkilediği bir şiir olsun aradığımız. Yemek lekeleri ve utanç verici tutumlar, kırışıklıklar, gözlemler, hayaller, gece nöbetleri, kehanetler, aşkın ve nefretin beyanları, canavarlar, sarsılmalar, pastoral şiirler, politik inançlar, inkârlar, şüpheler, onaylamalar ve yükümlülüklerle bir elbise, bir gövde gibi, iffetsiz bir şiir...

Dokunuşun, koku almanın, zevkin, görmenin ve işitmenin kararları; adalet isteği, cinsel arzu, okyanus sesi, hiçbir şeyi kasten dışlamaksızın ve kabul etmeksizin kendinden geçmiş aşkın eyleminin derinliğine giriş…

Ve güvercinin pençeleriyle, dişleriyle ve buzun iziyle lekelenmiş belki de terden ve alışkanlıktan hafifçe aşınmış bir aşk şiirinin kutsal yasası…

Dinlenmeksizin, çürümeye yüz tutmuş malzemenin o tatlı yüzeyine erişene dek kullanılmış tahtanın ve gururlu demirin o katı yumuşaklığı...

Ve çiçek, buğday ve hatta su da, o hususi tutarlılığa, bir ihtişamlı dokunuşun hatırasına sahiptir.

Ve asla melankoliyi, tüketilmiş duyguyu, unutulmuş harikulade nitelikte bozulmuş müthiş meyveleri, kitapseverin hezeyanından dolayı geride bırakılmışları, unutmayalım. Zira, şiirsel bir temel ve vazgeçilmez olandır şüphesiz; ay ışığı, kuğu takımyıldızı ve “yüreğim”.

Kötü bir zevke sürüklenen, buzun üstünde tepetaklak olsun!

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Ozan Akgül
Çizim: Songül Çolak

Mandalina Kabuğunu Sevme Sanatı

$
0
0

Fındıkzade - Çapa durağı arasında kağıt kesiğinden daha acılı günlerimi adımlarken sayısız kez önünden geçip gittim. Bir tek iğde kokunu hatırlıyorum, burnuma dolanır da günlerce peşimi bırakmazdı. Seni ilk kez caddenin maaşsız memuru çöpçü Hakkı -el emeği 34 DUR 2170 plakası ilikli çöp arabasına attığı muhabbet umuduyla beraber- yanına park ederken gördüm.

Yelkovanla akrebin aceleciliğinden nasibini alan insanlara inat zamanını salyangoz kabuğu içine hapsetmiştin. Ambulans sesleri arasında salyangozun ardında bıraktığı geçmiş zaman artıklarını yaşatmaya dalmış olacaksın ki beni fark etmedin. Neyse dedim, rahatsız etmeyeyim başka zaman gelirim.

İki gün sonra akşam ezanıyla geldim yanına. Ezan sesi tramvayın geçmesini beklemeden sokaktaki dalgın insanların ve araba sileceklerinin arasından, köşe başındaki Suriyeli çocuğun umutlarının ortasından ilerleyip etrafa saçılmış mandalina kokularını ardına katarak son hızda yanı başımıza geldi. Yüzlerce kitap okudum, sana söyleyecek tek bir sözcük aradım o an ama bulamadım. Anladın. ''Az bekle küçük hanım,'' dedin başını usulca yukarı kaldırarak ''büyükler konuşurken bütün mahlûkatlar susar.'' Sustum ben de, şu evim dediğin merdiven basamağında altı parmak mesafene yerleşip dinlemeye başladım seninle.

Cami çaprazımızda. Müezzinin sesi doldurmuş kubbesini. Bir yanında banka, öbür yanında tekel bayii. ''Halk aşksızsa sokaklar banka dükkânlarıyla doludur.'' demiş bir zarif şair. Rahmeti bol olsun, dilimin ucuna kadar geldi yürek kırgınlığı. Dilimde tutamadım, dışarıya da bırakmadım. Derken benim yüreğim de kırıldı. Dayanamadım kalktım. Müezzin ''Lâ ilâhe...'' diye başlarken ayrıldım yanından. Kalbime çok kızdım sonradan.

Yanına daha sık gelir olmam uzun sürmedi tabii. Seninle sohbet hep güzeldi. Son günlerde yemeğini ve derdini paylaştığın ve kendini senin koruyucun ilan eden kangalın, bana her gün tramvay durağına kadar eşlik etmesi ve yanımdan geçen her erkeğe hırlaması seni ne çok güldürürdü. Güzel gülerdin. Güzel severdin. Barış Manço güzel sevmeyene adam demez ya hani, elindeki yarısı soyulmuş mandalinayı öylesine güzel seviyordun ki ''Bana balık verme, balık tutmak da Galata köprüsü müdavimi amcalara kalsın boşver. Bana mandalina kabuğunu sevmeyi öğret.'' deyiverdim birgün. Ihlamur koktu.

''Mandalina kabuğunu sevmek sarılmak gibidir. Birbirlerine sarılmalarıyla ikinci bir kalp belirir insanlarda. Tam sağ taraflarında.'' dedin.

İçim burkuldu. Sol tarafımdan gelen paslı bir güm güm sesi sağ tarafımda yankılandı. Duydun sen de, biliyorum. Duymasaydın anılarının hayaletleri ziyarete gelmezdi ve benim hayaletlerime seve seve kapını açardın, bunu da biliyorum.

''Birisine anlatmak da ucuzlatıyor ya işi, ne bekliyorsun karşındakinden, o acıyı gidermesini mi?'' diye fısıldadın. Hem kendini ikna etmeye çalıştın hem de beni, öyle değil mi? Yahut sadece Leyla Erbil'i yâd etmek istedin. Hangisi olursa olsun ''O acıyı gidermesini beklemiyorum elbette. Dinlesin yeter. Zihinde ağırlık yapıp gözde yaşaranlar, boğazda düğümlenip yürekte tortulaşanlar dile gelip de kelime denen kalıba sığmaya çalışınca bir de bakmışsın ufaldıkça ufalmışlardır ya, işte o vakit tüm o acılar kuşa dönüşüyor. Ben kuşa dönüşüyorum.'' demek istedim. Demedim. İçimden gelmedi. Kendimi yeterince kandırıyorum zaten.

Sen de sustun. İnsan seslerinden ve araba kornalarından yalıtılmış sohbetimiz bir süre yerini sessizliğe bırakınca tüm o sesler gürültü halinde yeniden doğdular. Arkamızdaki ıhlamur ağacı, kokusunu rüzgâra yüklerken kokusunun birazını da bize ikram etmekten kaçınmadı.

Bir müddet sonra, söylemen kaçınılmazmışçasına ''Omuzlarında vicdanın ağırlığını taşıyan yürek gevezeleşir küçük hanım.'' dedin. '' İnsan seni seviyorum diyemez de alır tüm geçmişini bir başkasının avuçları arasına bırakır. O avucu iyi seç.''

O gün, zamansız bir bahar günü, o sözün ardından rüzgâra teslim olan minimini yeşil mevcudiyetlerin hatrına hayatı olduğu gibi kabul ediyorum ben edâsıyla yanımdan usulca ayrıldın. Ama ben kabullenemedim işte, bunun seni son görüşüm olduğunu kabul etmek çok zor oldu.

Sonraki gün buldum uçmasın diye üstüne mandalina koyduğun kâğıdı. Bir dolu hatıranın yanı sıra tek bir satır bırakmışsın kendinden geriye:

Kâlb insanlardan sürgün, bir bohçanın içinde atıyor artık küçük hanım. En iyisi susmak.

Senden sonra uzun bir süre Eternal Sunshine of the Spotless Mind senaryosunda yaşamayı düşledim. Daha az aklıma gelir olmaya başladın.

Acı dediğin şey hatıradan başka ne ki, değil mi? Sildir gitsin.

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Zeynep Sueda Çelik

İşime Gelmeyen Kader

$
0
0

Yan odadan gelen sesleri dinliyorum.
Büyük Londra Oteli'nin 101 numaralı odasındayım,
Saat sabah yedi civarı.
Hatta yediyi onyedi geçiyor ama, şarkıdaki gibi;
Kafiye olsun diye değil.

Yan odadan gelen sesler karışık,
Duş alan bir adam var anladığım kadarıyla.
Yatakta uzanmış televizyon izleyen bir kadın.
Kadın sürekli konuşuyor, haberler var televizyonda.
Adam kadını suyla aldatıyor, çok belli.
Kadın, adama sorular soruyor.
Aldığı en uzun cevap 'bakarız' oluyor.
Sonra kadının mırıltılarını duyuyorum,
Belli ki gizli tehditler dolu.
Tanrım, kadınları sence de çok tehlikeli yaratmadın mı?

101 numaralı odamın eski ve tozlu halısının üstünde yalın ayak sessizce dans etmek için dikkatimi toplamaya çalışıyorum.

Otel odaları için herkes bir şeyler söylemiştir de acaba çok 'susuz' olduklarını düşünen olmuş mudur?
Otel odalarında hep bir kuruluk vardır, susuz kalmış gibidir.101 numaralı odada böyle, çok susuz.
Çok susuz ve çok tozlu bu otel odaları.
En çok yıldızlı olanı bile.
Bir de koca pencereli olanlar var ya hani, neredeyse panoramik deniz manzarası olanlar; korkunçtur, deniz beş megapiksel bir fotoğraf gibi ucuz ve tatsız görünür.

Hâlâ dans etmeye başlayamadım,

Yan odanın gürültüsü kulaklarımdan beynime dolmuş durumda.
Eski bir silah olsa bir çekmecede,
Yan odanın kapısını bi’iki kere tıklasam nazikçe.
Kapıyı açan kadına doğrultsam silahı

(kadının ucuz boyalı sarı saçı, siyah kısa bir geceliği
ve belki üstünde bayat leopar desenli bir geceliği olmalı),
sonra en yumuşak ses tonumla
-biraz sessiz olur musunuz,

Yan odada dans etmeye çalışıyorum da.
Diyebilsem,
Gözlerimin içi güven ve sevgiyle parlasa bu esnada.

Kadının fal taşı gibi açılan gözlerine karşılık,
Duştan çıkan geniş omuzlu, havluyu beline sarmış adam; hiç korkmadan bana sakince baksa.
Birbirimize gülümsesek, kadın kıskançlıktan çatlasa.
Ama biz adamla en fazla okey takım arkadaşı olabileceğimizi bilsek ve ötesi olmasa bu hikâyenin.

Halının üstünde dönerken sağ ayağımın bileği burkulsa,
Yere düşer gibi olsam ama sırf düşme eylemini gerçekleştirmek için atsam bedenimi halının üstüne.
Bir süre ölmüş gibi kalsam.Ya da sadece bayılmış gibi.
Şimdi ölmek istemem, şarkıdaki gibi.
Sonra sigaraya uzansam, kristal viski kadehine benzeyen kültablasını sehpanın üzerinden çekip alıversem.
Yerde sırtüstü uzanmış sigaramın dumanını tavana doğru yollayabilsem.
Arada sigaranın ağzıma bıraktığı berbat tadının etkisiyle ağzımdaki tükürüğü dilimin altında biriktirip kültablasının sağ köşesine bıraksam, yani yavaş ve nazikçe tükürsem.

Sonra 101 numaralı odanın banyosunun kapısı açılsa;
Elinde bir adet sol kanat gazetesi, iki adet sağ kanat gazeteden çıkarılmış borsa sayfası ve bir adet anlamsız bir futbol gazetesi olan bir adam çıksa.
-Halının pek temiz olduğunu sanmıyorum
Dilan, yatağa neden uzanmıyorsun?
Dese bana.

Gülümseyip, Fransızca birkaç cümle uydursam.
Sonra söz dinleyen bir kedi yavrusu gibi yatağa geçip,
Az önceki yalnızlığımda olup biten tüm güzel hikâyeleri duvardaki kasaya saklayıp,
Birazdan benimle sevişmek isteyecek adama yatakta yer açsam
.. Adam yatağa gelse,
Gazeteleri halının üstüne atıverse.
Yüzümü adamın göğsüne yaklaştırırken sırtım ve yastık arasına sıkışmış
'Yalnızlığımın Hayal gücü ve Yan Odası' isimli kitabı farketse adam, ve arka kapağına bakıp, okusa;

“Olabildiğince yalnız kalmalıyım. Başardığım ne varsa ancak yalnızlığımın karşılığıdır.” Franz Kafka

Kafka Okur Dergi, sayı 3, 2015
Dilan Bozyel

Hasan Ali Toptaş

$
0
0

… zaten dünya büyük bir şey değildir Hasanım Ali, kimi zaman sevdiğimiz insanın yüzü, kimi zaman hayal edilen bir dokunuşun büyüsü, kimi zaman da kapıldığımız bir hevesin genişliği kadardır. Uykuların Doğusu, Hasan Ali Toptaş
Hasan Ali Toptaş, 1958 yılı Denizli doğumlu öykü ve roman yazarıdır. Son yıllarda edebiyatımızda kendine özgü anlatım ve kurgu tekniğiyle adını duyurmuş, edebiyatımızı etkilemiş önemli bir isimdir. Düşle gerçeklik arasındaki anlatıları, kelimelerindeki işçiliği, seçiciliği, Türkçeyi oynarcasına kullanması ve kurduğu dilin büyüsüyle okuyucuyu etki altına alması en önemli özelliklerindendir. O, her okuyucunun bir edebi kalıba sokmak istediği, edebiyatımızda etkisini sürdürecek bir ‘’roman sanatçısı’’dır.

Annesinin anlattığı hikâyelerle büyüyen ve annesini yıllar sonra Şehrazat diye niteleyen Hasan Ali Toptaş, bir Ege kasabasındaki Şehrazat’ın oğludur. Küçük yaşlarda okuyup yazmaya başlayan Toptaş’ın eserleri çocukluğundan izler taşır. Çocukluğundaki mekân ve kişileri romanlarında ağırlar. Onun romanlarındaki en büyük malzemesi çocukluğudur. Hasan Ali Toptaş da ‘Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez.’’diyerek bu özelliğini vurgular. Birebir aynı olmasa da roman kahramanlarını çocukluğundaki kişilerden yola çıkarak oluşturmuştur. Bir söyleşisinde Kayıp Hayaller Kitabı’ndaki Deli Kevser’in, çocukken yaşadığı köydeki Selver olduğunu anlatır. Deli Kevser’de olduğu gibi çocukluğundan yola çıkarak oluşturduğu karakterler, gerçekteki gibi değil de romanın istediği gibi bir karakter olmuştur.

Hasan Ali Toptaş romanları kurgu ve biçim yönünden postmodern izler taşır. Geleneksel romandaki zaman ve mekân kavramlarını sarsar. Onun zamanı parçalara bölünmüş ve karışıktır. Düş ve gerçeğin iç içe olduğu, birbirine karıştığı bir dünya kurmuştur romanlarında. Kahramanları düş ve gerçek arasında gelip gider, atlamalar yapar ve gerçeklik iddiasında bulunmaz. Bu postmodern bir kurgu tekniğidir. Masalsı öğeleri, düşleri ve gerçeği kendine has üslupla birleştiren Hasan Ali Toptaş, edebiyatımızda bu yönüyle önemli bir yer edinmiş usta bir romancıdır. O, ne yazdığıyla değil nasıl yazdığıyla ilgilenir. Romanlarında olayı arka planda, kurgu tekniğini ve dilini ön planda tutar. Bir nevi yarattığı kurgu tekniği hayatın ve anlatının önüne geçer. Kahramanı Alaaddin üzerinden arayışı, anlamsızlığı anlattığı romanı Bin Hüzünlü Haz buna örnektir. Gölgesizler, Kayıp Hayaller Kitabı gibi diğer romanları da kurgunun öne çıktığı romanlardır. Yani Toptaş dilin ve kurgunun yazarıdır.

Günümüz insanının kimlik sorununu, yalnızlığını, kendi içine kapanıklığını ve hayatını köye, taşraya taşıyan Hasan Ali Toptaş, dili de kendine has kurar. Kelimelerle müzik oluşturmaya çalışır ve romanı bu kelimelerin büyüleyici müziğiyle sarar. Dili kusursuz oluşturması, kelimelerdeki işçiliği Toptaş’ı özgün kılar. Kelime seçimindeki hassasiyeti, dikkati romanlarında belirgindir. Bu özelliğinden dolayı şair Haydar Ergülen, onun eserlerini ‘’roman kılığındaki toplu şiirler’’ diye tanımlar.

Hasan Ali Toptaş, bir yazma tutkunu ve yazdıkça mutlu olan bir yazardır. Yazmayı ‘’Bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuktur, belki de kalabalık bir tenhalık hali’’ diye anlatır. O, hem yazdığıyla hem de yazma şekliyle tarzını oluşturmuştur. Eserlerinde Kafka, Borges, Proust gibi yazarlara ve başka romanlara kendi deyişiyle ‘‘selamlamalar‘’ yapar. Roman kahramanları metinler arasında dolaşır, içlerine girer çıkar.

Yazmakla hayat bulan, mutlu olan, kendi olan Kafka gibidir Hasan Ali Toptaş. Kafka gibi mutsuz bir memuriyet hayatı vardır ve bu hayattan yazarak kurtulurlar. Tabiki romanlarında da Kafkaesk etkiler bulmak mümkündür. Örneğin; Gölgesizler romanında arka planda tutulan otorite-birey ilişkisi ve otorite altında bireyin ezilmesi Kafka’ya ait izlerdir. Var oluş-yok oluş romanı olan Gölgesizler’de köyün muhtarı sanki Şato’daki K. gibidir. İkisi de devletin temsilcileridir ve varlıklarının tanınması için uğraşırlar. Başka bir örnek verecek olursak, Bin Hüzünlü Haz romanındaki Alaaddin, Kafka’nın roman kahramanlarını hatırlatıyor gibidir. Onlar ‘Çağın hengamesinde kaybolmuş, tuhaf ve uzak bir kahraman’’ dır.

Hasan Ali Toptaş dedikleri gibi ‘’Doğu’nun ve Türk edebiyatının Kafkası’’ mıdır bilmiyorum ama edebiyatımızda etkisini sürdürecek ve edebiyatımıza yol olacak büyük bir yazar olduğu kesin.

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Serdal Keskin

CEHENNEM BAŞKALARIDIR...

$
0
0

Sartre’dan seçmeler

“İnan bana, her şeye kendini kandırmaya çalışmadan bakmak en iyisidir.” Duvar

“Bana ait sözcükler olsun isterdim. Ama kullandığım bu sözcükler, bilmiyorum kaç bilinçte sürüklendi.” Duvar

“Sen benim derimin altındasın.” Duvar

“Biz gümbürtüye gitmiş insanlarız. Biz hayatı ıskalayanlardanız. Hiçbir işe yaramayacağız. Hiçbir işe...” Duvar

“Kükürt, odun yığını, ızgara… Ah, ne gülünç! Izgaraya gerek yok ki: cehennem başkalarıdır.” Toplu Oyunlar

“Kötülük öyle bir şey ki, ona sonradan inanılır.” Toplu Oyunlar

“Tanrı uzaktan gösterilebilir mi? Varlık, var olmayanı tasarlayıp üretebilir mi? Mutlak, göreceliliğe yol açar mı? Gölgeyi tasavvur edebilir mi ışık? Gerçeklik görüntü ile yer değiştirebilir mi?” Baudelaire

“Evrene kitaplarda rastladım ben; özümlenmiş, sınıflandırılmış, etiketlenmiş ve düşünülmüş bir evrendi bu, ama yine de korkunçtu ve ben, kitabi deneyimlerimin karmakarışıklığını, gerçek olayların rastlantısal akışından ayırt edemedim.” Sözcükler

“Dinimi bulmuştum artık. Hiçbir şey bir kitaptan daha önemli görünmüyordu bana. Kitaplığı, bir tapınak olarak görüyordum.” Sözcükler

“Gerçek ölüme, suratsız ölüme, mezarlıklar dışında her yerde rastlıyordum.” Sözcükler

“Günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. İnsan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.” Bulantı

“Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar; vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutlululuk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmaya görsün, suratları hemen değişir.” Bulantı

“Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki?” Bulantı

“Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kerede terkedilemez. Hepsi birbirine benzer zaten. Aradan iki hafta geçince; Şanghay, Moskova, Cezayir birbirinin aynıdır.” Bulantı

“Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendine devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür, ben geliştiririm.” Bulantı

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Çizim: Hilal Kosovalı

Satranç

$
0
0
Sadece tek bir fikre saplanıp kalmış her türden saplantılı kişiler hep ilgimi çekmişti; çünkü birisi kendini ne kadar kısıtlarsa, kendisine değil, tam tersine, sonsuza daha yakın olur; gerçeklerden aleni bir şekilde uzak bu tipler, kendilerine dünyanın küçük ölçekli tek ve olağanüstü versiyonunu inşa etmek için kendi malzemelerini kullanan ak karıncalara benzer. 
Stefan Zweig, Satranç
Çizim: Esra Uygun

Ressamlar Arasında Bir Sözsüz Şair: Marc Chagall

$
0
0

"Adım Marc, iç dünyamda çok duygusal biriyim ve cüzdanım boş. Fakat herkes benim yetenekli olduğumu söylüyor" der Marc Chagall, 21 yaşında eğitim için gittiği Leon Bakst'in evinde kendisini ağırlayan hizmetçiye. Daha sonraları da, mesela Palais Garnier'in tavanına hiçbir ücret almadan 14 farklı opera sahnesinin illüstrasyonunu çizerken olduğu gibi, hayatı boyunca uğraştığı tüm sanat dallarında ne kadar samimi olduğunu göstermiştir bizlere. 9 kardeşin en büyüğü olan Chagall, 1887'de bugün Beyaz Rusya'da bulunan Vitebsk şehrinin yakınlarındaki Liozna'da doğmuştur. Birinci Dünya savaşı sırasında Fransa'ya giden ressam, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir süreliğine Amerika'da yaşamış ve bu süreç içerisinde resim dışında sahne dekorları, vitray ve gravür gibi birçok sanat dalında sanat eserleri vermiştir. Bakst'in anlatılarına göre her söyleneni pür dikkatle dinleyen Chagall, kendi köşesine çekilip fırçası ve tuvali ile baş başa kaldığında tamamen farklı işler üretirmiş. Bu özelliğiyle Bakst'ın da gözde öğrencisi olan ressam; izlenimcilik, fovizm ve kübizm gibi birçok sanat akımını birleştirerek, aynı zamanda birçok platformda kendini gösteren sürrealizme de öncülük etmiştir. İşte tam da burada başlıyor 'sözsüz şair' Chagall'ın edebiyatla olan ilgisi. Kendisi Rusça ve İbranice şiirler yazmış olsa da, bugünün dünyası onu bu yönüyle çok az tanır. Fakat 19. yüzyılın materyalist bakış açısına sahip Fransız sanat camiasında, Rusya’dan getirdiği renkleri ve engel tanımayan duygusal anlatımlarıyla Chagall’ın sanat eserlerinin ilk farkına varanlar da şairler olmuştur. Ünlü şair Guillaume Apollinaire tarafından "sürrealist" olarak nitelenen Chagall, bunu reddetmiş ve "içimizdeki tüm dünya, gerçekliktir" şeklinde cevap vermiştir. Aslında savunduğu bu görüşüyle Yann Martel ve Gabriel García Márquez gibi yazarların, aynı zamanda Vladimir Kush gibi modern ressamların da dâhil olduğu “büyülü gerçekçilik” akımına daha yakındır Chagall. Bu akıma ait eserlerde hiçbir şey gerçek dışı kabul edilmez. Odanıza bir melek girebilir, radyonuzdan tüm dünyayı dinleyebilirsiniz fakat bunları hiçbir zaman yadırgamazsınız. Chagall da okullardaki yaratıcılığı öldüren disiplinleri reddetmiş ve o bilindik, katı perspektifin olmadığı, canlı, çocuksu kompozisyonları ve renk kullanımları ile yarattığı rüya gibi atmosferler sayesinde kendisinden sonra gelen birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur.

Nitekim Turgut Uyar, Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve Edip Cansever gibi şairlerin dâhil olduğu İkinci Yeni şiir akımı da Chagall, Klee ve Picasso gibi ressamlardan oldukça etkilenmiştir. Özellikle Chagall’ın imgeleri kullanımı, perspektifi reddetmesi ve kendine özgü ve soyut kompozisyonları, İkinci Yeni şairlerinin alışılageldik dil kurallarını yapı söküme uğratması ve anlatılarının soyutlaşması ile birbirine koşut özelliklerdir. Bu etkilenim öylesine baskın olmuştur ki Edip Cansever, Sonrası Kalır kitabında Chagall’ın perspektif kullanımını ve yarattığı o hülyalı atmosferi yine “Chagall” ismini verdiği şiirinde adeta özetler:

Bir testi bir tabak
Şinana Chagall
Üstünde balık içinde balık
Şinana Chagall
Altında yanında tatlı kuruluk
Şinana Chagall
Şu kasap dediğin ne kötü mahlûk
Şinana Chagall
Bir bitki yürümüş gitmiş
Şinana Chagall
Atlardan uzunca böcekten küçük
Şinana Chagall
Burası ne dünyada bir yer
Şinana Chagall

Chagall’ın tablolarında görünen çoğu imge, çocukluğuna dair anılarıdır. Bir Yahudi köyünde ve Kabala öğretileri ile bütünleşmiş bir kültür içinde geçen çocukluğunu, neredeyse her resminde sanatçının o canlı renklerinde ve çocuksu bir şekilde karikatürize ettiği figürlerinde görebiliriz. II. Dünya Savaşı sırasında körüklenen, Chagall’ın anılarına adeta bir silgi görevi görmüş antisemitizm nedeniyle Chagall tüm anılarını tuvalde yarattığı dünyada korumak istemiştir. Örneğin, Cansever’in bahsettiği ve Chagall’ın birçok tablosunda kullandığı balıklar babasının eski mesleğini, “The Butcher” tablosundaki kasap ise büyükbabasını temsil etmektedir. Chagall, “Yeşil Kemancı” adlı tablosunda ise kemancı olan amcasını resmetmiştir ve aynı zamanda Yahudi geleneklerine göre müziğin önemini vurgulamıştır. Aşkenaz Yahudilerinin etkinliklerde çaldığı ve topluluk için birleştirici özelliği olan, hüznü ve neşeyi aynı anda barındıran müzik türüne “klezmer” denir ve mutlaka bir keman ve klarnet içermek zorundadır. Kemancının yüzünün yeşil renkte olması ise yine Chagall’ın renkleri alışılmışın dışında kullanarak duygularını ifade etme biçiminden kaynaklanmaktadır. Yidiş dilinde “yeşil” (grin) aynı zamanda “naif, saf” anlamlarına gelmektedir ve dolayısıyla resimdeki kullanımı alegoriktir. Kompozisyonda kullanılan perspektif, gerçeklikten tamamen uzaktır. Yine arka planda Chagall’ın sık sık çizdiği uçan insan figürü mevcuttur, evlerin köşesinde tuvaletini yapan küçük çocuk figürü ise sık kullanılan detaylar arasındadır. Chagall bu figürü, köyünde tuvaletlerin evden ayrı bir yerde olması veyahut hiç olmaması nedeniyle yerleştirir.

İkinci Yeni şairlerinden Cemal Süreya’yı da çok etkileyen Chagall’ın göz figürleri şairin çalışmalarında sık sık görülür. Özellikle Güz Bitiği kitabında çocukluk anılarından dem vurduğu “11 Beyit” şiirinde Chagall’ın “Ben ve Köy” tablosuna referans vermiştir. Şiir, “mutsuzluğumu yeterince hak etmek için / geri döndüm kilometrelerce yürüdüm” sözleriyle başlar. Artık her şeyi kabullenmiştir şair ve değiştiremeyeceğinin bilincine varmıştır. Evrenin ona dayattığı fiziksel bariyerleri aşamayacağını bildiğinden, şiirini “sihirli fasulye sırığı” gibi kullanır. Şiirde üvey annesinden “kuyuya sarkıtan kadın / saçından kavrayıp kız kardeşimi” sözleriyle dem vurur. Çocukluktaki saflığını “gökyüzünden başka şey görmemiş / o göller” imgeleriyle idealize eder. Her ne kadar kırgın olsa da, yine de bir özlem içindedir. Bu durum Chagall için de geçerlidir. Her ne kadar gülen suratlar, çocuksu bir bakış açısıyla karikatürize edilmiş figürler göze çarpsa da, tablodaki renklerin tonları bir ciddiyet ve hüzne işaret eder. “Ben ve Köy” tablosunda da göze çarpan haç işaretlerini ressam, ne Hıristiyanlığa dönmeyi düşündüğü için çizmiştir, ne de duyduğu nefretten dolayı kullanmıştır. İsa’nın çektiği acıları ve işkenceleri, Yahudilerin çektiklerine benzettiğinden dolayı bu figürler bolca kullanılmıştır. Dolayısıyla, insanlardan empati kurmalarını istemektedir bir yerde. Fakat sonuçta Süreya’nın da dediği gibi: “sığınacak yer kalmadı / Chagall'daki eşeğin gözünden başka.” Sonuç olarak, Chagall’ın Vitebsk’le ve Süreya’nın Erzincan’la olan ilişkisi Roth’un Newark’la ya da Joyce’un Dublin’le olan ilişkisinden çok da uzak değildir. Hem ressamın hem de şairin tek sığınağı sanatıdır en nihayetinde.

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Efkan Oğuz
Viewing all 344 articles
Browse latest View live