Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

Bir Sanat Eseri: Marcel Duchamp

$
0
0

Nietzsche’nin Torino’da bir arabacının atını dövmesi üzerine, arabacıyı engelleyerek ata sarılıp ağlamasından iki yıl önce bir bebek dünyaya gelir. Aralarında korelasyon olmayan bu iki olaya değinmek tesadüfi değildir. Nietzsche modernitenin karşısında ‘‘tükeniş çığırtkanlığı’’ yapmıştır, Marcel Duchamp ise bu çığırtkanlığı sanatına, hatta yaşamına taşımıştır. Foucault’un dediği: ‘’Neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev yahut lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım olmasın?’’ sözünün vücut bulmuş halidir Duchamp.

Duchamp’ın moderniteye karşı aldığı duruşu, neredeyse tüm eserlerinde görülmektedir. Hepimizin daha ilkokulda yaptığı, ünlü kişiliklerin resimlerine kaş, bıyık gibi unsurlar eklememizin fikir babasıdır belki de Duchamp. 1919 yılında Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sını alır Salvador Dali bıyığı ve çene sakalı ekler, müzede sergiler. Modern sanata karşı tavrını hakaret ile ortaya koyar. Modern olanla alay ile veya anlamını yıkma metotlarıyla mücadele eder. Duchamp’ın Mona Lisa’ya sakal-bıyık eklemesinden iki yıl evvel New York’taki bir galeriye yolladığı ‘Çeşme’ adlı eseri anlama karşı açtığı savaşın göstergesidir; çünkü çeşme diye adlandırılan nesne, bildiğimiz pisuvarın cismâni hâlidir. Duchamp’ın kurgulamak istediği düşünce, neden ‘pis’ işlerimizi giderdiğimiz nesne, yaşamsal faaliyetleri gidermek için ihtiyaç duyduğumuz suyun içildiği bir şey olmasındır. Pisuvarı pisuvar yapan nedir, içinden geçip gidenler mi; yoksa bizlerin ona yüklediği anlam mı? Kuşkusuz Duchamp’ın cevabı burada yüklenen anlama yöneliktir. Bu anlama karşı savaşın diğer örneğini; müze görevlilerinin Duchamp’ın ‘‘Büyük Cam’’ adlı eserini taşırken kırmaları üzerine ‘’işte şimdi sanat oldu’’ demesinde görülmektedir. Anlam bahsinde René Magritte’in ‘’Bu Bir Pipo’’ değildir resmi de benzer nüanslar taşımaktadır. Magritte, resminde pipo figürünü işler, resim bittiğinde ise altına Fransızca bu bir pipo değildir yazısını işler. Çizdiği şey, piponun imgesine tekabül etmektedir, ortaya çıkan bu bir pipo değildir yazısı ile piponun buradalığına gönderme yapar. Yani, Duchamp’ın anlam bağlantısında bu bir pisuvar değildir, çeşmedirin radikal bir önermesi şeklinde eser haline sokar Magritte. Bu bir pipo figürüdür, pipo değildir. Doğrudan Duchamp’ın çeşme eseriyle bağlantısı yok elbette bu eserin; ama anlama karşı oluşu algılamak için önemli bir konumda bulunmaktadır.

Marcel Duchamp, 1920’li yılların başında satranca merak salar ve artık ölünceye değin hayatının bir parçası olacaktır satrancın. 1963 yılında Eve Babitz ile oynadığı satranç maçının fotoğrafını çektirir. Fotoğraf oldukça ilgi çekicidir. Kadın çıplak bir şekilde Duchamp’ın karşısında iken Duchamp takım elbiseli bir vaziyette oyununa odaklanır. Burada yapılan ima, modern algının kadının meta halinde okumasına karşıdır. Yani, çıplak bir kadın karşımda otururken, modern anlamda ben onun cinselliği elde etmek istemeyebilirim; sadece bir kadın ise benim için daha önemli olanları neden engellesin, mesela satrancı mı?

Karşımda çıplak bir kadın değil de bir robot otursa nasıl beni oyunumdan alıkoyamıyorsa, aynı motto neden karşımdaki çıplak kadın için geçerli değildir. Kaldı ki, çıplaklığın erotik olmasının ‘‘nedenini’ düşünmek aptallık mıdır, fetişleştirilen bir cins, sürekli büyüyen bir mekanizmaya meta olan bir cinsi önümdeki satranca odaklanarak özgür bırakamaz mıyım? Üzerinde giydiği kıyafet mi önemlidir; yoksa yapacağı ya da yapmayacağı hamleler mi?

Sonuç olarak, Duchamp gerek ürettiği eserlerle, gerekse bizatihi yaşamının kendisiyle, özelikle satranç oynarken çektirdiği fotoğrafta açıkça görüldüğü üzere bir modern karşıtıdır. Her ne kadar kavramsal sanat, pop-art gibi sanatlara öncü dahi olsa bu durum böyle cereyan etmiştir. Mona Lisa’ya çizdiği sakal-bıyığın bilinçsizce yapılmış bir hamle olduğunu kim iddia edebilir? Başta da belirtilen Foucault’un sözüne nazire gibi bir kişiliktir Duchamp. Hem ürettikleriyle, hem yaşamıyla o bir sanat eseridir.

Not: Duchamp’ın ağzındanmış gibi olan konuşmalar tarafıma aittir.

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Oğuz Güner

Yazıldığı Gibi Okuyunuz: Po Polsku!

$
0
0

Ülkemizde Lehçe deyince kaç kişinin aklına Polonya geliyor?

Neredeyse hiç kimsenin.

Kelime anlamı olarak yaptığı tek çağrışım şive farklılığı anlamında olan ‘Lehçe’ sanırım. Oysaki bir Doğu Avrupa ülkesi olan Polonya’nın ana dili ve dünyada yaklaşık elli milyon insan bu dili konuşuyor. Son birkaç yıldır yapılan anketlerde ve araştırmalarda ise dünyada öğrenmesi en zor ilk üç dil arasında yer alıyor.

Ama benim sizlere asıl anlatmak istediğim bu ülkenin, karanlık perdelerin ardında kalmış muhteşem edebiyatı.

Yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip, Orta Çağ’dan günümüze uzanan bir yolculuk ve bu yolculuğa dün ya çapında pek çok ödül sığdırmış yazarlarla donanmış o mağrur edebiyat…

Eserlerin genel havasında her zaman özgürlük arayışı göze çarpıyor. Yıllarca süren Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından işgal edilmiş, yüz yirmi üç yıl boyunca haritadan silinmiş, nüfusunun çoğunu savaşlarda kaybetmiş ve Nazi kamplarında kaybolmuş hayatları barındıran bir coğrafyanın edebiyatı elbette ki bizlere acıyı, kaçışı, göz yaşını, kayıpları anlatıyor.

Polonya tarihine göz gezdirdiğiniz zaman çekilen acıları derinlerde yaşamışçasına hissetmemeniz mümkün değil. Hatta ülkede bulunma fırsatınız olursa yaşanan acıların sanatı etkilediği gibi insanların karakteristik özelliğini de çok net bir şekilde etkilediğini gözlemleyebilirsiniz. İçe dönük, güven kelimesinin anlamını kendilerine göre baştan yaratan, özgürce gülmek için iki kere düşünen, mutlulukları geçici bir duyguymuş gibi davranan bir millet…

Zaten ülkede bulunduğunuzda çok farklı bir havası olduğunu anlıyorsunuz. Ayrılmak zor gelmiyor belki ama Polonya’yı özlemek dayanılmaz bir duygu,sürekli kendini hatırlatıyor!

Yaşanan bunca olumsuzluğa karşı sanat adına çok önemli isimler yetiştirmiş. Sadece edebiyat alanında değil, tiyatro ve sinemada da oldukça başarılı bir ülke. Eserlerin çoğu filmlere ve tiyatro oyunlarına uyarlanmış ve başyapıt niteliğinde örnekler vermiş.

Bir ülkenin edebiyatını anlamak için elbette bir e ser ve bir yazar yeterli olmaz. Özellikle de Polonya edebiyatını özümsemek için önce tarihini kulağınızı acıtan bir küpe,yüreğinizde atıp duran vicdan azabı ya da ayağınızı sıkan bir ayakkabı gibi taşımanız gerekir. Yani size kendisini unutmanıza fırsat vermemeli!

Ben size günümüzde de tanınan, çağdaş yazarların en önemlilerinden olan Janusz Glowacki’den söz edeceğim.

Glowacki 1938 Poznan doğumlu. Varşova Üniversitesinde Leh edebiyatı öğrenimi gördü. Pek çok önemli dergide yazarlık ve yöneticilik yaptı. Andrzej Wajda gibi önemli yönetmenlerin filmleri için de senaryolar yazdı.

Yazarın ülkemizde Neşe Taluy Yüce tarafından Lehçe aslından çevrilen Good Night Jerzi adlı eseri yayınlandı.

Glowacki bu romanında Boyalı Kuş, Orada Olmak, Şeytan Ağacı, İhtiras Oyunu ve Çelik Bilye gibi romanları kaleme alan, skandalların başrolü Jerzy Kosinski’nin Polonya’dan ABD’ye uzanan hayat hikâyesini anlatıyor. Bir kaçış öyküsü, vatanına sırt çevirmek zorunda bırakılan farklı bir kimlikle hiç bilmediği bir hayata tutunma çabası.

Eserde post modernizm havası oldukça yoğun hissediliyor. Kurgudan uzak ve bir neden sonuca bağlı değil. Alışılagelmiş biyografik romanlardan çok farklı,oldukça derin ve okurken insanı bir o yana bir bu yana savurabiliyor. Kosinski’nin başını döndüren derin duygular okuyucuyu da kitabın içine girdap misali çekip akılcı tutumdan uzaklaştırıyor.

Yazar eseri için yazınsal-patchwork terimini kullanıyor. Farklı konuların geçmiş ve şimdiki zamanın üç koldan ve farklı şahıslar tarafından anlatılması gerçekten de bir kırkyamayı andırıyor. En çok da bu özelliği modernizme kafa tutan bir tavır.

Kitabın ana kahramanı Jerzy Kosinski diye düşünebilirsiniz. Ama okurken içinizden bir ses asıl kahramanın New York ve Maşa olduğunu fısıldayabilir. Sakın bir şehirden kahraman olur mu demeyin! Glowacki sınırları zorlayarak postmodernizmin sistemden bağımsız, anarşik, farklı formlarda boy gösterebilen bir nevi ‘imkansız mümkünlüğü’ nü gayet kolay kabul ettiriyor.

"O asla ama asla Boyalı Kuş'taki küçük çocuk olmadığına dair büyük bir yalan atmıştı. Bir tür savunma içgüdüsünün onu,vatanı Polonya'dan hep uzak tutması gerekirdi."

İniş çıkışlar, hızla tükenen aşklar,uyuşturucu, alkol onun hayatında bir maskeydi belki de. Buna da değiniyor Glowacki, hatta en çok bu yitip gitmiş hallerine dem vuruyor. Irkçılığın vahşetini çok küçük yaşta çıplak gözle gören Kosinski yıllar sonra bile üzerinden bu acının ağırlığını atamıyor. Bazen yalanlarla, bazen herkesin yalan sandığı düpedüz gerçeklerle dolu hayatı hâlâ herkes için bir soru işareti.

Polonya edebiyatının en güzel örneklerinden biri olan Good Night Jerzi, Janusz Glowacki için bir ustalık eseri ve muhakkak kitaplığınızda yer ayırmanız gereken bir roman.

Keyifli okumalar!

Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Yasemin Özdemir

Bir Mine Söğüt Röportajı!

$
0
0

Zümrüt Gözlü Kadın Mine Söğüt

“Köye gelince Turgutreis sapağından dön, az ileride sağda Hayat Kafe’de buluşuruz” diyerek tarif etti görüşeceğimiz yeri. Dönüp dönüp yazdığımı okuyorum, bir cümlede geçen iki kelime kaburgalarımı kırıyor! Köy… Hayat… Bu, nasıl tesadüf olabilir ki?

Gümüşlük’e varınca köyün kahvesinin önünde durdum. Amcalar oturmuş pişpirik oynuyor, kahvelerini höpürdete höpürdete yudumluyorlar. Etrafta bir toprak kokusu, etrafta bir güzel insan kokusu...

- Amcacım, Hayat Kafe’yi biliyor musun?
- Ne diyon kızım?
- Amca, Hayat Kafe diyorum. Biliyor musun ne tarafta?
- Ne kahvesi, Hayal kahvesi mi?
- Hayat Kafe amca, Hayat Kafe…
- Yok kızım burda Hayal Kahve mayal kahve…

Daha ilk dakika içimde filizlenen kıskançlık duygusunun ayrımına varmıştım. Evet, amca çok doğru söylüyordu; az sonra “hayal” gibi bir kadınla tanışacaktım. Ne tanışması, adım gibi bildiğim bir kadınla oturup kahve içecektim, hayatını höpürdete höpürdete yudumlayacaktım birkaç saat sonra, derken, üç beş saat oldu…

Sonunda Kafe’yi bulduğumda yolun kenarına park etmiş kıpkırmızı dev arazi arabasını görünce dedim bu olamaz, olmamalı… Bir insan, bir insana bunu yapar mı? Kıskançlık denilen lanet duygu kanımda yol almaya böylece devam etti… İçeri girdiğimdeyse rengârenk örtülerin, duvarların arasından bana doğru yürüyen iki koca zümrüt gördüm; göz demenin kesinlikle haksızlık olacağı iki koca zümrüt. Gerisini gözlerim sonra yakaladı; rastalı saçlar, boyunda atkı, elin üzerinde dövme, kalemindeki özgünlüğün görünüşünde de olduğu, tarif etmekte zorlandığım bir kadın…

Kendimi birden, röportaj demenin zor olduğu bir sohbetin içinde buldum; iki meraklı kadının birbirini keşfetme saatleri diyelim. “Bu sohbetten bir şey yazamazsam beni affet.” dedim. “Boş ver, gittim Mine’yle tanıştım çok güzel bir sohbet ettik dersin.” diyerek içimi ferahlattı; ama atladığımız bir şey vardı; o her sözüyle, her hareketiyle adama kitap yazdıracak bir kadındı…

“Her zaman mı farklıydın?” diye sordum ve çocukluğundan başladık yürümeye: “Sokakta oynayarak büyüyen bir çocuktum. Bir gün dört yaşlarındayken çete savaşı yapıyor arkadaşlarım, birbirlerine taş atıyorlar. Dedim, birbirimize taş atmamız çok yanlış, yapmayalım biz taş atmayalım. Onları sözlerimizle kaçırabiliriz.” O gün herkesin ona deli diye baktığı ve oyun dışında bıraktığı bir gün olmuş. Kendini ilk o gün farklı hissetmiş. Sözlerin gücü için hala aynı şekilde düşünüyor ancak şunu da eklemeden geçmiyor: “Evet, sözlerimizle kaçırabiliriz ama tabii ki kaçırmayıp kafamıza taşı yiyoruz.” Kendini şanslı addediyor, kitaplarla tanışması daha okuma, yazma öğrenmediği yıllarına dayanıyor. “Babam bana Nazım Hikmet şiirleri okurdu, daha okumayı öğrenmeden Nazım şiirleri ezberlemiştim.” diyerek anlatıyor edebiyatla ilk tanışıklığını...

“Ben daha ilkokuldayken ne isteyip ne istemediğini bilen bir çocuktum.” diyor. O zamanlar tiyatrocu olmak istediğini anlatıyor; ancak babasını on yedi yaşında kaybedince hayatı altüst oluyor, manevi çöküntünün yanı sıra maddi çöküntüye de uğrayınca kapağı hemen üniversiteye atıyor, Latin Dili ve Edebiyatı okuyor. “Tiyatrocu olamadım; ama işimin anlatarak veya yazarak olacağını biliyordum.” diyor. Başka türlüsünün mümkün olmadığını söylüyor. Üniversite bitince para kazanma kaygısıyla hemen iş aramaya başlıyor. Sonuç olarak kendinden ve isteklerinden uzaklaşmayıp gazeteciliğe başlıyor. Sohbetin burasında rahat bir nefes alıyorum, sanki sonunu bilmediğim bir hikâye dinliyorum. Editörü ondan Adalet Cimcoz’la ilgili bir biyografi yazmasını istiyor, ortaya bütünlüğü olan harika bir deneme çıkıyor. İşte bunun üzerine sevgili Mine Söğüt ilk romanı olan Beş Sevim Apartmanı’nı yazıyor. Yapı Kredi editörü, romanı okuyunca: “Mine, bunu biz basıyoruz.” diyerek edebiyatımızı deli hikâyelere kavuşturuyor. “Eğer o gün editörüm, bu olmamış deseydi bir daha yazmazdım,” diyor ve şöyle anlatıyor: “İstanbul dışında her yer taşradır, eserinin okuyucuyla buluşması bu anlamda İstanbul dışındaki her yazar için zordur; ancak iyi edebiyat sonunda değerini bulur.” Bulduğuna inanıyorum.

Deli Kadın Hikâyeleri’ni ilk okuduğumda binlerce parçaya bölündüm. Kadın olmanın, kadın olamamanın sancısını her hücremde hissettim. Altını çizdikçe satırların, kâğıt kesiği yaralar oluştu tenimde; örttüğüm, gizlediğim, sakındığım ve utandığım her yanım çırılçıplak kaldı.

“Aslında ben kasıklarımdaki sancı ve
Bacaklarımın arasındaki ıslaklık kadarım.
Ne bir eksik… ne bir fazla.
Beni rahat bırakın.
Dilediğim kadar sevişeyim, dilediğim yerde öleyim.”

Bu deli hikâyeleri yazan deli bir kadın olmalıydı; belki mutsuz, belki umutsuz, fazlasıyla mağdur bir kadın. Kesinlikle acı anıları olan, belki tacize uğramış, belki dövülmüş, sövülmüş, aşağılanmış… Hayır! Gördüğüm gayet aklı başında, gayet şanslı, yalnızca haddinden büyük gözleri olan bir kadındı!

“Kadınlığımı önemseyerek büyümedim hatta bunu ayıp bildim, ben önce insanım! Ama sırf gözden oluşan bir insanım ve önümde, arkamda, tepemde her yanımda gözlerim var ve maalesef görüyorum! Gördüğümü de yaşıyorum, hissediyorum ve kalbimin kabul etmediği hayatlar görmek beni öfkelendiriyor. Kadınlık tarifim, kendi üzerimden değil yaşadığım toplum ve hatta dünya üzerinden yaptığım bir tarif.”

Tarihin başından bu yana kederle, acıyla örtülü bir varoluşu sürdürüyoruz. İtirazım var, diyorum: “Önce kabul etmekle başla, sonra çözüm üret.” diyor. Umutsuzum, çıkar yol bulamıyorum, diyorum: “Umut her zaman var, her şey mümkün.” diyor. Hareket edemiyorum diyorum: “Çıkmaz sokak görünce kalıvermek! Dön çık ve diğer sokaktan devam et veya tırman öbür tarafına bak, hiçbir prangamız yok!” diyor. O konuşuyor, o konuştukça sözler uçmuyor, havada mıhlanıp kalıyor; konuşuyor, konuştukça büyütüyor; beni, görüşümü, ülkemi ve dünyamı…

Küçücük bir köyde büyük, büyük, büyük bir sohbet dolaşıyor; sokaklara, taşlara ve toprağa dökülüyor. Köyün çılgın kedilerinin ayaklarına değiyor, ayaklarının değdiği her yere bulaşıyor.

Kediler… Mine Söğüt kedileri çok seviyor ve merak ediyorum kedilerin edebiyatta yeri neden bunca sağlam. Bilge Karasu, Enis Batur, Sait Faik, Peyami Safa daha birçok yazar kedileri edebiyatın içine katmışlar. “Neden?” diyorum. “Masada yaşıyorlar çünkü, kitap okuyorsun üstünde yatıyorlar. Yazıyorsun, patilerini atıyorlar. Bizden güçlü bir ilişkileri var edebiyatla. Kedi hep senin baktığın yerdedir, kedi seven yazarların şansı yok çünkü devamlı kadraja giriyorlar. Böylece bilinçaltı kedisiz olmaz diyor.” diyerek beni gülümsetiyor. Yavru bir kedi bulsam alıp eve götürecek hale getiriyor...

Kafka’ya geliyor bu kez söz: “Kafka, benim on beş yaşlarında Dönüşüm’le keşfedip büyülendiğim bir yazardı, aynı dönem Sartre’ı da keşfettiğim, Borges’i okumaya başladığım ama bir ucunda da Boris Vian’ı şaşırdığım ve Beckett’le kendimi bulduğum zamanlardı. Tam o ergen dönemlerde bu kitaplar sana yalnız değilsin diyor ve birden bir akrabalık kuruyorsun. Kafka da benim o akrabalarımdan biri. Edebiyatın gücünü görüyorsun!”

Edebiyatın gücünü soruyorum bunun üzerine; “Diğer her şey kadar.” diyor, katılmıyorum; nasıl ki Kafka, Beckett sizi dönüştürüyorsa, Mine Söğüt okumak da aklın sınırlarına saldırıyor, duvarları yıkıyor, demirleri söküyor, dişlerinizi kenetliyor; aslolan o da dönüştürüyor! “Yazmasam deli olmazdım.” diyor. Yazmasa deli olurum, biliyorum.

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm. Bomba olur patlarım; kulesinden, köprüsünden aşağı atlarım. Elimde bir bıçak her yerime saplarım. Tavandaki bütün ipler kendimi asmam için sallanır. Arabalar önlerine atlamam için yol alır. Denizinde, lağımında, çöpünde kimliksiz cesedim. Kimsesizler mezarlığında daracık çukurlara sığar dev cesaretim.”

Küçücük bir kadın, dev cesaretiyle yazıyordu. Yazmalı, yazmalı, yazmalı…

Yazmalıyım…

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Nergis Seli

Kadınlık Çıkmazı

$
0
0

Bastırılmış kişilikler ve toplumlar en sarsıcı dalgalanmalara gebedir. Bu dalgalanmalar toplumun her kesimine kadın erkek ayırmaksızın sirayet eder. Özellikle kadınların hiçleştirildiği, değersizleştirildiği ve köleleştirildiği toplumlar mutsuzluğa mahkûmdur. Yani bunu erkekten bağımsız sanmak büyük bir yanılgıdır.

Daha küçük bir çocukken “Kız çocuğu şunu yapmaz, ayıptır, günahtır, çok konuşmaz, sesli gülmez vs“ diyerek büyütülür kadın. Daha tazecik beynine işlenir içinden geldiği gibi davranmaması gerektiği. Öyle ki, hayatı öğrenmek üzere oynadığı oyunlara bile müdahale edilir.

Neyi yanlış yaptığını ve neden sürekli düzeltildiğini idrak edemeyen, sürekli hata yaptığını düşünen küçük kız zamanla başkalarının talimatlarına muhtaç hisseder kendisini. Onaylanmak ve izin almak kişiliğinin bir parçası haline dönüşür.

Ergenlikte tavan yapar baskılar. Yaşadığı çevre ve bu çevrenin zihniyetine göre karşılaştığı baskı çeşitlenir; şiddeti artar veya azalır. Fakat bu baskı hep vardır. Evinden gelmese, komşusundan gelir, komşusundan gelmese mahallesinden gelir, mahalle mi kaldı artık derseniz; gelir, sitenin güvenliğinden gelir. O da mı olmadı, sosyal medyada paylaştığı fotoğrafın altına yorumla gelir; bir yerden kulağına çalınır.

Cinsel kimlik ve kadınlık yetilerinin oluştuğu ergenlikte, biraz olsun zincirlerini kırmaya meyleden kadın, meylinin şiddetiyle doğru orantılı bir tahakkümle karşılaşır. Tüm duyguları bastırılan, hissiyatı, coşkuları, arzuları baltalanan kadına zaten ağır yaralar içerisindeyken yapmak veya sahip olmak istediği her şey için onlarca şart koşulur; şartları katı kurallar, kuralları ihlaller ve ihlalleri cezalar izler. Bu baskıları biraz olsun kırabilmiş genç kadınlar şanslıdır nispeten ama onlar da hep bir bahaneyle yaşamayı öğrenirler; doğruyu söylerse direkt reddedileceğini bilen kadın, küçük bahanelerle başlar işe. Pembe yalanlar büyük yalanlara dönüşür. Yaşananlar unutulmak ve yalanlanmak üzere yaşanır.

Ergenlikten çıkarak yetişkinliğe adım atan kadın, çalışmaya başlamasıyla bir nebze rahatlamış olmasına rağmen, çevresinden evlenmesi konusunda baskı görmeye başlar. Bu baskı sempatik biçimde de tezahür edebilir; ama bilin ki evlense de bitmez. Talepler “Çocuk yap”a dönüşür. Çocuk yapınca çocuğuna nasıl bakması gerektiği konusunda bolca nasihate, akla ve görüşe maruz kalır. Etraf, ahali, toplum, ona mütemadiyen “Sen bu çocuğa bakamıyorsun” mesajını verir. Öyle ki yoldan geçen, hiç tanımadığı kimseler bile yorum yapma, müdahale etme hakkını görür kendisinde. Kadın ise bir kez daha yetkinliğinden ve yeteneklerinden tereddüt ederek boyun eğer. Çünkü bazen o ısrarlar, o nasihatler öyle bir boyuta ulaşır ki sadece ‘SUSSUNLAR’ diyerek kabul eder dayatılanları.

Sonra “İşin mi çocuğun mu?” çıkmazına sokularak bir seçim yapmaya zorlanır ve seçimi ne olursa olsun fütursuzca yargılanır. Çalışsa kendisine sürekli çocuğunun ona ne kadar muhtaç olduğu hatırlatılır, çocuğuna bakmayı tercih etse yaşıtlarının hangi kariyerin doruklarında olduğundan bahsedilir. Neticede gelinen nokta hep aynıdır: Kadın üzülür ve içine döner.

Toplumun taleplerini hiçbir zaman karşılayamayan ve olduğu gibi kabul edilmeyen kadın, takdir edilmemesi bir yana daima hemcinsleriyle de kıyaslanır ve kendisi bile farkında olmadan, hemcinslerini çekememeye, kendisinden daha mutlu “sandığı” her kadına kıskançlık duygularıyla bakmaya başlar. Kendi olabilmeyi başarmış kadınlar her zaman önce kadınlar tarafından ayıplanır, en amansız eleştiri ve tepki de onlardan gelir. Yani kadınların en acımasız davranışları yine kadınlardan görmesinin temel nedeni budur.

Sonra çocukların büyümesiyle kadının başarısı ve varoluşu, çocukları üzerinden derecelendirilir. Çocuklar ne denli avukat ve doktorsa, ne denli mühendis veya paralı iş sahibi ise kadın o denli başarılı ve “iyi anne” sayılır. Bu nedenle, çocuklarının mutluluğundan ziyade etrafın ne diyeceğini daha çok önemseyen anne, çocuklarının üzerinde amansız bir baskı kurar. Oyunlarını nasıl oynamaları gerektiğinden, neye inanmaları gerektiğine; hangi okula gitmeleri gerektiğinden, hangi mesleği seçmeleri gerektiğine kadar kontrol etmeye çalışır. Bu noktada ondan başka varoluşlara ve tercihlere saygı duymasını beklemek anlamsızdır. Zira bu olgunluğu gösterebilecek ve farklılıkları kabul edebilecek alt yapıya sahip olamamıştır.

Ve kargaşa, işin içine erkeğin girmesiyle daha da büyür. Mutsuz, kendini bile tanımayan kadın, bir erkeği nasıl mutlu edebilir ki? Mutluluğun karşılıklı bir alışveriş olduğundan bihaber, beklentiler içerisindeki erkek, nedense mutlu olmak için, karşısında güçlü kadın ister. Toplumun yarattığı tereddütler içerisindeki bu kadın onu mutlu edemez. Bu sefer de kadın “güçsüzlük ve acizlik” ile suçlanır, küçümsenir. Kadının edilgen olmasını isteyen erkek ise zaten onu daha çok bastırabilmek ve sindirebilmek için bu tercihi yapar. Evliliğinde de mutluluğu bulamayan kadın, çoluğu çocuğu için, huzuru ve “ağız tadının” bozulmaması için katlanmak, susmak, kabullenmek zorunda kalır. Sonuçta çocuklarına tutunur sıkı sıkı. Onları varlığının tek sebebi gibi görmeye başlar; toplumdan ve kocasından göremediği ilgiyi, takdiri ve sevgiyi özellikle oğlundan beklemeye başlar. Oğlunun başka bir kadını mutlu etmesini içten içe hazmedemez. Çocuğu olabilecek başka bir kadını kendi rakibi gibi görmeye başlayarak sağlıksız ruh halini bir kez daha ortaya koyar.
Çünkü kadın toplumun domino taşıdır. Devrildiği anda tüm taşlar yıkılmaya başlar. Zira kadın geleceğin annelerini ve kocalarını yetiştirir, bir sonraki neslin temellerini atar. 
Kısacası, doğumundan ergenliğine, ergenliğinden yetişkinliğine kadar kendisine sürekli nasıl davranması gerektiği öğretilen kadın, bir noktadan sonra, kendisine yabancılaşır. İsteklerinin, tercihlerinin ve yaşadığı hayatın kendi seçimi olduğuna inanmaya başlar, sorgulamaz. Bu durumda da neden mutsuz olduğunu idrak edemez. Mutsuzluğunun sebebini fark eden kadın ise acil çıkış kapısı arar. Kimileri o kapıdan çıkmayı başarır. Başaramayanlar ise ya başarısızlıkları ile yüzleşip umudunu kaybeder ya da yenilgiyi kabullenemeyip daha da gömülür mutsuzluğuna.

Tüm bu mutsuzluğu toplumdan bağımsız sanmak akıl dışıdır. Çünkü kadın toplumun domino taşıdır. Devrildiği anda tüm taşlar yıkılmaya başlar. Zira kadın geleceğin annelerini ve kocalarını yetiştirir, bir sonraki neslin temellerini atar.

Uygulanan baskı ve dayatma son derece sistemli ve amaçlıdır elbet. Jüponlu Sırtlan’ın da dediği gibi:

"Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir; ancak, iktidarlar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak."

Kendini ifade edebilen, düşündüğünü açıklama cesareti gösterebilen ve “ben bu dayatmayı kabul etmiyorum” diyen kadınlara “GÜÇLÜ KADIN” denir. Onlar hem hayran hem korkan gözlerle izlenir. Çünkü onlar düşünmeye korkulanları dile getirmektedirler: Eleanor Roosevelt, Rosa Parks , Mary Wollstonecraft, Harriet Beecher Stowe; Jane Austen, Simone de Beauvoir, Halide Edip Adıvar; Frida, Coco Chanel, Bedia Muvahhit… Kimisi köle sistemini benimsemiş toplumlarda köleliğe karşı savaş açmıştır, kimisi kadınların ezilmesine karşı, kimisi aşkını cesurca yaşamış, kimisi kadınların yok sayıldığı bir dönemde onlarca kitap yazmıştır! Aslında onlar sadece çıkış kapısından geçebilmiş kadınlardır.

Bu açmazlardan, çıkmazlardan kurtulmak için, kapıyı bulmak, eşiği geçebilmek için, kadın öncelikle etrafında örülen bu duvarın hayali bir halkadan başka bir şey olmadığını görmelidir. Dayatmaları sorgusuz sualsiz kabul etmeyi tez zamanda bırakmalıdır. Sorunların kaynağı başkaları ise çözümü kendisi olabilmelidir. Birilerinin yardıma koşmasını beklemek yararsızdır. Bunu yapmak için kahraman olmaya veya dünyayı değiştirmeye de gerek yoktur. “Benim yapmamla olur mu, değişir mi, düzelir mi?” soruları oyalanmaktan ve bahane üretmekten başka bir şey değildir. Kabuğunu kırmak vereceği tek bir karara bağlıdır. Ve asla korkmamalıdır. Aslında onların kendisinden korktuğunu anladığı gün, işte o gün, kendi devrimini gerçekleştirecektir.

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Feyza Altun
Çizim: Tülay Palaz

çok yaşa

$
0
0

sessiz bir akşamüstüydü,
kararlar almaya çalışıp evrildiğimiz günlerden biriydi.
kar gibi bir şey yağıyordu da tutmuyordu çatımızı beyaz renk.

açık pencereden içeri giren toz yüzünden burnum kaşındı zannediyordu,
üç kere hapşurdum.
üç kere baktım gözlerine,
umursamadığını zannetmiyorum. umursamaz biri değildi.
öyle biri olsa aşık olmazdım, olamazdım.

birkaç yıl önceyi hatırladım,
ailemin evindeydim; gece saatleriydi.
babam televizyon başında haberleri izlerken
annem muhtemelen yatağında koyunları sayıyordu.
birkaç meymenetsiz adamın sesi vardı evde siyasetten bahsediyorlardı,
babam hapşurdu.
üç kere.
koştum içeri, su alır gibi yaptım buzdolabından.
üç kere;
çok yaşa
çok yaşa
çok yaşa,
dedim.
televizyondaki adamların sesinden başka bir ses duyamadım.

o gece de ağlarken uyuyakaldım.

hapşurmak büyük meseledir, bilmezseniz bilin diye yazdım.
bir anlık ölür insan, bilimadamlarından tutun peygamberlere kadar
hepsi söyler bunu.
her hapşurduğunda öldüğünü biliyor musun? kalbinin, o nice geçici dertleri salıp durduğun kalbinin durduğunu?

sonra sil baştan, güzelim kalbinin çalıştığını.

çok değil, azıcık nefesle söylenen bir söz insanı daha çok yaşatır,
bilirsin değil mi?
hapşurana çok yaşa,
çok yaşa diyene sen de gör
demekten ibaret sevgi.

insan sevmediğinin bile ölümünü istemez oysa, değil mi?

ölüm gazeli

geçip gitmede ömür
umutlar hep yarın,yarın,yarın
tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar,
boş didişmeler,
faydasız gürültüler
aklını başına al kardeş.
günü,bugün say,
ve bak bakalım
hangi sevdalara harcamadasın sayılı günlerini?

bazen cüzdan doldurmayan bir iş,
bazen mide ondurmayan bir aş telaşı.
nefesler bir bir tükenmede kardeş,
ömür akmada.

mevlânâ

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Dilan Bozyel

Dile Gelmişsin İstanbul

$
0
0

Bir ilkbahar sabahı düşmüş açık mavinin her tonu gökyüzüne ve yüzümü yakıyor güneş. Sahiller boyunca vapur seslerine, kaldırımlara karışmış insan yansımaları. Telaş içinde savrulmuşlar dört bir yanına Taksim’in. Öte yandan ağız ağza dolu tramvaylar, otobüsler, arabalar geçiyor önümden. Ve başını almış gidiyor asfalt ayaklarımdan. Belki dükkânını açmak üzere evinden çıkmış üç beş adam, okuluna geciken saçı atkuyruğu küçük bir kız, köşede kavga eden iki sevgili. Yanımdan geçip gidiyorlar ait oldukları yerlere, yollara belki yönlere. Yürüyorum Beyoğlu sokaklarında. Hangi köşe başına çıksam bir hikâye anlatacak şimdi. Usulca başlayacak hikâyesine ya derdine edip de ortak ya da sevincine dost. En hüzünlüsüdür Galata. Diyecektir ki, “Ne yangınlar gördüm, ne imparatorluklar, ne esirler, ne yıkımlar gördüm, ne yıkanlar. Ne manzara görebildim, ne insanlar…”

Üçtaş oynayan çocuklar gördüm bir öğle sonrası. Boyası dökülmüş evlerden yemek kokuları taşıyor, hayat gibi sokağa. İçime çekiyorum. Tam ortasındayım Balat’ın. Karşımda bir kahvehane, içinde genç şair hasretini yüklemiş omuzlarına. Şiir yazıyor, çay dumanının buğulu görüntüsüne. Durdum bir yerden göğü, Haliç’i dinledim. Hangi evin önünden geçsem bir hikâye anlatacak şimdi. Milyon tane hayatın gelişine gidişine tanık olan kapıları fısıldayacak küçük çatlaklardan. Diyecektir ki, “Elbet çatlakların yerini insanları dolduruyor evin, zamanın yerini çivi izleri aldığı gibi boylu boyunca.”

Gece uykunun kolundan çekiştiriyor şehri terk etmek için. Boğaz rüzgârı, martı çığlıklarına karışmış çoktan Sarıyer’de. Dalgalar kayıkçıların ağlarına uzanmış, balıklar denize meftun. Hangi sahile vursam bir kıyamet kopacak şimdi. Dile gelecek mehtaba dalmış deniz. Diyecektir ki, “Ya oltasına takıldım kaldım hayallerine dalmış ihtiyar balıkçının ya da yazgısı kalbinin limanını arayan genç bir kaptanın.” Kaldırım taşlarını araladı dalgalar, ağladı saatlerce. Saklandığı gökten örtü misali dökülüyor yağmur damlaları üstüne İstanbul’un.

Bir adam dikiliyor iskelenin önünde, gazete bayiinin yanında hemen, elinde simit. Geri dönüşü olmayan vedalar yağar yağmur gibi çatısına Haydarpaşa’nın. Oturdum merdivenlerine, kalabalıklar düşündüm. Birbirine sarılmış insan silüetleri, trenin arka ışıklarına karışmış, nice eller gördüm. Bavulunu çarpa çarpa yetişenlerin, yüreğine basa basa gidenlerin sesleri kulağımda hala. Vagonlarca geçiyor kelimeler, geçip giden diğer her şey gibi sessiz sessiz. Ey iliklerine kadar mağrur, ıssız, soğuk istasyon, merhaba! Ve oturmuşuz karşılıklı Kız Kulesi’yle. O, bir ok atımı kadar uzak kuleden bir ada. Sürgüne vatan, kaleden dünya. Bense bir tutkun İstanbul’a. Hangi söze sığınsam, inkâr edecek şimdi. Diyecektir ki, “Güzelliği de Kız Kulesi gibi İstanbul’un, hüznü de.”

Yeşilin en güzel tonu, yol kıvrımlarına boylu boyunca uzanan. Burnumun direğinde hala denizin tuzlu bahar kokusu. Ortaköy Camii güvercinleri seyre dalmış. Ufka ulaşmış mı akşam güneşi? Bir ihtiyar camiden çıkıyor elinde baston. Bir bank seçiyor, en güzel meydanına komşu Boğaz’ın. Eminim dilinde bir türkü ve közlenmiş kestanelerin tatlı tadı. Hangi şehre sürgün edilsem ahı kalacak şimdi. Sen körler ülkesinin karşısına kurulan kent, İstanbul. Diyeceksin ki, “Bilirim gökte bembeyaz bir güvercinin, sürgünde esirin, gezginin, insanı bu şehrin, mavi bir balkonun bulutlarından, benim toprağımı aradığını ve bilirim vedalara sığındığını ancak özlem kalacak şimdi…”

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Melissa Keçeli
Çizim: Muhammed Ali Üzen

Labirent Yolcusu

$
0
0
Anafilya
Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. İç sıkıcı duvarları çınlayan dolambaçları izlemek yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda hangi gizil bükeyler büküntüler şiddetin galerileridir ki. Zamanın tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar. Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin ayrımındayım. Büklümlü gece bana doğru kükrüyor ve de ıssız ulumaların yankısını taşıyor. Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada,
nasıl bir alın yazısı sonsuza dek kendisini taşımak bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir. Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür.
Jorge Louis Borges
Yunan mitolojisine baktığımızda labirentin ilk örneğinin mimar Daidalus tarafından Girit Kralı Minos için yapıldığını görürüz. Daidalus, Minotaur'u hapsetmek için Kral Minos tarafından labirenti yapmakla görevlendirilen ilk mimardır.

Labirent mistik düşüncede "zaman" kavramını temsil eder. Yani zamanın aşkınlaştığı "ebedi şimdiyi". Mitlerde zaman art süremli değildir. Birbiriyle senkronik olan zamanların hepsi şimdiki zamana bağlanır. Başlangıç ve yaşanan an (şimdi) birleştirilir. Kadim insanların zaman kavramına nasıl baktığı ile ilgili ipuçları masal ve mitoslardaki tanrısal figürlerden bize göz kırpar. Bu mitoslarda tek yönlü lineer, doğrusal zamanın tersine döngüsel, yenileyen ve ters akışlara olanak tanıyan bir zaman anlayışı geliştirilmiştir. Kadimler zamanın akışını bir labirent gibi birbirini yenileyerek sonsuzca büyüyen, birleşen, ayrışan, paralel giden, çatallaşan baş döndürücü bir zaman ağı gibi düşünmüşlerdir. Bu akış sonsuz olasılıklar barındırır. Bu anlatılarda iç içe girmiş ve sonsuza kadar giden evren kurgusu tam da bir labirenttir.

Labirent kavramı, yaşamın içindeki pek çok gerçeğe metaforik bir gönderme yapar. Ruhumuzu zamanın büyülü dokusunun arkasından sürükler. En temel varoluşsal problemlerimize çözüm aratan soruların peşinden giderken son bir soruda durup cevabını bulmakta gerçekten zorlanırız. Bu soru, "ben kimim" sorusudur. Aslında neyin içinde olduğumuzu anladığımızda, ne olduğumuzu, kim olduğumuzu anlarız. Gerçekte biz neredeyiz, neyin içindeyiz. Aradığımız tüm soruların cevabı bizi yine kendi içsel dehlizlerimizin labirentine sürükler. Orada karşılaşacağımız sadece salt kendimiz değildir. Kolektif bilincimizin ve ruhumuzun derinliklerindeki mental miras ve arkeik hafızadan beslenen pisikemiz, yani bilinç ve bilinç dışını içeren kişiliğin temeli mitlerden oluşur. Mitler, bizi kendimiz hakkındaki en soylu ve samimi çözümlemelere götüren ruhâni metaforlardır. Kolektif bilinçaltımızdaki arketiplerin her birinde başka bir yüzümüzü keşfederiz. Bazen şeytan, bazen melek, bazen tanrı olan yüzlerimizi. Pisişemizin fantezi ve realite sarmallarından örülü duvarları da âdeta bir labirenttir. Bu labirentin içinde gezinmeye karar verdiğimizde kendi kozmik köklerimizi aramaya başlamışız demektir.

Gerçek ve fantezinin sınırlarını her aştığımızda kendisini yeniden oluşturan ve duvarlarını yenileyen içsel labirentimizin bir haritasını çıkarmak demek, cevabını bulamadığımız o soruya gerçek anlamda yaklaşmak demektir. İçimizde bütün insanlık tarihini şifrelenmiş bir halde taşıdığımız için, kolektif bir insanlık zamanı ile birlikte bugünkü bilincimizi oluştururuz. Eskilerin unutulmuş insan ırklarının yaşam, ölüm, ilahi düzen, zamanın gizemleri ile ilgili bildikleri her şey ve varoluş gerçekliklerinin neresinde durduklarının bilgisi kodlanmış bir şekilde her insanda gizlidir. Metaforlaştırılmış tüm insanlık tarihinin kodlarını aça aça ulaşabileceğimiz sırlardan uzanacağımız gerçekliğin çekiciliğine kapılanlar, kendilerini her zaman bir labirentin içinde bulmuşlardır.

Labirentin kapısına gelen her insan için, o güne kadar kendisinin kim olduğunu ifade ettiği her şey birden anlamını yitirmiştir. Bu sınıra geldiyseniz kim ve ne olduğunuzun gerçek ipuçlarını bulmak için yapmanız gereken şey, eski sizi temelden yıkıp yeni bir içsel inşaata başlamaktır. Bunun için de beynimizin o güne dek çalıştırılmamış belli kısımlarının harekete geçirilmesi yoluyla zamanlar arası bilgilere uzanan bir bağlantıya geçmemiz gerekir. Bu bağlantı kendiliğinden oluşur. Çünkü doğru sorular doğru cevaplara götürür. Eğer soru çok katmanlı ise cevap da zamanlar ötesinden çok katmanlı olarak belirir. Dünyamızı gerçek ve düş diye ikiye bölüp çoğaltmaya devam ede ede yeni bir labirent inşası başlatmamız, tarihsel zamandan çıkarak bengi zamana, erdemlerin, değerlerin, idelerin ve ilkelerin zamanlarına dahil olmaya başlamamız gerekir. Binlerce senedir mistiklerin içimizde olduğunu söylediği evrensel/külli bilgi yani Levh-i Mahfûz'a ulaşabilmiş beyinsel holografik mekânizmanın bizi çıkaracağı yolculuğa hazır olmak, zamanın doğrusal tek bir çizgi üzerinden temsiline karşı çıkıp, geçmiş gelecek algımızı değiştirmemiz ile olacaktır. Bu algıyla düşünmeye devam ettiğimizde şimdiye dek hep geçmişin geleceği şekillendirdiğini düşünürken, artık fark ederiz ki şu anda aynı zamanda geçmişimizi de oluşturuyoruz. Ve aslında doğrusal zamanın tersine döngüsel bir zamanla birlikte yaşama eşlik ediyoruz. Sonsuz boşlukta her şey başka bir şeyin içindedir. Biten her şeyin arkasından yeni bir boyutsal derinlik başlar. Girdiğimiz her berzah, yeni bir boyuta açılan kapıdır. Bu boyutlarda düşüncenin akış hızı daha farklıdır. Frekans olarak bilincimizi hangi düzeye uyumlarsak o boyuta açılırız. Tabi bu ulaşım ve yolculuğa rasyonel/ seri işlemli mantıkla çıkılamaz. Şimdiye kadar bilinen ulaşım yollarından bir tanesini seçmemiz gerekir. Bunlar meditatif aktiviteler, mistik yaşantılar, vecd halleri, sembolik, allegorik düşünceler, zikir vs. gibi deneyimlerdir. Bu yolları deneyimleyen her yolcu tüm bunların sonunda daha büyük bir şeyin parçası olduğunu anlar ve kim olduğu sorusunun çok katmanlı ama bir o kadar da basit bir yanıtıyla karşılaşır.

Labirent metaforuna psikolojiedebiyat etkileşiminden baktığımızda göze ilk çarpan nokta eser, Jorge Louis Borges'in toplu eserlerinin ilk cildi olan Ficciones'de yer alan "Yolları Çatallanan Bahçe" adlı öyküsü dür. Psikoloji ve edebiyatı ortak paydada buluşturmayı başarmış olan bu büyük yazar, insan doğasının labirentlerinde gezinerek onun bütünlüğüne göndermelerde bulunmuştur. Bu öyküde Borges sayısız ilişkiler aracılığıyla, birbirini kesen sonsuz olasılıklara dayalı bir kurgu yaratıp yazdığı eseri bir labirent haline getirmiştir. Umberto Eco da Gülün Adı adlı eserinde labirent şeklinde tasarlanmış bir kütüphaneye izinsiz giren kişinin macerasını anlatmıştır. Çağdaş sinema da labirent metaforuna kayıtsız kalmamıştır; "The Maze Runner" ve "Inception" filmlerindeki kahramanlardan birisi iç dünyaya, diğeri ise dış dünyaya açılan bir asansör ile maceralarına başlar. Mr.Nobody filminde de, filmin baş kahramanı hayatın kaosu ve çok boyutluluğu içinde kendisinin farklı bir yüzü bir tekrarı ile karşılaştıkça aslına bir labirentle karşılaşmaktadır. Aynı olay ve durum karşısında sürekli yeni seçimler yapmak zorunda kaldığı bir hayatı yaşadığını, daha doğrusu bir labirentte ilerlediğini anladığında, aslında asla bir seçim yapmadığını, bütün olasılıkları aynı anda deneyimlediğini anlar. Kuantum fiziğinin bir yorumu olan Çoklu Dünya Teorisi veya Çoklu Evren Hipotezi'ne göre söyleyecek olursak, bir olayın sonucuyla diğeri arasında seçim yapmak zorunda kaldığımızda her iki olay birden meydana gelir. Ancak bunlardan sadece bir tanesi bizim evrenimizde, diğeri ise her şeyi bizimle aynı olan bir başka evrende gerçekleşir. Bütün bu evrenlerden diğer evrenlere erişilebilir.

İnsan kendi labirentinden ibarettir. Her bilgi, her olay yani her dönüş olası, çeşitli geleceklere doğru açılır. Labirent, zamanın aşkınlaştırıldığı "ebedi şimdidir". Labirentin her kapısının üç şifresi vardır; bunlar psikolojik, toplumsal ve evrensel boyut algımızdır. Labirentin haritasını oluşturan bireyin psişik süreçleridir. Labirentin her dönemecinde kolektif imgelerle karşılaşıp bunlardaki bilinç dışı enerjiyi ve varoluş dinamiklerimizi bilince çıkarırız. Simya bilimi hakkında Artephius'un ünlü deyişi şöyledir; "Her kim simyacı filozofların yazdıklarını simgesel değil de, harfi anlamda alırsa, asla kurtulamayacağı bir labirentin bucaklarında kaybolur."

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Filiz Korur
Çizim: Leyla Kanber

Dünyevi Zevkler Bahçesi - Hieronymus Bosch

$
0
0
Hieronymus Bosch

“Ipse dixit, et facta sunt; ipse mandavit, et creata sunt”

Eski Ahit’ten olan bu sözler, “Tanrı buyurdu ve yaratıldılar; sonra emreyledi ve öylece durdular,” demek. Alıntı aynı zamanda, 15.-16.yy. Hollandalı ressamlarından olan Hieronymous Bosch tarafından ünlü triptiği “Dünyevi Zevkler Bahçesi”nin dış kapağında kullanılmış ve eserin kontekstini belirlemektedir. Biçem olarak eser, biri merkezi olarak üç panel üzerine yapılmış ve paneller kapanınca yine bir başka kabartma (rölyef) resimden oluşuyor. Tarz bakımından ise sürrealizme öncülük ettiği ve her ne kadar açıkça inkâr etse de Salvador Dali de dâhil olmak üzere birçok ressama ilham kaynağı olduğu biliniyor.

Dış panelde tanrının dünyayı yaratışının 3. günü tasvir edilmiş, yani bitkiler yaratılmış fakat hala hayvan ve insanlar hala yaratılmamış. İç panellerdeki canlı ve hayat dolu tasvire tezat bir şekilde dış panelde soluk yeşilgri tonlamalar dışında bir renk kullanılmamış. Kompozisyon devamında gelecek, yaşam dolu fakat aynı zamanda günahlarla bezeli kötümser bir geleceğin habercisi niteliğinde. Tanrı ise yaratımının yanında oldukça küçük kalmış, küre dışında, sol üst köşede konuşlanmış.

İç paneller ise geleneksel şekilde soldan sağa doğru okunuyor fakat buna karşı çıkanlar da bulunmakta; zira her ne kadar tinsel bir bağlam üzerine inşa edilse de, standart inançlardan ve benzer konulu çalışmalardan birçok kez sapmalar göstermekteler. Örneğin en soldaki cennet tasvirinde, hâlihazırdaki inançlara koşut bir şekilde, Tanrı Âdem’e Havva’yı tanıtıyor fakat aynı anda birbiri ile beslenen hayvanlar, dolayısıyla ölümün de var olduğunu görüyoruz. Bununla beraber sağ alt köşede ise kitap okumakta olan, kıyafetler içinde ilginç, gagalı bir yaratık göze çarpmakta. Orta panelin ufuk çizgisi ise soldaki panelin ufuk çizgisi ile aynı seviyede, dolayısıyla uzamsal bir bütünlük söz konusu. Kompozisyon yüzlerce çıplak insan ve hayvan figüründen, ayrıca gerçek dışı boyutta objelerden ve meyvelerden oluşuyor. Bu panel, çalışmanın güncel isminin (çalışmalara isimlerini eskilerde sanatçılar vermiyor, daha sonradan başkaları tarafından isimlendiriliyordu) işaret ettiği “dünyevi zevkler”in anlatıldığı asıl yerdir. Ortada yer alan havuzdaki çıplak kadın figürleri, havuz etrafındaki diğer insanlar ve hayvanlar tarafından adeta tavaf ediliyor. Cinsellik bir araçtan çok kendi içinde bir amaç halini almıştır. Kadınların vücut dillerinden ise sıkıldıkları anlaşılıyor. Bu ve buna benzer Hıristiyanlıkta günah kabul edilen davranışlar sergileyen birçok figür, insanlığın şehvet peşinde kendinden geçmeye başladığı, şuursuzluk ve karmaşıklık halinin ortaya çıktığı, modern zamanlara önayak olan ilkel zamanları anlatmaktadır. En sağdaki panelde ise ilk panelde Âdem’in Havva’ya şehvetli bakışlarıyla başlayan ve merkez panelde vuku bulan “ahlaki çöküş”ün cezası niteliğinde olan Cehennem tasvir edilir. Yine aynı isimli kitabında, Peter S. Beagle bu bölüm için şöyle der:

“Bosch’un cehenneminde, her şey görsel bir argo. Ceza, işlenen suç ile uyuşmakta. İğrendiren tahtında otururken obur insanları yutup dışkı çıkaran bir şeytanın altında oluşan göletin yanına çömelen cimri kişi, hala kullanımda olan, paranın doğasıyla alakalı bir Alman deyişini tasvir eder.”

Aslında o dönem, Bosch bu çalışmayı soylu sınıftan aldığı sipariş üzerine yapmış fakat kişisel görüşlerinden, çalışmasının olumsuz karşılanma olasılığı ihtimalini göz ardı ederek, ödün vermemiştir; ve lakin garip bir biçimde, çalışma tüm soylu sınıf tarafından da büyük beğeni görmüştür.

Cehennem paneli, aynı zamanda içerdiği müzikal elementlerle de sıkça bahsedilir. Kullanılan ve sembolik değeri olan birçok çalgının yanında, nota yazıları da okunabilmektedir ve hatta bazıları bu notaları müziğe dökmeye çalışmıştır. Ortaya çıkan sonucu arka kapaktaki link ile dinleyebilirsiniz. Bununla beraber cehennem aslında medeniyete dair izlerin görüldüğü ilk yerdir. Kompozisyonun en arka kısımda yanan kasabavari yerleşim birimi fethedilen bir şehri anımsatmaktadır.

Aslında her ne kadar birbirinden ayrı gibi görünse de, tüm paneller birbirine birçok ortak unsur ile bağlıdır. Cehennem tasvirinde görülen karmaşıklık, bir öncekine göre artmış olan gerçek dışı tasvirler, şehvet ve günahın her türlüsü aynı zamanda orta paneldeki ilkel ve sapkın insanlık tasviriyle örtüşmektedir. Cennet panelindeki atmosfer ise yine merkezde bulunan panelde kendisini tekrar ediyor. Dolayısıyla bu durum, çalışmayı doğrusal bir biçimde okumaktan vazgeçip, bir bütün olarak bakmamızı sağlıyor. Bir başka deyişle, dünya zevkleri, Blake’in de kitabının başlığı olan, “Cennet ile Cehennemin Evliliği”nden başka bir şey değildir. Kitabında, “Karşıtlar olmadan, ilerleme olmaz. Çekicilik ve İticilik, Us ve Ruh, Aşk ve Nefret İnsan varlığı için gereklidir,” diyerek Blake bu durumu özetliyor. Her ne şekilde incelenirse incelensin, Bosch bize, kötümser bir biçimde de olsa, insan doğasının tüm bu zıtlıkları aynı anda barındırdığını gösteriyor. Louis Aragon’un Paris Peasant kitabında da dediği gibi: “Aydınlık, sadece karanlık ile ilişkiliyse anlamlıdır; doğruluk, hatayı öngörür. Hayatımızı kalabalık kılan, onu keskin ve sarhoş edici hale getiren, bu birbiri içine geçmiş zıtlıklardır. Biz sadece bu çatışma bağlamında varız; beyaz ve siyahın çarpıştığı alanda.”

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Efkan Oğuz

Anlamsızlıktan Umuda...

$
0
0

1913 yılında Cezayir’de dünyaya gelen, yazar ve filozof olarak ünlenen Albert Camus, varoluşçuluk ve absürdizm ile ilgilenir. Camus’nün dünyasına baktığınız zaman ilk gözünüze çarpan ise hayatın tamamen anlamsız ve saçma olduğu fikridir, felsefesini bu düşünce üzerine kurar. Camus, insan hayatını ‘absürt, anlamsız ve mantıksız’ olarak niteler. Aslında bu noktadan bakıldığında kolayca Albert Camus’nün dünyasında umuda yer olmadığını söyleyebiliriz. Bunun gerçekten böyle olup olmadığı konusunda kendimce bir yorum getirmeye çalışacağım yazarın deneme türündeki yazılarından ve romanlarından yola çıkarak. Ele aldığım iki temel romanı ise Yabancı ve Veba olacak.

Camus, ölümle sonuçlanan bir hayatın anlamsızlığını savunmuş olsa da hayatın güzelliklerinin, insanın acıları ve umutsuzluklarının göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünür. Mademki ‘absürt, anlamsız ve mantıksız’ bir hayatta yaşıyoruz mutluluğu insan kendisi yaratmalıdır, der. Mutluluğun ise insanları ve dünyayı karşılıksız bir şekilde sevmek olduğunu düşünür. Yani hayatın onun penceresinden anlamsız görünüyor olması, her şeyi bir kenara bırakmak anlamına gelmez. Hatta tam tersi!

Yabancı adlı romanında Camus, toplumdan uzak düşmüş bir karakter olan “Meursault”un dünyasını anlatır. Romanda annesinin ölümü de dahil olmak üzere karşılaştığı olayları büyük bir soğukkanlılıkla karşılayan bu karakterin toplumsal yaşamdan ne kadar kopuk olduğu çok açık bir şekilde görülür. Mesault, ölümü duygusuzca kabullenir, aslında karşılaştığı bütün olayları aynı duygusuzlukla kabullenir. Peki bu bir vazgeçiş mi? Umut bunun neresinde?

Veba ise Oran’da ortaya çıkan ve bütün şehirde umutsuzluk yaratan vebaya karşı verilen savaşın hikâyesidir. Dr. Rieux ve arkadaşları vebaya karşı soğukkanlılıkla mücadele ederler ve sonunda başarılı olurlar. Burada önemli olan nokta ise şu: Dr. Rieux bu başarının geçici olduğunun ve vebanın geri döneceğini bilir aslında, ama yine de vazgeçmez. “Şimdi hastaları tedavi etsem de veba bir gün geri dönecek, aynı şeyler yine yaşanacak” düşüncesine teslim olmaz. Çünkü yaşadığımız sürece kötü olana karşı savaşmak gerektiğini bilir. Dr. Rieux ile Mersault karakterleri birebir aynı karakterler olmasalar da bambaşka hayatlara sahip kişiler olsalar da her ikisinin de hareketlerinin çıkış noktası benzer düşüncelere dayanır: “Hayat anlamsızdır; ama bu her şeyi bırakmak gerektiği anlamına gelmez. Eğer yaşıyorsak mücadele etmemiz gerek.” Camus’nün felsefesinin temelini oluşturan bu konulardaki düşünleri için de yazarın Sisyphe Efsanesi ve Başkaldıran İnsan başlıklı denemelerine başvurulabilir.

1.Başkaldırı ve Umut?

John Cruickshank, ‘Albert Camus ve Başkaldırma Edebiyatı’ başlıklı çalışmasında Camus’nün sözünü ettiği anlamsızlık ile kastettiğinin “nihilizm” olmadığını söyler ve Camus’nün şu sözlerine yer verir:

“Hepimiz kendi içimizde kendi hapishanelerimizi, cinayetlerimizi, kendi yıkıcılığımızı taşıyoruz. Ama bunları dünyaya salmak bizim ödevimiz değildir. Bizim ödevimiz onlarla hem kendi içimizde hem de başkalarında savaşmaktır.” Dolayısıyla hayata karşı bu olumsuz gibi görünen bakış açısı onu umutsuzluğa götürmez.

Yabancı ve Veba romanlarındaki karakterlerin davranışlarında ve düşüncelerinde Camus’ün felsefesine ait işaretlerin olup olmadığını sorguladığımızda ise Albert Camus’nün öne sürdüğü bu düşüncelerin romanlarına yansıdığı ortada. Başka bir ifadeyle Camus’nün romanları onun absürt ve başkaldırı kavramlarının sanatsal bir biçimde ifade edilmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Romanların her ikisinde de felsefi alt yapı roman kurgusunun önüne geçer.

Yabancı’nın absürt kahramanı Meursault ve Veba’nın anlatıcısı Dr. Bernard Rieux hem okura bir başkaldırı örneği sunması hem de ölüme karşı takındıkları tavır bakımından birbirlerine benzerler. Hikâyeleri birbirlerinden farklı olsa da her ikisi de ölüm karşısında aynı umursamaz tavrı takınır. Hayatı tamamen anlamsız ve saçma bulan Meursault romanın sonunda ölüme karşı direnmez ve kendi ölümünü de annesinin ölümü gibi kolayca kabullenir. Diğer karakterimiz Dr. Rieux vebanın geri geleceğini bile bile bu hastalığa karşı savaşır. Şehrin durumunu sadece izler, durumu kabul eder, karısının ölümüne de tepki vermez, onun da ölüm karşısında duygusuz olduğunu söyleyebiliriz.

Camus, ölüm hakkındaki düşüncelerine açıklık getirecek ipuçlarından birini Sisyphe Efsanesi’nde intihar üzerine şu söyledikleriyle verir:

“Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramdaki gibi, itiraf etmektir. Hayatın bizi aştığını veya hayatı anlamadığımızı itiraf etmektir. Gene de bu kıyaslamalara fazla dalmayıp, her zamanki kelimelere dönelim. Bu, yaşamanın, ‘zahmete değmediğini’ itiraf etmektir yalnız. Yaşamak hiçbir zaman kolay değildir elbet. Birincisi alışkanlık olan birçok sebeplerden dolayı, hayatın buyurduğu hareketleri yapmaya devam ederiz. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünç niteliğinin, yaşamak için her türlü derin sebep yokluğunun, bu günlük çırpınmanın anlamsız niteliğinin, ızdırabın faydasızlığının içgüdü ile de olsa kabul edilmiş olmasını gerektirir.”

Sonuç olarak, yaşam devam ediyorsa inanç ve umut da var demektir. Camus’nün söz konusu iki romanında da bu umut her şeye rağmen vardır.

Camus için hayatta cevaplanması gereken önemli sorulardan birisi hayatın anlamı sorunsalıdır. O hayatın kaynağının umut olduğunu söylememiş veya romanlarında tozpembe bir yaşam çizmemiş olsa da hayatın anlamını aramanın umut kavramıyla bir alakası olması gerek diye düşünüyorum. İçinde hayata karşı inancı veya en ufak bir umut kırıntısı olmayan biri neden hayatının anlamını bulmaya çalışsın?

Meursault ve Dr. Rieux hayatlarının anlamını bulmakta başarılı olabildiler mi? Meursault’un bu anlamda bir çaba sarf ettiğini söylemek güç. Hayatına bir anlam katmak gibi bir derdi yok, hayatın kendisi anlamsız ve hayatı geldiği gibi yaşıyor ve geçiyor. Böylece kendi ölümü de ona korkutucu gözükmüyor. Tamamen toplumsal yaşamın dışında kalmış bir uyumsuz. Fakat Dr. Rieux’a gelince işler biraz değişiyor. Dr. Rieux hayatına bir anlam buluyor: Başkaldırı.

Şunu da belirtmekte fayda var: Camus’nün başkaldırı derken söylemek istediği politik bir başkaldırı değil!

“… Camus başkaldırmadan söz ederken amacı politik devrim değildir. Politik devrimin insanlıktan çıkmış ve canavarlaşmış bir tarih anlayışının yanında olduğunu söylemiştir. Bu devrimin soyut ve biçimci istekleri karşısında insan mutluluğunun hiçbir dolaysız değeri yoktur. Başkaldırma ise, tersine, doğadan yanadır. Toplumsal ve politik yönleriyle, insanların çektikleri acılara karşı savaşmanın zorunluluğunu ve aynı zamanda bu savaşın bir sonu olmadığını kabul eden bir çeşit alçak gönüllülüktür.”

2.Albert Camus’nün Dünyası

Albert Camus, ‘absürt’ kavramını Sisyphe Efsanesi’nde açıklar. Bu düşüncenin bizi hayatın anlamsızlığına değil, başkaldırıya götürdüğünü yukarıda anlatmaya çalıştım. ‘Başkaldıran İnsan’ başlıklı denemesinde Camus bu başkaldırı kavramından ne anladığını uzun uzun anlatır. Sisyphe Efsanesi’nden alacağımız şu örneğin onun felsefesini daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayacağını düşünüyorum:

“Tanrılar Sisyphe’i bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi, Sisyphe kayayı tepeye kadar getirecek, kaya da tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Faydasız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.”

Bu paragrafın sembolik anlamda bir insanın günlük hayatını anlattığını düşünebiliriz. Camus’nün aslında başkaldırı dediği işte o kayayı her seferinde bıkmadan usanmadan dağın tepesine çıkarmaktı belki de. “Tepelere doğru tek başına çarpışma bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphe’in mutlu olduğunu düşünmek gerek.”

3.Yabancı ve Veba Üzerine

Albert Camus’a 1957 yılında Nobel ödülü kazandıran Yabancı, yazarın ilk romanıdır. Romanın ilk bölümünde Meursault, annesinin öldüğünü öğrenir, cenazesine gider ancak tamamen duygusuzdur. Bir cinayet işler. Cinayetin sebebi çok da önemli değil aslında. Meursault adam öldürdüğü için suçlanır, annesinin cenazesinde ağlamadığı için yadırganır ve onun idamına karar verilir. Ama Meursault tüm bu olanlara karşı tamamen kayıtsızdır. Bence onun ruh halini en güzel özetleyen bölümlerden biri kitabın sonunda Meursault’un idamı beklerken düşündükleridir:

“Hatta hâlâ da mutluydum. Her şey tamam olsun, kendimi pek yalnız hissetmeyeyim diye, benim için artık idam günümde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.”

İlk olarak 1947’de yayımlanan Veba ise Cezayir'deki Oran şehrinde yaşanan veba olayını konu alır. Şehrin sokaklarında farelerin ölmesi üzerine başlayan tedirginlik insanların da hastalanarak ölmeye başlaması üzerine daha da artar. Dr. Rieux ve arkadaşları her geçen gün artan bu ölümlerin sebebini başta çözemezler ancak sonraları bunun veba olduğuna karar verirler. Aylar süren karantina döneminde şehirde pek çok insan vebadan ölür. Ancak Dr. Rieux hastalığa karşı savaşır ve romanın sonunda şehir eski rutinine geri döner. Ancak Albert Camus yine en ilgi çekici bölümü ve felsefesini yansıtan cümleleri romanın sonuna saklamıştır. Dr. Rieux’nun vebanın ortadan kalmasının ardından içinde bulunduğu ruh halini anlatan şu paragraf aslında Camus’ün düşüncelerini de açık bir şekilde yansıtır:

“Gerçekten de kentten yükselen sarhoşluk çığlıklarını dinlerken Rieux bu hafifleme duygusunun hep tehdit altında olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu neşe içindeki kalabalığın, kitaplardan da öğrenilebileceği gibi, veba mikrobunun hiçbir zaman ölmediği veya yok olmadığından, yıllarca mobilyalarda ve çamaşırlarda uykuya daldığından, odalarda, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve kâğıtlarda beklediğinden ve belki bir gün, insanların bir mutsuzluk yaşaması yahut bir şeyler öğrenmesi için vebanın kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabileceğinden haberi olmadığını biliyordu.”

Sonuç olarak Meursault’un hayatı sorgusuz sualsiz kabullenişinde ve Dr. Rieux’nün vebaya karşı savaşında umut kırıntıları kendini göstermektedir.

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Sabanur Yılmaz

Kum Saati

$
0
0
Itır Demir

Neden yaşıyoruz? Sahi, dünyaya getirildiğimizden beri gerçek sevgiyle mi yoğruluyoruz? Yoksa beş yıllık kalkınma planının bir ayağı, aile büyüklerimizin sorularına yanıt mıyız? Bu kadar kolay mı var etmek? Peki ya var olmak... Öyle olması gerektiği için mi varız? “Yaşı geçmeden evlensin.” denilen kadınların, erkekliğini bir çocukla taçlandıran adamların artıkları mıyız? Yahut belki de tertemiz sayfalarız, beyaz, onları aklamak için. Tekrardan doğamayacağını bilen insan, hatalarıyla, noksanlarıyla buraya hapsolmuşken bir umuda sığınıyor, bir çocuk yapıyor ve işte şimdi her şey yoluna girecek! Olamadığı, yapamadığı şeyleri giydirebileceği bir vitrin mankeni var artık başköşesinde, mağazasını en güzel kombinlerle temsil edecek. Ama ne mağaza bildiğiniz mağazalardan, ne manken o mankenlerden. Çünkü bizimki zaman geçtikçe adım adım yürüyecek, elbiselerini kendi seçecek, üzerine giydirilenleri istemeyecek, başka bir şey olacak yani zamanla. Ancak insan olduğu gibi kabul edemez ki hiç kimseyi. İroniktir bu, canına okuyan tüm sistemi, düzeni, bu adaletsizliğin arasında nefes almayı kabul eder de sevdiği insanları olduğu gibi kabul edemez. Kendi yansımasındaki boşlukları doldurmayınca artık beğenemez karşısındakini. İşin özünü kaçırır, neyi neden yaptığını düşünmeden, ne istediğini bilmeden ‘olması gerektiği’ için yapar pek çok şeyi. Bir insanı dünyaya getirmek bile bazen yalnızca sırası geldiği için… Böyle var olan insan, okulda notlara, vitrinde etiketlere, ilişkilerde bedenlere takılacaktır elbette. Kime yarar sağladığının, kime zarar verdiğinin, ne beklediğinin önemi kalmayacak, değişmenin, değiştirmenin gücü yok olacak, önüne koyulan mamayı yiyen bir hayvandan farksız öylece yaşayıp gidecek sırası geldikçe. Hafta sonunu yaşadığı kentin gözde mekanlarında geçirebildiği sürece ehemmiyeti yok zaten tüm bunların. En yakınındakileri bile tanımaya zamanı ve ihtiyacı yok, duymaya, dinlemeye, anlamaya vakti yok. Yalnızca ortak sesleri var üzerine düşünmeden tartışmasız kabul ettikleri, düzene küfür eden, sürekli aynı şeyleri söyleyen. Zaman yok çünkü düşünmeye, zaman değerli! Yapılması ve yapılmaması ‘gerekenler’ belli zihinlerde, nereden, nasıl ve niçin geldikleri meçhul, çok düşünme! Uy ve geç, uy ve geç. Uyuyor ve geçiyoruz, UYUyor ve geçiyoruz. Altımızdan çektikleri emek merdiveni düşerken yere çakılışımızı izliyoruz. Önümüzdeki tabaktan yerken devlet baba, biz ağzını siliyoruz. Her yer beton, her yer beton, biz daha çok istiyoruz; sonra duvarlarına yeşiller çiziyoruz. Bitiyoruz be, bitiyoruz.

Düşün şimdi, korkma dur geçsin zaman, akrep-yelkovan kovalasın birbirini. Bütün gücünü gör ellerinde ve aklını akıt kum saatinin tanelerinde. Mağdur değilsin, yok, hiçbir zaman değildin. Bu düzeni sen kendi ellerinle çizdin ve şimdi ölü toprağını o ellerinle silkeleyeceksin üzerinden. Ve yeniden doğacaksın, yeni şeyler anlatacaksın.

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Merve Özdolap
Çizim: Itır Demir

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

$
0
0
Sabahattin Ali

Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrünce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki? demiştim. Eskiden her insan hakkında hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: Bu beni anlamaz? demişsem, bu sefer bu kadın için gene hiçbir esasa dayanmadan fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak, işte bu beni anlar! diyordum.

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
Çizim: Hilal Kosovalı

Oğuz Atay, Tutunamayanlar

$
0
0
Oğuz Atay

Öyle bir kapı olmalı ki çalınca, insana hiç bir şey sormadan açsalar; kapının ortasındaki küçük pencereden bakıp da kim o demeseler. Sonra hemen içeri alsalar beni. Ben anlatmak istesem bile, hemen sustursalar: biz her şeyi biliyoruz. Her şeyi biliyor musunuz gerçekten? Evet. Neden sormuyorsunuz ayrıntıları? İstediğin zaman anlatırsın. Sana dinlenme fırsatı verdiğimizi de sanma. Hiç anlatmasan da olur. İstediğin zaman gidebilirsin. İstediğin zaman geri dönebilirsin. Anlayış da göstermiyoruz sana. Özellikle buna çok sevindim. Anlayış göstermenin sende bir gerginlik yaratacağını, ne zaman isteyecekler endişesini doğuracağını biliyoruz. Sen sormasaydın bunları bile anlatamazdık . Hiç bir sözü sonuna getirmeyi düşünmüyoruz. Yaşama şartlarını açıklar mısınız?

Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Çizim: Hilal Kosovalı

Asfalt Ovalarda Gezen Pan

$
0
0
Behçet Necatigil

Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa

Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?

Önemli eleştirmenlerden biri olan Plehanov’a göre sanat eserini bilimsel eserlerden ayıran özellik, hakikati mantıksal yoldan değil, imgeler vasıtasıyla dile getirmesidir. Ne bir eseri ne de onu vücuda getiren sanatçıyı, yaşadığı dönemden, toplumdan soyutlamak olanaksızdır. Sanatçı, yaşadığı devrin olaylarını, toplumun özelliklerini imgeler, metaforlar ve simgeler vasıtasıyla eserine taşır. Bir edebi esere eleştirel bir gözle baktığımızda, sadece sanatçının psikolojisini değil, üretildiği dönemin pek çok özelliğini de görmemiz mümkündür.

Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Behçet Necatigil’in “Panik” adlı şiirini bu bakış açısıyla irdelediğimizde, dönemin toplumsal yapısını, üretim biçimini, insan ilişkilerini görebilmekte ve bunların sanatçının psikolojisi ve yaşama bakışı üzerinde ne tür etkiler uyandırdığını fark edebilmekteyiz. Söz konusu şiir, 15 Ekim 1962 gününde Varlık Dergisi’nde yayımlanmıştır. Necatigil bu şiirinde mitolojik göndermelerden hareketle Marksizm’in temel kavramları olan toplumdaki sınıf farklılıklarını, alt yapı ve üst yapıyı, üretim güçlerini ve üretim biçimlerini ele almıştır.

Marksizm’e göre tarih, üretim biçimlerinin değişerek devam etmesidir. Üretim araçları, üretim biçimleri, emek, sermaye, artı değer (surplus valve) gibi kavramlar Marksizm’de önemli bir yer tutar. Marksistlere göre toplum, alt yapı ve üst yapıdan meydana gelir. Alt yapı bütün iktisadi ilişkileri kapsarken, üst yapı ise hukuk, din, devlet, eğitim, sanat ve edebiyattan oluşur. Alt yapı üst yapıyı daima belirler.

Tarımsal ekonominin hüküm sürdüğü, feodalizmin egemen olduğu bir dönem yavaş yavaş çözülünce yerini kapitalist sisteme bırakmıştır. Değişen ekonomik sistem ve üretim güçleri, üretim biçimleriyle birlikte alt yapının oluşturduğu üst yapının bir parçası olan sanat ve edebiyat da bundan nasibini almıştır. Edebiyat yapıtları gizemli bir biçimde gökten inmezler ya da basit bir biçimde yazarlarının psikolojisiyle açıklanamazlar. Edebiyat, toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür. Bu ürünleri incelerken ikamet ettikleri toplumsal yapıya, hâkim ideolojiye ve bunlar arasındaki bağlantılara dikkat etmek gerekir.

Necatigil’in içinde yaşadığı toplumun iktisadi ilişkilerinin, üst yapının bir parçası ve edebiyat ürünlerinden olan “Panik” şiirine yansıdığını görebilmekteyiz. Söz konusu şiir şu şekildedir:

Panik

Artık ıssız kırları bıraktı Pan;
Şimdi birçok ülkelerin milyonluk kentlerinde
Asfaltlarda, betonlarda dolaşıyor
Kızgın, uzun yazların öğlen saatlerinde.

Blok apartmanların şahane katlarından
En çalımlı taşıtlara atlıyor.
Devcileyin arkalar, koskoca bankalardan
Yanında yardakçılar, yaşıyor.

Sessiz dilsiz kimseleri kestiriyor gözüne,
Dişlilerden kaçıyor.
Fabrika duvarları sağır kale kapıları
Yılgın yorgun adamlar, bezgin ürkek kadınlar..
Çullanıyor onların az ekmek sevincine.

Değil yalnız yazların kızgın sıcaklarında
Hemen her gün, hele büyük kentlerde
Bulvarları tarıyor, hain gülüşleri sessiz.
Pan'la karşı karşıya, gözleri kararıyor
Katı cıvık asfaltta yalın ayak bir işsiz.

Yoksullar açlar hastalar sürünürken
Kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde;
Hıncını alamamış sanki insanlardan
Uygarlığı zalim, daha da azıtıyor
Atom bombalarında, uzay füzelerinde.

Yarınlar? Gizli kara gazte haberlerinde
O varsa ekmeklerde, sularda ağulu
Hattâ çocuk yüzlerine düşmüşse gölgesi,
Keser bizim gibiler yarınlardan umudu.

Renklerde, emeklerde, ırklarda..
Yahudiler, işçiler, zenciler.. Pan!
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?

Behçet Necatigil bu şiirinde imgeler ve mitolojik göndermeler yoluyla yaşadığı toplumu yansıtmıştır. Bu imgeleri ve göndermeleri anlamlandırabilmek için şiirin arka planına bakmak gerekir. Şiir, Klasik Yunan mitolojisinde keçi ayaklı olan ve kırlarda flüt çalarak dolaşan tanrı Pan’ın artık kırları terk ettiğini ve kentlerde dolaştığını söyleyerek başlar. Behçet Necatigil ‘100 Soruda Mitologya’ adlı eserinde tanrı Pan hakkında şunları dile getirir:

“Pan, Dağlık Arkadia’da küçükbaş hayvanların, çobanların tanrısı. Keçi ayaklı Pan, Hermes’in oğludur. Tanrıların, çokluk, insan kılığında değil de hayvan kılığında düşünüldüğü ilk zamanlarda Pan da keçi kafalıydı; sonradan bu keçi kafasından sadece boynuzlar ve sakal alıkonarak, yüzü insan yüzü oldu. Pan, çoban kavalını sever, azgın tekeler gibi güzel Nympha’ların peşine düşerdi. İnsanların, hayvanların uyuduğu, kızgın, ıssız yaz öğlelerinde birdenbire, beklenmedik gürültüler koparır, dört bir yana “panik” korkular saçardı. Marathon Savaşı gecesi Persleri bu biçimde paniğe uğrattığı için, Atinalılar savaştan sonra tanrı Pan’a Akropolis eteğinde bir tapınak yaptılar. Pan sözü Yunancada “bütün” anlamına geldiğinden Mistikler, sonraları Pan’ı her şeyi yapabilir bir tanrı payesine çıkardılar.”

Necatigil’in 100 Soruda Mitologya adlı eserinde tanrı Pan için verdiği bu bilgiler, “Panik” adlı şiirini anlamlandırmamızda önemlidir. Tanrı Pan’la özdeşleşen panik kelimesi sadece başlıkta geçmekle birlikte panik duygusu da şiirde kendini hissettirir. Yunan mitolojisinde önemli bir yer edinen tanrı Pan’a şiirde de önemli bir görev yüklenmiştir. Ancak Pan burada daha çok olumsuz yönüyle mevcuttur. Zira şiirde yer alan toplumsal sınıflar içinde sessiz dilsiz kimseleri gözüne kestirip yalın ayak bir işsize panik ve korku salarken dişlilerden yani güçlü olanlardan kaçınır. Tanrı Pan burada güçsüzün, ezilenin yanında değil güçlü olanın yanındadır ve etrafında da yardakçılar vardır. Onların yanında olduğu gibi tıpkı onlar gibi de yaşar. Blok apartmanların şahane katlarından en çalımlı taşıtlara atlar.

Şiirin ilk dörtlüğünde kırsal kesimden kente göç ve kentleşme olgusu vardır. 1840’lı yıllarda başlayan Sanayi Devrimi ile birlikte fabrikaların kurulup üretici – tüketici kitlelerin toplaşmasından doğan sanayiye dayalı kentleşme, ilkin XIX. Yüzyılda Avrupa’da görülmüş, giderek hemen hemen tüm dünyaya yayılmıştır. Sanayileşme, insanları küçük yerleşim birimlerinden, köylerden kentlere sürüklemiş, “köyden kente göç” dediğimiz sosyolojik olguyla kentleşme olayı yaşanmıştır. Sanayileşmeye bağlı kentleşme, peşinden çevre, mimari ve yerleşim biçimi ile ilgili değişimleri doğurmuştur. Söz konusu şiirde de eskiden kırlarda dolaşan tanrı Pan artık milyonluk kentlerde ve kentlerin asfalt yollarında betonlarında dolaşıyordur ve yine eskiden olduğu gibi uzun yazların öğlen saatlerinde yapıyordur bunu.

Dörtlüklerden ve bentlerden meydana gelen “Panik” şiirinin ilk bendine baktığımızda toplumdaki üretim biçimini görmekteyiz. Fabrika duvarlarından üretim biçiminin endüstriyel üretim olduğu anlaşılmaktadır. Şair, fabrika duvarlarını sağır kale kapılarına benzetir. Fabrikada çalışan işçiler tıpkı kalelerde esir olan ve çalıştırılan köleler gibidir. Sesleri kimseye ulaşmaz. Tıpkı köleler gibi yorgun, bezgin ve ürkektirler. Ve yine tıpkı köleler gibi emeklerinin karşılığında aldıkları çok azdır. Bunu az ekmek sevinciyle belirtir şair. Bu az ekmek sevincine bile tanrı Pan ve yardakçıları (burjuvazi) çullanır.

Şiirin ikinci bendinde ise eskiden kırlarda, genelde uzun yazların öğle saatlerinde dolaşan Pan, artık hemen her gün özellikle de büyük kentlerde dolaşıyor. Hain gülüşleri sessizdir. Şair bununla Kapitalist sistemde görünürde olmayan ama emeğin sömürüsüne dayanan köleliğe gönderme yapar. Kapitalizmde görünürde resmi bir kölelik olmasa da aç kalmak ve burjuvazinin belirlediği şartları kabul ederek çalışmak arasında tercih yapmak zorunda olan işçi sınıfı vardır. Hain gülüşün sessizliğiyle bu duruma gönderme yapılmıştır. Hain gülüşleri sessiz olan Pan’la karşı karşıya gelen yalın ayak bir işsizin gözleri kararır. Pan’la özdeşleşen panik hissi burada karşımıza çıkar. Eskiden kırlarda çığlıklarıyla, kahkahalarıyla korkutan, paniğe düşüren Pan, endüstriyel üretim biçimin hâkim olduğu, kentleşmenin hüküm sürdüğü bir devirde sessiz ve hain gülüşleriyle bu işlevini gerçekleştirir. Emeğinin sömürülmesi ve aç kalma seçenekleri karşısında gözleri kararır yalın ayak bir işsizin.

Üçüncü bentte ise toplum içinde yoksullar, açlar, hastalar sürünür kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde. Buna rağmen hıncını hâlâ alamamış gibi zalim uygarlığı gelişen teknolojiyle, bilimdeki ilerlemelerle daha da azıtıyor. Uygarlık olarak adlandırılan olgu zalim bir yapıdadır. Var olan gelişmeler insanların mutluluğuna, huzuruna hizmet etmek yerine onlara daha da fazla zarar vermektedir. Bunu atom bombalarıyla, uzay füzeleriyle gerçekleştirmektedir. Atom bombaları bize ABD’nin 1945 yılında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarını hatırlatır. Yarattığı felaketin ve tahribatın izleri hâlâ devam eder bu olayın. Şair atom bombalarıyla bu olaya da gönderme yapmaktadır.

Şiirin üçüncü dörtlüğüne kadar çizilen tablodan sonra yarınlar şair için bir muammadır. Bu olumsuz tablonun gölgesi saflığın ve masumiyetin timsali ve geleceği simgeleyen çocukların yüzüne de düşmüşse artık yarınlardan umut kesilir der.

Son dörtlükte ise şair, insanlar arasında yapılan ayırımları haykırır. Renk, ırk, emek, din ayırımları ve bunlara dayalı yapılan sınıflama, ötekileştirme şairin tanrı Pan’a haykırmasına sebep olur. Dünyada insanca yaşamak da yoksa yüzyıllardan geriye ne kalır diye sorar. İnsanlar arasında toplumsal yaşamda yüzyıllar içerisinde gelişen ve oluşan kültürün içinde insan gibi yaşama olgusunun olmaması, şairin gözünde geriye kalan her şeyi boş ve anlamsız kılar.

Behçet Necatigil, Ekim 1953’te Hisar Dergisi’nde yayımlanan bir konuşmasında şair ve toplum arasındaki bağlantıyı şu şekilde dile getirir:

“Topluma karşı görevli olmak ne şairin tekelindedir, ne şunun, ne bunun. Bu işte herkes görevlidir, görevli olmalıdır. Vicdan diyoruz, yurt sevgisi diyoruz, insanlık diyoruz. Bunlara sahip olmadıkça hani nerde hayvanlara karşı bizdeki manevi üstünlük? Bir insan olarak herkes toplumun dertlerini zaten kendi derdi bilir, bilmelidir; bunun için ayrıca şair olmaya ne hacet? Ama bu böyle diye, siyasi makale mi olacak bütün şiirler? Benim bildiğim; şair, esasen bireysel ve toplumsal dertlerin azabını çeken adamdır. Bireysel – kişisel dertlerin de toplumsal unsurlardan yoksun olduğu iddia edilemez. Bir gözlemci olarak bir toplum tablosu çizen bir şair, bunu eğlenmek, zevklenmek için yapmıyor herhalde.”

Necatigil’in bu konuşması, ele aldığımız “Panik” adlı şiirini bir bağlama oturtmak açısından önemlidir. Söz konusu düşüncelerini, ele aldığımız şiirin genelinde görmekteyiz. Alt yapıyı oluşturan kesimin (işçi, emekçi kesim ve çektiği sıkıntılar, azaplar yine alt yapının belirlediği üst yapı içerisinde yer alan edebiyat eserinde karşımıza çıkar. Behçet Necatigil şiirinde, üretim güçlerini oluşturan unsurları (fabrika, emek vb.) ve özellikle işçi sınıfını ve çektikleri sıkıntıları, mutsuzlukları işlemiştir. İşçi sınıfının hayat tarzı, günlük faaliyetleri, hayat mücadelesine karşılık burjuvanın yaşam tarzı, işçi sınıfa karşı duruşu, sömürüsü eserin iskeletini oluşturmaktadır. Toplumun bir parçası olan şairin, yaşadığı dönemin pek çok özelliğini imgeler ve çeşitli göndermeler aracılığıyla şiirine ne şekilde yansıtabildiğini Behçet Necatigil’in “Panik” adlı şiiri üzerinden görmüş olduk.

Kitaplar, bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla dolduran mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır, onları tutkuyla sevenler için; nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekânları bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar, bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder. Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil, kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.

Bir okur olarak ben, kitaplarımla hep aynı mekânda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta uyumakisteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma cevap verebilecek imkân ve büyüklükte değildi ve başkalarının çok kolaylıkla giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben, tavana değin uzanan rafları olan bir kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana, kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.

Diğer evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse, onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji, edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık, çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch, Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone, Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz Filozof G. Berkeley gibi ben de, insan bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi geliyorum, bilmiyorum; ama benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı… Oldukları yerlerden memnun kalsınlar, rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin kişileriyle raflarda da birlikte olmalarını sağlamaya çalışıyorum; yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de, Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine çok yakıştırıyor, yan yana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum için zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip görüyor ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri noktasında oldukça hassas davranıyorum. Berkeley’in “Biz yokken eşyalar, kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?” diye sorması gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet etmeye başlıyorlar mıdır merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım.

Düşünsenize, ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi, benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo, Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz, onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e, Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer; Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş gözlerle “Ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz?” diye soruyor yanında başka bir dangalağa. Çaldığım parçalar duygulandırıyor bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor mesela… Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir...

W. Benjamin’nin kütüphanesini görüp her okurun maruz kaldığı “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusuna verdiği cevap çok manidar: “Kitaplar sadece okunmak için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.” Bu cümleyle, pek çok kitap kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana, burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor düşünür; benim ‘kitap ruhu’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma: Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği “Biz biraz da, onlarla ‘yaşamak’ istiyoruz”dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla, koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: “Olsun, elimin altında bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun.” diye aldığımız kitapların ruhunu istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını; tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı...

Rene Descartes, “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘dostun yüzünü’ görüyoruz.

Ne demek istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.

Hepinize bol kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum...

Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Havva Emre

Cenk Çalışır

$
0
0
Cenk Çalışır
"Yasak meyveyi yediği için cennetten kovulan Havva ile Adem’in çocuklarıyız. Gezegendeki varlık nedenimiz suç."

Bu sözlerin sahibi bir yazar olunca, eserlerinin polisiye türünde olması kaçınılmaz elbet.

Edebiyat dünyasına 2010 yılında yayınlanan Satranç Cinayetleri ile ilk adımını atan Cenk Çalışır, polisiye edebiyatın dikkat çeken isimlerinden biri. "Bir suçtan söz ettiğimizde, aslında bir insandan, onun suçla temasından söz ederiz" diyen yazar, suç tanımlamasının insan ile ele alındığında anlam taşıdığını kaydediyor.

Eserlerinde, insanı karanlık yönü ile işlemeyi tercih ettiğini belirten yazar, bir suçtan yola çıkıldığında varılacak yerin insanın iç dünyası olduğunu belirtiyor.

Okuruna "Biliyorsun değil mi? Gerçekte hiçbirimiz göründüğümüz kadar iyi değiliz" diyen bir yazar Cenk Çalışır.

Yapacağı eylemin suç olduğunu bilen, yakalandığında alacağı cezayı öngören ve bu cezadan kurtulmak için suç öncesi tedbirler alan insanın karanlığından beslenen romanlar yazıyor. İnsanı suçtan bağımsız anlatıyor olmanın anlatıyı eksik bırakacağını savunan yazar, "Sözde gezegenin efendisiyiz. Yaşadığımız ve yaşattığımız hayata bakınca hiç de iyi niyetli olmadığımız çok açık değil mi?" diye soruyor.

Polisiye başlığı altında macera, gerilim, mizah gibi türlerle kol kola girilebildiğini, psikolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik nedenlerle işlenen suçların anlatılabildiğini belirten Çalışır, polisiye ile okura zengin bir anlatı sunulduğunu savunuyor.

Cenk Çalışır son çalışması Kilit Operasyonu ile raflarda beşinci kez yer alırken, uluslar arası suç örgütleri ve teknoloji savaşını işliyor. Paralı askerler, bürokratlar, ajanlar arasındaki gizli savaş ve romanın kahramanları iç dünyaları ile yine katlı öyküler olarak sarmalanıyor.

Cenk Çalışır’ın Eserleri:

2010 Satranç Cinayetleri
2010 Zehr-i Katil
2012 Oyun İçinde Oyun
2014 Kan Yağmuru
2015 Kilit Operasyonu

www.cenkcalisir.com

Satranç Cinayetleri, Cenk Çalışır

$
0
0
Cenk Çalışır

Bursa Emniyeti birbiri ardına işlenen cinayetleri çözmeye çalışıyor. Görgü tanığı, parmak izi ya da ipucu sayılabilecek hiçbir bağlantısı olmayan cinayetlerin tek bir ortak noktaları var; cesetlerle birlikte bulunan satranç taşları.

Seri cinayetlerin aydınlatılması konusunda yurt dışında özel bir eğitimden dönen Ercan Demir, Bursa Emniyet Teşkilatı’na yardım için görevlendiriliyor.

Cinayetleri aydınlatmaya çalışan Ercan Demir, diğer yandan geçmişine dair aile sırları ile yüzleşmek zorunda kalıyor.

Cenk Çalışır / Nemesis Kitap

Zehr-i Katil, Cenk Çalışır

$
0
0
Cenk Çalışır

Bir adam, iki kadın, iki aşk, bir ceset. Aşk ve cinayetin çıkmaz sokakları.

Zengin bir iş adamı, karısı ve yasak aşkı. Çocukları, bozulan işleri, zayıf kalbi, geçip giden gençliği, acı dolu çocukluğu, yaşamak istediği hayatı ve yaşadığı hayatı arasında kaçınılmaz olan bunalımları.

“Ordular yönetmiş bir komutan edasıyla çok cesur kararlar aldım. Bu kararları nasıl bir tonla, hangi kelimelerle ve hatta hangi kıyafetle açıklayacağımı bile düşünmüşken ve o elbiseyi giymişken, Kenan gelip gözlerini üzerime diktiğinde, bakışlarındaki parıltıda yenilir, tüm savaşları başlamadan kaybederdim” diyen Nazan’ın öyküsüne karşılık “Evliliğimizi bu şekliyle yürütüp yürütemeyeceğimi düşünmeye ihtiyacım vardı. Bir süre için tekrar deniyor olabilirdim. Ailem için, çocuklarım için. Anlıyorsunuz değil mi? Bunu yapan bir sürü kadın varken” diyen Berna’nın öyküsü.

Cenk Çalışır / Nemesis Kitap

Oyun İçinde Oyun, Cenk Çalışır

$
0
0
Cenk Çalışır

Kerem bilgisayar konusunda dahi sayılabilecek kadar iyidir. Bir virüs ile takibe aldığı bilgisayar kullanıcılarına subliminal mesajlar göndererek, bilinçaltlarını etkiler. Kurbanlarını subliminal mesajlarla transa sokarak cinayetler işletir. Sıradan insanlardan acımasız katiller yaratır. Heyecan arayışı içinde olan, bir hayli zengin üyelerden oluşturduğu sanal kulübün de yöneticisidir. Bu cinayetleri internet üzerinden naklen yayınlayarak, üyelerinin heyecan arayışlarına yanıt verir. Bu şekilde yüksek kazançlar sağlar.

Dehası, Kerem’i izleyen uluslar arası suç örgütleri ve çıkar gruplarının dikkatini çeker.

Cenk Çalışır / Esen Kitap

Kan Yağmuru, Cenk Çalşır

$
0
0
Cenk Çalışır

Medya dünyasını, yapımcıların üzerindeki baskıyı, farklı hayatları aynı potada harmanlayarak, başka bir dünyanın kapılarını aralayan Kan Yağmuru benzersiz bir yolculuk.

Kısa korku filmlerinin gösterildiği ve yarıştığı televizyon programı Siyah Kamera ve bu programa gönderilen etkileyici bir kısa film… Filmde iki palyaço, ameliyat masasında yatan ve gözlerinden korku akan bir adamın bacağını acımasızca kesiyor. Polis, Zeytinburnu’nda bir parkta baygın halde bulunan adamın, filmde bacağı kesilen adam olduğunu tespit ediyor. Palyaçoların çektiği filmlere yenileri ekleniyor. Yeni kurbanlar ve her filmde insanlığa dair yeni mesajlar…

Palyaçoları yakalamaya çalışan polisler, kendilerini klasik film karakterleri ve dünyanın en meşhur seri katillerinin yaşamlarını öğrenmeye çalışırken buluyor.

Kim bu palyaçolar? İnsanlara bunca kötülüğü neden yapıyorlar? Ne istiyorlar?

Cenk Çalışır / Esen Kitap

Kilit Operasyonu, Cenk Çalışır

$
0
0
Cenk Çalışır

İşkence edilerek öldürülmüş bir ceset bulunur. Üzerinden çıkan kimlik iki yıl önce ölmüş birisine aittir. Maktulün gerçek kimliğini araştıran cinayet masası, ulaştığı her sonuçta yeni çıkmazlara girer. Başkomiser Nihat ve ekibi, derin devletler ve uluslar arası organizasyonların çıkar savaşının tam ortasına düşerler. Ajanlar, paralı askerler, diplomatlar, bürokratlar ve askerlerin arasında görevlerini yapmakta kararlıdırlar. Kendilerini engellemeye çalışan güçlerle savaşmak ve gerçek katilleri yakalamak tek hedefleridir.

Ülkenin en zeki gençlerinin birer birer ortadan kaldırıldığı bir ortamda bu hiç de kolay olmayacaktır.

Cenk Çalışır / Esen Kitap

Kafka Okur 9. Sayı Çıktı!

$
0
0
 "Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: 
Kendimizi ‘ben’in diktatörlüğünden kurtarmak."
Cemil Meriç

Kafka Okur Dergisi 9. sayısı

Bana Hakikati Değil Kendini Ver 
MUSTAFA AYTAÇ, 

Cemil Meriç 
Bu Ülke CEMİL MERİÇ 

Ümit Meriç, babası Cemil Meriç’i anlatıyor
SELCUK ORHAN, Röportaj 

Yatağına Dönen Irmak: Cemil Meriç
ALPER ÇEKER, Anlatı 

Helva ile Koz
CANSU CİNDORUK, Öykü 

Nazan Bekiroğlu ile söyleşi tadında...
OKUR SORULARI 

Atla Git
SELCAN AYDIN, Deneme 

Topal
EZGİ AYVALI, Öykü 

Iskalamak
CENK ÇALIŞIR, Öykü 

İki Kardeş
ERAY YASİN IŞIK, Öykü 

Kendime Ait Bir Oda
ESRA PULAK, Aforizmalar 

Hayır, Ben Mizantropum
ÖZLEM GEDİZLİOĞLU, Öykü 

Ayrılık Hatırası
FEYZA ALTUN, Öykü 

Huzursuz Bacak
YASEMİN OLUR, Anlatı 

Camdan Kalp 
Cansu Tok, Öykü 

Gözlerini Kapatırsan Hissedebilirsin 
ATILAY AŞKAROĞLU, Anlatı 

İstanbul’un Son Macerası 
ŞİLAN DAĞDEVİREN, Anlatı 

Şimdi-(ki) Zaman 
KASIM HASAN ÜNAL, Öykü 

Mutsuz İnsanlar, Mutlu Fotoğraflar
KAAN MURAT YANIK, Deneme 

Deniz Otobüsü, Mide Kasılmaları ve Birtakım Hesaplaşmalar
NAZLI BAŞARAN, Anlatı 

Aramızda Kalsın
YUSUF ÇOPUR, Öykü 

Hâlâ sürüyor ‘cennetteki’ yaşamım: Ercan Kesal
DİLEK ATLI, Röportaj 

Sürgün
GÖKHAN COŞKUN, Anlatı 

Kemal Sunal
Seni asla unutmayacağız! 

Zaman Hiçti Vakit Hep
FULYA ORDU, Şiir 

Bir Sezgin Kaymaz Röportajı!
NAZLI BERİVAN AK, Röportaj 

Katil
MERVE ÖZDOLAP, Alıntı 

Katil Ülkeli
ŞEYDA ÜZER, Şiir 

ARİF, KARASU, BATUR, ANDAY
SÖZLER 

Çizimler:
Tülay Palaz
Songül Çolak
Leyla Kanber
Filiz İrem
Aslı Babaoğlu
Atılay Aşkaroğlu 
Viewing all 344 articles
Browse latest View live