Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?
Önemli eleştirmenlerden biri olan Plehanov’a göre sanat eserini bilimsel eserlerden ayıran özellik, hakikati mantıksal yoldan değil, imgeler vasıtasıyla dile getirmesidir. Ne bir eseri ne de onu vücuda getiren sanatçıyı, yaşadığı dönemden, toplumdan soyutlamak olanaksızdır. Sanatçı, yaşadığı devrin olaylarını, toplumun özelliklerini imgeler, metaforlar ve simgeler vasıtasıyla eserine taşır. Bir edebi esere eleştirel bir gözle baktığımızda, sadece sanatçının psikolojisini değil, üretildiği dönemin pek çok özelliğini de görmemiz mümkündür.
Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Behçet Necatigil’in “Panik” adlı şiirini bu bakış açısıyla irdelediğimizde, dönemin toplumsal yapısını, üretim biçimini, insan ilişkilerini görebilmekte ve bunların sanatçının psikolojisi ve yaşama bakışı üzerinde ne tür etkiler uyandırdığını fark edebilmekteyiz. Söz konusu şiir, 15 Ekim 1962 gününde Varlık Dergisi’nde yayımlanmıştır. Necatigil bu şiirinde mitolojik göndermelerden hareketle Marksizm’in temel kavramları olan toplumdaki sınıf farklılıklarını, alt yapı ve üst yapıyı, üretim güçlerini ve üretim biçimlerini ele almıştır.
Marksizm’e göre tarih, üretim biçimlerinin değişerek devam etmesidir. Üretim araçları, üretim biçimleri, emek, sermaye, artı değer (surplus valve) gibi kavramlar Marksizm’de önemli bir yer tutar. Marksistlere göre toplum, alt yapı ve üst yapıdan meydana gelir. Alt yapı bütün iktisadi ilişkileri kapsarken, üst yapı ise hukuk, din, devlet, eğitim, sanat ve edebiyattan oluşur. Alt yapı üst yapıyı daima belirler.
Tarımsal ekonominin hüküm sürdüğü, feodalizmin egemen olduğu bir dönem yavaş yavaş çözülünce yerini kapitalist sisteme bırakmıştır. Değişen ekonomik sistem ve üretim güçleri, üretim biçimleriyle birlikte alt yapının oluşturduğu üst yapının bir parçası olan sanat ve edebiyat da bundan nasibini almıştır. Edebiyat yapıtları gizemli bir biçimde gökten inmezler ya da basit bir biçimde yazarlarının psikolojisiyle açıklanamazlar. Edebiyat, toplumsal ilişkilerin bir ürünüdür. Bu ürünleri incelerken ikamet ettikleri toplumsal yapıya, hâkim ideolojiye ve bunlar arasındaki bağlantılara dikkat etmek gerekir.
Necatigil’in içinde yaşadığı toplumun iktisadi ilişkilerinin, üst yapının bir parçası ve edebiyat ürünlerinden olan “Panik” şiirine yansıdığını görebilmekteyiz. Söz konusu şiir şu şekildedir:
Panik
Artık ıssız kırları bıraktı Pan;
Şimdi birçok ülkelerin milyonluk kentlerinde
Asfaltlarda, betonlarda dolaşıyor
Kızgın, uzun yazların öğlen saatlerinde.
Blok apartmanların şahane katlarından
En çalımlı taşıtlara atlıyor.
Devcileyin arkalar, koskoca bankalardan
Yanında yardakçılar, yaşıyor.
Sessiz dilsiz kimseleri kestiriyor gözüne,
Dişlilerden kaçıyor.
Fabrika duvarları sağır kale kapıları
Yılgın yorgun adamlar, bezgin ürkek kadınlar..
Çullanıyor onların az ekmek sevincine.
Değil yalnız yazların kızgın sıcaklarında
Hemen her gün, hele büyük kentlerde
Bulvarları tarıyor, hain gülüşleri sessiz.
Pan'la karşı karşıya, gözleri kararıyor
Katı cıvık asfaltta yalın ayak bir işsiz.
Yoksullar açlar hastalar sürünürken
Kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde;
Hıncını alamamış sanki insanlardan
Uygarlığı zalim, daha da azıtıyor
Atom bombalarında, uzay füzelerinde.
Yarınlar? Gizli kara gazte haberlerinde
O varsa ekmeklerde, sularda ağulu
Hattâ çocuk yüzlerine düşmüşse gölgesi,
Keser bizim gibiler yarınlardan umudu.
Renklerde, emeklerde, ırklarda..
Yahudiler, işçiler, zenciler.. Pan!
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?
Behçet Necatigil bu şiirinde imgeler ve mitolojik göndermeler yoluyla yaşadığı toplumu yansıtmıştır. Bu imgeleri ve göndermeleri anlamlandırabilmek için şiirin arka planına bakmak gerekir. Şiir, Klasik Yunan mitolojisinde keçi ayaklı olan ve kırlarda flüt çalarak dolaşan tanrı Pan’ın artık kırları terk ettiğini ve kentlerde dolaştığını söyleyerek başlar. Behçet Necatigil ‘100 Soruda Mitologya’ adlı eserinde tanrı Pan hakkında şunları dile getirir:
“Pan, Dağlık Arkadia’da küçükbaş hayvanların, çobanların tanrısı. Keçi ayaklı Pan, Hermes’in oğludur. Tanrıların, çokluk, insan kılığında değil de hayvan kılığında düşünüldüğü ilk zamanlarda Pan da keçi kafalıydı; sonradan bu keçi kafasından sadece boynuzlar ve sakal alıkonarak, yüzü insan yüzü oldu. Pan, çoban kavalını sever, azgın tekeler gibi güzel Nympha’ların peşine düşerdi. İnsanların, hayvanların uyuduğu, kızgın, ıssız yaz öğlelerinde birdenbire, beklenmedik gürültüler koparır, dört bir yana “panik” korkular saçardı. Marathon Savaşı gecesi Persleri bu biçimde paniğe uğrattığı için, Atinalılar savaştan sonra tanrı Pan’a Akropolis eteğinde bir tapınak yaptılar. Pan sözü Yunancada “bütün” anlamına geldiğinden Mistikler, sonraları Pan’ı her şeyi yapabilir bir tanrı payesine çıkardılar.”
Necatigil’in 100 Soruda Mitologya adlı eserinde tanrı Pan için verdiği bu bilgiler, “Panik” adlı şiirini anlamlandırmamızda önemlidir. Tanrı Pan’la özdeşleşen panik kelimesi sadece başlıkta geçmekle birlikte panik duygusu da şiirde kendini hissettirir. Yunan mitolojisinde önemli bir yer edinen tanrı Pan’a şiirde de önemli bir görev yüklenmiştir. Ancak Pan burada daha çok olumsuz yönüyle mevcuttur. Zira şiirde yer alan toplumsal sınıflar içinde sessiz dilsiz kimseleri gözüne kestirip yalın ayak bir işsize panik ve korku salarken dişlilerden yani güçlü olanlardan kaçınır. Tanrı Pan burada güçsüzün, ezilenin yanında değil güçlü olanın yanındadır ve etrafında da yardakçılar vardır. Onların yanında olduğu gibi tıpkı onlar gibi de yaşar. Blok apartmanların şahane katlarından en çalımlı taşıtlara atlar.
Şiirin ilk dörtlüğünde kırsal kesimden kente göç ve kentleşme olgusu vardır. 1840’lı yıllarda başlayan Sanayi Devrimi ile birlikte fabrikaların kurulup üretici – tüketici kitlelerin toplaşmasından doğan sanayiye dayalı kentleşme, ilkin XIX. Yüzyılda Avrupa’da görülmüş, giderek hemen hemen tüm dünyaya yayılmıştır. Sanayileşme, insanları küçük yerleşim birimlerinden, köylerden kentlere sürüklemiş, “köyden kente göç” dediğimiz sosyolojik olguyla kentleşme olayı yaşanmıştır. Sanayileşmeye bağlı kentleşme, peşinden çevre, mimari ve yerleşim biçimi ile ilgili değişimleri doğurmuştur. Söz konusu şiirde de eskiden kırlarda dolaşan tanrı Pan artık milyonluk kentlerde ve kentlerin asfalt yollarında betonlarında dolaşıyordur ve yine eskiden olduğu gibi uzun yazların öğlen saatlerinde yapıyordur bunu.
Dörtlüklerden ve bentlerden meydana gelen “Panik” şiirinin ilk bendine baktığımızda toplumdaki üretim biçimini görmekteyiz. Fabrika duvarlarından üretim biçiminin endüstriyel üretim olduğu anlaşılmaktadır. Şair, fabrika duvarlarını sağır kale kapılarına benzetir. Fabrikada çalışan işçiler tıpkı kalelerde esir olan ve çalıştırılan köleler gibidir. Sesleri kimseye ulaşmaz. Tıpkı köleler gibi yorgun, bezgin ve ürkektirler. Ve yine tıpkı köleler gibi emeklerinin karşılığında aldıkları çok azdır. Bunu az ekmek sevinciyle belirtir şair. Bu az ekmek sevincine bile tanrı Pan ve yardakçıları (burjuvazi) çullanır.
Şiirin ikinci bendinde ise eskiden kırlarda, genelde uzun yazların öğle saatlerinde dolaşan Pan, artık hemen her gün özellikle de büyük kentlerde dolaşıyor. Hain gülüşleri sessizdir. Şair bununla Kapitalist sistemde görünürde olmayan ama emeğin sömürüsüne dayanan köleliğe gönderme yapar. Kapitalizmde görünürde resmi bir kölelik olmasa da aç kalmak ve burjuvazinin belirlediği şartları kabul ederek çalışmak arasında tercih yapmak zorunda olan işçi sınıfı vardır. Hain gülüşün sessizliğiyle bu duruma gönderme yapılmıştır. Hain gülüşleri sessiz olan Pan’la karşı karşıya gelen yalın ayak bir işsizin gözleri kararır. Pan’la özdeşleşen panik hissi burada karşımıza çıkar. Eskiden kırlarda çığlıklarıyla, kahkahalarıyla korkutan, paniğe düşüren Pan, endüstriyel üretim biçimin hâkim olduğu, kentleşmenin hüküm sürdüğü bir devirde sessiz ve hain gülüşleriyle bu işlevini gerçekleştirir. Emeğinin sömürülmesi ve aç kalma seçenekleri karşısında gözleri kararır yalın ayak bir işsizin.
Üçüncü bentte ise toplum içinde yoksullar, açlar, hastalar sürünür kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde. Buna rağmen hıncını hâlâ alamamış gibi zalim uygarlığı gelişen teknolojiyle, bilimdeki ilerlemelerle daha da azıtıyor. Uygarlık olarak adlandırılan olgu zalim bir yapıdadır. Var olan gelişmeler insanların mutluluğuna, huzuruna hizmet etmek yerine onlara daha da fazla zarar vermektedir. Bunu atom bombalarıyla, uzay füzeleriyle gerçekleştirmektedir. Atom bombaları bize ABD’nin 1945 yılında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarını hatırlatır. Yarattığı felaketin ve tahribatın izleri hâlâ devam eder bu olayın. Şair atom bombalarıyla bu olaya da gönderme yapmaktadır.
Şiirin üçüncü dörtlüğüne kadar çizilen tablodan sonra yarınlar şair için bir muammadır. Bu olumsuz tablonun gölgesi saflığın ve masumiyetin timsali ve geleceği simgeleyen çocukların yüzüne de düşmüşse artık yarınlardan umut kesilir der.
Son dörtlükte ise şair, insanlar arasında yapılan ayırımları haykırır. Renk, ırk, emek, din ayırımları ve bunlara dayalı yapılan sınıflama, ötekileştirme şairin tanrı Pan’a haykırmasına sebep olur. Dünyada insanca yaşamak da yoksa yüzyıllardan geriye ne kalır diye sorar. İnsanlar arasında toplumsal yaşamda yüzyıllar içerisinde gelişen ve oluşan kültürün içinde insan gibi yaşama olgusunun olmaması, şairin gözünde geriye kalan her şeyi boş ve anlamsız kılar.
Behçet Necatigil, Ekim 1953’te Hisar Dergisi’nde yayımlanan bir konuşmasında şair ve toplum arasındaki bağlantıyı şu şekilde dile getirir:
“Topluma karşı görevli olmak ne şairin tekelindedir, ne şunun, ne bunun. Bu işte herkes görevlidir, görevli olmalıdır. Vicdan diyoruz, yurt sevgisi diyoruz, insanlık diyoruz. Bunlara sahip olmadıkça hani nerde hayvanlara karşı bizdeki manevi üstünlük? Bir insan olarak herkes toplumun dertlerini zaten kendi derdi bilir, bilmelidir; bunun için ayrıca şair olmaya ne hacet? Ama bu böyle diye, siyasi makale mi olacak bütün şiirler? Benim bildiğim; şair, esasen bireysel ve toplumsal dertlerin azabını çeken adamdır. Bireysel – kişisel dertlerin de toplumsal unsurlardan yoksun olduğu iddia edilemez. Bir gözlemci olarak bir toplum tablosu çizen bir şair, bunu eğlenmek, zevklenmek için yapmıyor herhalde.”
Necatigil’in bu konuşması, ele aldığımız “Panik” adlı şiirini bir bağlama oturtmak açısından önemlidir. Söz konusu düşüncelerini, ele aldığımız şiirin genelinde görmekteyiz. Alt yapıyı oluşturan kesimin (işçi, emekçi kesim ve çektiği sıkıntılar, azaplar yine alt yapının belirlediği üst yapı içerisinde yer alan edebiyat eserinde karşımıza çıkar. Behçet Necatigil şiirinde, üretim güçlerini oluşturan unsurları (fabrika, emek vb.) ve özellikle işçi sınıfını ve çektikleri sıkıntıları, mutsuzlukları işlemiştir. İşçi sınıfının hayat tarzı, günlük faaliyetleri, hayat mücadelesine karşılık burjuvanın yaşam tarzı, işçi sınıfa karşı duruşu, sömürüsü eserin iskeletini oluşturmaktadır. Toplumun bir parçası olan şairin, yaşadığı dönemin pek çok özelliğini imgeler ve çeşitli göndermeler aracılığıyla şiirine ne şekilde yansıtabildiğini Behçet Necatigil’in “Panik” adlı şiiri üzerinden görmüş olduk.
Kitaplar, bir karton kapak ve yüzlerce sayfayla dolduran mürekkep yığınından çok daha fazlasıdır, onları tutkuyla sevenler için; nefes alan, yaşayan, yaşlanan birer canlıdır. Bir şekilde sahip olunup evimize girdikleri andan itibaren onlar, yazanlarıyla birlikte, yaşadığımız mekânları bizlerle paylaşmaya başlarlar. Öyle ki, evimizin en önemli, en değerli, en özel köşelerini, odalarını tahsis ederiz onların şerefine. Oturdukları yerler, en iyi ağaçlardan, en estetik mobilyalardan olsun isteriz. Elbette bunlar, bizlerin gücü ve kitaplara olan sevdamızın yüceliğiyle paralellik arz eder. Eğer okur, okuduğu kitapların kendisinde kalmasını, evinin bir bölümünde durmasını anlamlı bulmuyor, kitabı okur okumaz elinden çıkarıyorsa, bu söylemler onlar için pek bir şey ifade etmeyecektir. Zaten bizim sözümüz de onlara değil, kitaplarından ortaya gerçek bir ‘kütüphane’ çıkarmaya çalışan muhteremleredir.
Bir okur olarak ben, kitaplarımla hep aynı mekânda olmak, aynı ortamda oturup kalkmak –hatta uyumakisteyenlerdenim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz ev ve salonu bu arzuma cevap verebilecek imkân ve büyüklükte değildi ve başkalarının çok kolaylıkla giyinme, ütü yapma, ayakkabı dolapları koyma için ideal bulacağı bir odayı ben, tavana değin uzanan rafları olan bir kitap odasına dönüştürdüm. Bir kısmı annemde olan kitaplarla benim evimde bulunanları ilk kez bir arada görecek olmanın mutluluğunu yaşayışım bir yana, kitaplara, sadece onlara ait olacak bir oda tahsis edebilmiş olmak beni ayrıca etkiledi, farklı duygulara sürükledi ve kitapların raflara dizilme biçimi konusunda fazlasıyla belirleyici oldu.
Diğer evlerimde raflar, oturma salonumda, sıklıkla kullandığım koltuk hangisiyse, onun tam karşısına gelecek şekilde konum alırdı. Ve o dönemlerde kitapları daha çok, konularına göre tasnif ederdim. Bir bölüm felsefe, bir bölüm sosyoloji, edebiyat, tarih, bir bölüm şiir vs. kitaplarına ayrılmıştı. Oturma odası ile okuması birbirinden ayrılınca, kitapları yazarların birbiriyle yakınlık derecesine göre bir araya getirmeye başladım. Bu bilinçli bir seçim ya da davranış değildi başlarda. Böyle yaptığımın farkına çok sonra, tasnifimin ne şekilde olduğunu anlamak istercesine baktığımda vardım. Yine, genel olarak felsefe, edebiyat, tarih gibi bölümler bulunmaktaydı raflarda ama, çizgileri daha az belirgindi. Daha çok, yazarların birbirleriyle olan arkadaşlık, çağdaşlık, akımdaşlık bağlarını dikkate alır olmuştum. Musil’in yanında Broch, Joyce; Sartre’ın yanında Camus, Kierkegaard; Kristeva’nın yanında Fristone, Butler; Lüksemburg’un yanında Karl Kraus, Lenin, Marks; Darvin’in yanında Serol Teber, Dawkins; Benjamin’in yanında Adorno, Horkmeimer, Habermas bulunsun istiyorum gibi, gibi, gibi… Ünlü İngiliz Filozof G. Berkeley gibi ben de, insan bilincinin dışında maddi bir gerçeklik olduğu fikrini reddeder hale mi geliyorum, bilmiyorum; ama benzer yazarların, kuramcıların çağdaşların bir arada, yakın raflarda bulunmasının, canlarının sıkılmasını önleyeceğine dair inanç geliştirmeye başladım. Bir odanın içinde yüzlerce farklı isim, farklı ruh, farklı düşünür var ve hepsinin ikamet adresi benimkiyle aynı… Oldukları yerlerden memnun kalsınlar, rahatsız olmasınlar, kendilerini evlerinde gibi hissedebilsinler diye onlara alabildiğine özenli davranıyor, yerlerini sevmelerini istiyor, canları sıkılmasın diye de benzer düşüncelere sahip, yaşadıkları dönemin kişileriyle raflarda da birlikte olmalarını sağlamaya çalışıyorum; yalnız, Musil belki Broch’u benim evimde de, Avusturya’da olduğu gibi, yakınında görmek istemeyecek, adının hemen yanında Joyce’un bulunmasından rahatsız olacak, keşke beni Spinoza’ya daha yakın bir yere yerleştirseydin ne işim var benim bunların arasında, zaten yaşarken de sinir oluyordum adımın bu ikisiyle aynı andan anılmasından, diyecek… Bunlar da çok olası…. Ama, ev sahibi olan ben, bu üç büyük ismi çok önemsiyor, birbirlerine çok yakıştırıyor, yan yana olmalarından dolayı büyük mutluluk duyuyor olduğum için zorunlu ikamet noktalarını gönlümce belirleme hakkına kendimi sahip görüyor ve yokluğumda kaynaşırlar belki umuduyla ayrı raflara düşmemeleri noktasında oldukça hassas davranıyorum. Berkeley’in “Biz yokken eşyalar, kalkıp yerlerinden odanın içerisinde dolaşmaya başlarlar mı?” diye sorması gibi ben de, başka bir yere gittiğim anda yazarlar birbirleriyle konuşup sohbet etmeye başlıyorlar mıdır merak eder oldum. Sonra da, merak edip hayalini kurmaya başladığım şeyin gerçek olduğuna inanmaya başladım.
Düşünsenize, ya Berkeley haklıysa… Ya gerçekten düşünceden başka bir gerçeklik yoksa yaşadığımız Dünya adlı gezegende, hatta evrenin tamamında! O zaman, içinde kitap bulunan bütün evler, kütüphaneler ne denli muhteşem bir yer haline dönüşürler! (Gerçi, benim için zaten hep öyleler de.) Bir taraftan Tanpınar bir taraftan Aristo, Platon, Zweig konuşuyor; bir taraftan Canetti başlıyor anlatmaya, Goethe, Lenz, onu dinliyor; bir taraftan Proust, bir taraftan Atay sesleniyor Muhammed’e, Muhammed İsa’ya bakıp konuşuyor; Nietzsche ile dedikodu yapıyor Schopenhauer; Spinoza bir köşede sessizce, raflardan birinde kurduğu krallığından olan biteni izliyor… Hasbelkader kitaplığın içine sızmayı başarmış birkaç cahilse boş gözlerle “Ne oluyor burada, ne konuşuyor bunlar Gülşah odadan çıkar çıkmaz?” diye soruyor yanında başka bir dangalağa. Çaldığım parçalar duygulandırıyor bazan onları, Celan eski günlerdeki gibi Bergman’ı dansa davet ediyor mesela… Ahmet Arif Leyla Erbil’i… Kafka yine çekimser kalıyor, Milena’yı kenardan kenardan süzüp duruyor… Böyle sürüp gidiyor günler onlarla birlikte belki de hep; belki de sahiden Berkeley haklı sadece maddenin özü ve kaynağı konusunda; belki de her şey bizim düşünebildiğimiz şekli ve kadarıyla mevcut bu gezegende, kim bilir...
W. Benjamin’nin kütüphanesini görüp her okurun maruz kaldığı “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusuna verdiği cevap çok manidar: “Kitaplar sadece okunmak için alınmaz, birlikte yaşamak için de alınır.” Bu cümleyle, pek çok kitap kurdunun duygularına tercüman olmayı başarmış olması bir yana, burada önemli bir gerçekliğin altını da çiziyor düşünür; benim ‘kitap ruhu’ diye tabir ettiğim şeye vurgu yapıyor bir bakıma: Okumaya ömrümüzün vefa edemeyeceği kadar kitap alıyor olmanın altında yatan bilinçaltı neden, Benjamin’in dile getirdiği “Biz biraz da, onlarla ‘yaşamak’ istiyoruz”dan başka ne olabilir ki? Okurluk, zamanla, koleksiyonerliğe biraz da bu yüzden dönüşüyor olmalı: “Olsun, elimin altında bulunsun, okuyamasam da yanımda dursun.” diye aldığımız kitapların ruhunu istiyoruzdur aslında; ruhunun evimize taşınmasını, bize yeni anlamlar kazandırmasını; tanışık olmayı yani, birlikte yaşıyor olmayı...
Rene Descartes, “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” der ya, bu yüzden bizler çoğu zaman, kitap dolu raflara bakarken, orada, saman kağıtlarından, karton kapaklardan, kuşe kağıtlardan ziyade, dokunur dokunmaz gerçeğe dönüşecek bir ruh, bir sima, bir ‘dostun yüzünü’ görüyoruz.
Ne demek istediğimi, ne anlatmaya çalıştığımı, hatta çok daha fazlasını kitaplarla birlikte yaşayanlar, kütüphane sahibi olan iyi bilir, biliyorum.
Hepinize bol kitap dolu bir yeni yıl, kitapsız kalmadan yaşayacağınız bir ömür diliyorum...
Kafka Okur Dergi, Sayı 4, 2015
Havva Emre