Quantcast
Channel: KAFKAOKUR
Viewing all 344 articles
Browse latest View live

Kafka Okur Dergisi Tüm Sayılar Kampanya!

$
0
0

Tüm Sayılar Kampanyamız!

1. 2. 3. 4. 5. 6. Sayılar (İlk 6 Sayı Kampanya)

Kampanya ile 36 TL* (Normal fiyatı 48 TL)

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. Sayılar (Tüm Sayılar Kampanya)

Kampanya ile 54 TL* (Normal fiyatı 72 TL)

Tükenmeden alın!

Bu kampanyalardan faydalanmak için bilgi@kafkaokur.com adresine yapacağınız EFT / Havale sonrası

'İlk 6 Sayı Kampanyaveya (faydalanmak istediğiniz kampanyaya göre)

'Tüm Sayılar Kampanyayazıp 

'Adınız Soyadınız, Telefon Numaranız ve Adresiniz' ile birlikte mail atmanız yeterlidir. 

İletişim // Telefon // WhatsApp // Kafka Okur // 

+90 530 727 1523
*Kargo ücreti tarafımıza aittir.

Banka hesap bilgilerimiz
Gökhan Demir - TL - IBAN: TR820004600785888000064562
(Akbank)

Yurt Dışı kampanyamız! (Tüm Sayılar Kampanya) 

30 EURO* (9 adet dergi)

Yurt Dışı için banka bilgilerimiz
Gökhan Demir - EUR - IBAN: TR580004600785036000072137
(Akbank - Swift BIC Kodu :AKBKTRIS)
*Kargo ücreti tarafımıza aittir.

Kafka Okur Dergisi Tüm Sayılar Kampanya!

$
0
0

Dergiler 5 iş günü içerisinde tarafınıza ulaştırılır.

Tüm Sayılar Kampanyamız!

1. 2. 3. 4. 5. 6. Sayılar (İlk 6 Sayı Kampanya)

Kampanya ile 36 TL* (Normal fiyatı 48 TL)

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. Sayılar (Tüm Sayılar Kampanya)

Kampanya ile 54 TL* (Normal fiyatı 72 TL)

Bu kampanyalardan faydalanmak için bilgi@kafkaokur.com adresine yapacağınız EFT / Havale sonrası

'İlk 6 Sayı Kampanyaveya (faydalanmak istediğiniz kampanyaya göre)

'Tüm Sayılar Kampanya' yazıp 

'Adınız Soyadınız, Telefon Numaranız ve Adresiniz' ile birlikte mail atmanız yeterlidir. 

İletişim // Telefon // WhatsApp // Kafka Okur // 

+90 530 727 1523
*Kargo ücreti tarafımıza aittir.

Banka hesap bilgilerimiz
Gökhan Demir - TL - IBAN: TR820004600785888000064562
(Akbank)

Dergiler 5 iş günü içerisinde tarafınıza ulaştırılır.

Kafka Okur 10. Sayı Çıktı!

$
0
0
"Büyüyemeyeceğimin farkında olarak, küçük kalmayı reddettim."
- SYLVIA PLATH-

Kafka Okur 10. Sayı
Kafka Okur Dergi 10. Sayı

EDGE
Gökhan Demir

Jillian Becker: Sylvia Plath’in son günleri
BARIŞ YARSEL, Çeviri

Sırça Fanus
SYLVIA PLATH

Melankoli Prensesinin Günlükleri
NERMİN SARIBAŞ

Valizde Kalan Mektup
CENK ÇALIŞIR, Öykü

Kuşkonmazlar Öldüğünde
FULYA ORDU, Şiir

Hay Yaşa
SELCAN AYDIN, Anlatı

Zom Zom
DİLEK TÜRKER, Öykü

Bahadır Yenişehirlioğlu ile söyleşi tadında...
OKUR SORULARI

Beklemek
KAAN MURAT YANIK, Deneme

Bildiğim bir ormanda koşuyorum: Yekta Kopan
DİLEK ATLI, Söyleşi

Doğuştan Sansürlü
MERVE ÖZDOLAP, Anlatı

İçerisi Biraz Dağınık, Kusura Bakmayın
EZGİ AYVALI, Öykü

frida’nın elleri için önsöz
ömer turan, Şiir

Olur Bazen Öyle
GÖKHAN COŞKUN, Anlatı

Kendime Ait Bir Oda
ESRA PULAK, Aforizma

Misket
CANSU CİNDORUK, Öykü

Tazıların Aşkı Büyük Olur
YUSUF ÇOPUR, Öykü

Yin ile Yang
CANSU TOK, Sinema

Sekiz’in Sekiz Günü
ERAY YASİN IŞIK, Seyahat

Pierre Loti
GÜLDEN KUŞ, Anlatı

Cinayet
FEYZA ALTUN, Deneme

Fazla Samimi Veryansınlar
NAZLI BAŞARAN, Anlatı

Merhaba ve Hoşça Kal
TUGAY YILDIRIM, Anlatı

Vincent’ın 163. Mumu
DOĞAN KAYACIK, Sanat

Kurumuş Yaprakların Rengi
ATILAY AŞKAROĞLU, Anlatı

Papatya Tarlasıymış
ELİF İŞÇİ, Şiir

ASENA, KUMRULAR, SÖĞÜT, DİRİK
SÖZLER

Çizimler:

Tülay Palaz
Songül Çolak
Erhan Cihangiroğlu
Aslı Babaoğlu
Filiz İrem Özbaş
Merve Turan
Sinem Keyik
Orhan Özgür
Doğan Kayacık
Atılay Aşkaroğlu
Uğur Acil

Ne zor şeymiş

$
0
0
Sabahattin Ali

"Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların papucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika'ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakar milletimizin.

Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.

Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık, iç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine sahip olmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için bir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: "Görüyormusun şu haini! İlle namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..."

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi ?

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen millet de namuslu.

Sabahattin Ali
Ali Baba Dergisi, 1947

Örme Duvar

$
0
0


Örme artık.
Boyunu aşmış dizdiğin tuğlalar.
Daha ne kadar gizleyebilirsin ki kendini? 
Ardını hiç merak etmedin mi gerçekten?

Yaran hâlâ ne kadar açık ki duvarların demiri kıskandıran?

Bak ben yoruldum. Ardındaki gökkuşağını anlatmaktan da, 
duvarına ateş kırmızı goncaları yar etmeye çalışmaktan da...

Bir şey söylemiştim hatırlar mısın bilmem.

Bir gün çemberine saklanmaktan vazgeçip, 
kaskatı kurallarını perde gibi havalandıracak birileri girecek hayatına.

Belki de girmiştir, bir gün düşecek aklına.

Ama o kişinin ben olmadığım gerçeğine üzülecek kadar bencil değilim.

Sadece bil diye söyledim.

Duvarlar diyorum çocuk.

Duvarlar.

Varlar.

Selcan Aydın, Kafka Okur Dergi, Sayı 5, 2015

Öksökö

$
0
0
Öksökö

Bugün annemden bir mesaj aldım. Oysa o artık ölüydü ve gömüleli neredeyse bir sene olmuştu ama yine de hiç şaşırmadım. Çünkü ölümü bile başkalarını aldatmak için kurgulanmış bir oyun gibiydi. Her zaman olduğu gibi gerçek suratını yalnızca bana gösteriyordu. Hâlâ olur olmaz zamanlarda karşıma çıkıyor, çok istediğim bir şeyi yaparken kulağıma yapma diye fısıldıyor, o çok bilmiş hafız tavırlarıyla hayatıma müdahale etmeye devam ediyordu.

Annem, planlarımı öğrenmiş gibi, namus, iffet, fazilet kelimeleri ile doldurduğu kısacık mesajıyla yeni yaşımı kutlamış, üstelik benim için hazırladığı hediyeyi dolapta bulacağımı da bildirmişti. Umursamadım bile. İşten sonra arkadaşlarımla bir bara gidecek ve tüm çekingenliğimi üzerimden atana kadar içecek, sonunda da bardan adamın biriyle ayrılacaktım. Kafama koymuştum. Bu gece bütün zincirlerimi kıracak, tam anlamıyla özgür olacaktım. Zaten sırf bu yüzden dün ağda yaptırmış, kendime pembe renkli dantel iç çamaşırları almıştım. Bütün gün ne annemin mesajını ne de üstümdeki dantel çamaşırları düşünmeden deli gibi koşturmuş, yazılacakları yazmış, gelen telefonları yanıtlamıştım. Akşama doğru heyecanım öyle artmıştı ki karnıma ağrılar girmeye başlamıştı. Toparlanmaya çalıştığım sırada iş arkadaşım Yasin’in yanıma gelmesiyle paniklemiştim. İçimden lütfen mesaiye kalmam gerekmesin, planlarım bozulmasın diye dua ederken duyduklarım ise beni şok etmeye yetmişti. Bölümdeki bütün kızların hayran olduğu Yasin, biraz utangaç bir tavırla beni yemeğe çıkarmayı teklif etmiş belki de sonra sinemaya gidebileceğimizi söylemişti. Kıpkırmızı olmuş, ne diyeceğimi bilememiştim. Mutlu olmam gereken o anda bile, basit bir kız gibi görünmüş olmaktan, giydiğim pembe çamaşırlardan, ona cesaret verecek bir şeyler yapıp yapmadığımdan endişelendiğimi hatırladıkça çıldırıyorum. Üstelik teklifini kabul etmeyi çok istediğim halde hiçbir şey söyleyememiş, yüzüne dahi bakamamış, tam o sırada da müdürüm tarafından çağrılmıştım. Müdürün odasından çıktığımda Yasin çoktan gitmişti. Kızları arayıp bahanelerimi sıralamış ve onlarla buluşamayacağımı söylemiştim.

Sokaktan gelen korna sesleri ile pencereye çevirdim yüzümü. Cama yansıyan siluetim bir ışık selinin girdabında boğulan vitrinlere dönüşmüştü. Gözüm koltuğun yanındaki sehpada duran annemin telefonuna takıldı. Bara gitmek, bir adamın altına yatıvermek, özgürlüğüme kavuşmak pahasına iffetimden vazgeçmek, olacak şey değildi. Annemi düşündüm. Oturduğu koltuktan senelerce caddenin bu coşkulu akışına bakarak neler hissetmiş olabileceğini. Dışarının görünen cafcaflı kalabalığına karşın, içerisinin bu karanlık ve boğucu yalnızlığı onun dünyasının kopyası gibiydi. Sonunda onun istediği gibi olacaktım ben de. Artık beni dert etmesine gerek yoktu. Bütün kötü kızların dışarıda olduğu bir dünyada, hayatın dolu dizgin geçip gidişini pencereden izleyen onun cici kızı olacaktım.

İffetmiş. Canı cehenneme. Artık dışarı çıkmalıydım. Sadece biraz cesarete ihtiyacım vardı. Oysa cesaret benim için çocukluğumun yitik bez bebekleri gibiydi.

Yasin geliyor aklıma. Gülümsüyorum. Pek kimseye yüz vermeyen kendi halinde, zannedersem biraz da mutaassıp bir çocuk. Ya da ben öyle biliyorum. Çok da yakışıklı. Beni beğenmiş olması hoşuma gidiyor. Yarın onunla yemeğe çıksam, sonra bir kaç kez daha buluşsak, kesin evlenir benimle. Öyle hovarda bir tip de değil. Eminim evlenir evlenmez çocuk hayali kurmaya başlarız. Çocuk olunca da evde oturmamı, evimin hanımı olmamı ister. Ben yine evde oturur, camdan bakarım. Onu beklerim. Annemi öğrense ne yapar acaba?

Çiçeklerin suyunu değiştirmeyi unutmuşum. Vazonun dibinde kalan sararmış suyun içinde öylece boğulmuşlar. Önce beni suçladıklarını düşünüyorum ama sonra rahatlıyorum. Çiçekler bilmezler ki kimin elindeyken solduklarını, ya da kimin neyi ne zaman unuttuğunu... Ancak kendilerini yerde buldukları zaman anlarlar bir şeyler olduğunu… Sonuçta kaderleri bu.

Doğum günüm için özel olarak hazırlanmış içilmeyi bekleyen viski şişesini almak için ceviz dolabın içini karıştırıyorum. Biraz sarhoşluk biraz da unutkanlık arıyorum. Sonunda porselenlerin arkasında buluyorum onu. Kapağı kapatırken kabartma kartal motiflerini ilk kez görmüşçesine korkuyorum. Gün geçtikçe büyüyor gibiler. Bilirsiniz işte. Zamanla ya uzar, ya büyür ya da renk değiştirir gölgeler. Gitmeme asla müsaade etmemek için, kanatlarını açmış, pençeleri ile her an beni yakalamaya hazır bekliyorlar. Her yerdeler. Koltuklarda, aynanın üstünde dolap kapaklarında, her yerde.

Gözümü kartaldan ayırmadan viski şişesini açıp şişeden kocaman bir yudum alıyorum. Eteğimi çıkarıp, gömleğimin düğmelerini açıyorum. İyice karanlık bastırdı. Perdeleri kapamaya gerek duymadan ışıkları yakıyorum. Duvarımda birine ay diğerine güneş adını verdiğim iki buselik aplik, üzerlerine birer kartal konmuş. Çılgınca kanat çırpıyorlar ama önemsemiyorum. İçmeye devam ediyorum.

Aynanın önüne geçip yeni aldığım iç çamaşırlarımın içindeki halimi inceliyorum. Viski şişesini kaldırıp aynayı selamlıyorum. Söyle bakalım ayna, diyorum. Benden doğru ne var. Söylesene “senden doğrusu yok” desene, diyorum. Aslında seninle birbirimize çok benziyoruz. İkimizin de arkasında sırlarımız var. Ama doğruyum ben, hem de çok doğru, diye kahkaha atıyorum. Her zaman doğru lakin sakın arkama bakma. Çünkü yaşlı bir kadının bütün yanlışları arkamda saklı.

Doğru ya sen bu evin eski sahibini tanımazsın. Nereden tanıyacaksın, evini geçindirmek için aynalı çeşmede orospuluk yapardı, bir kızı vardı ama büyüdükçe kendisine benzemesinden korkardı. Sen bilmezsin tabii, nereden bileceksin? Sen sadece onun hafızlığını gördün be ayna. Oysa ben onunla büyüdüm.

Yıllar ile demlenmiş viskimden kocaman bir yudum daha alıyorum. Karşıma geçmiş beni süzüyor. Bütün gücümle sana benzememeye çalışıyorum, diyorum. Yüzüme bir tuhaf bakmaya başlıyor. Hani her sabah cilveleşirken işe gitmesi gerektiğinde baktığı gibi; ayakları geri geri gidiyormuşçasına, içi sökülüyormuşçasına, her şeyi feda edecekmişçesine, beni daha gözünün önündeyken özlemişçesine. Ama daha yoğun. Çok daha yoğun. Sanki canım çok yanacakmış, ama artık onda bunu engelleyecek sihir kalmamış gibi. ‘Bana gene eskisi gibi bak!’ demek istiyorum. Yaramazlık yapmışçasına bir suçluluk hissediyorum. ‘Bir daha yapmayacağım.’ diye söz veresim geliyor. Yeter ki, her şey eskisi gibi olsun. Annemin telefonunu elime alıp, yarın yapmam gerekenleri yazıyorum. Unutmamak için.

Öksökö, Didem Gündüz Esen, Kafka Okur Dergi, 5. Sayı, 2015
Çizim: Leyla Kanber

Devrimi düşünebiliriz!

$
0
0

Kazım Koyuncu
“Devrimi düşünebiliriz, düşleyebiliriz, hatta yetmez bir sistem bile kurabiliriz. Ama sistemimiz şöyle olsun vesaire... Bunu ne zaman yaparız? Devrimi yaptıktan sonra; b.k devrimi yaptıktan sonra yaparız! Şu anda bunu düşünüyorsan yaparsın. Yapmaya başlarsın. Sonra da hep öyle yaşarsın. Ve bu böyle böyle çoğalır, hayatla da böyle anlamlı bir ilişki kurarsın. Yolda yürürken de yürüyüşün ona göre olur, adımların öyle gider, insanlara baktığın göz değişir, herkes de “ulan bu adam ya da bu insan niye böyle bakıyor?” diye elbette ki seni sorgulayıp anlamaz ama birileri anlar bir şey bulur yani. Birisi farklı yürüyordur orada. Sana bir puan yazmazlar. Bir şey verirsin hayata yani; bakkala bir şey davranırsın, manavdan bir şey alırken tuhaf bir ilişki kurarsın. İster istemez hoş bir ilişki kurarsın...

Yani işte! Hikaye bu.”

Kazım Koyuncu


Çizim: Birol Demircan
Kafka Okur Dergi, Kazım Koyuncu Posteri, Sayı 5, 2015

Tezer Özlü’nün Kafka’nın Mezarını Ziyareti

$
0
0
Franz Kafka

“Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.”

Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında?

Koridordan trenin yol aldığı kesite bakıyorsun. Tek tek yapılar, yollar belirdi bile. Henüz sabah soğuk, gökyüzü aydınlanmaya başlamak üzere. Ama erken doğmayacak güneş, ilkin bulutlar olacak. Trenin koridoru serin. Söylediği gibi alacakaranlık içinde büyük bir kitle var işe gitmek için yollara çıkmış. Yorgunum. Tren istasyona varıyor bile. O uyuyor. Sigara paketinin üzerine birkaç sözcük yazıp iniyorum. Çantamı istasyonda bırakıp bir araba ile kentin sabahına giriyorum. Sabah, daha saat altı olmadan, Kafka’nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında Kafka’nın ince yüzü metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde birden Kafka’nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş yapıya bakıp duruşunu hiç kavrayamıyorsun. Uzak ülkede, durgun kentlerde onun anlamlarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, daha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine işlemiş süreçler. Yoksa yaşadığımız her an böylesine geçmişin ağır anılarıyla mı güçleşiyor.

Prag kentinde Maiselgasse’de miyim, yoksa Ankara’da Tuna Caddesinde mi. Ya da düş mü görüyorum. Ya da zamanın hangi akışındayım. Bir yolcu muyum. Bir arabanın içinden yorgun gözlerle Kafka’nın evine bakan bir yolcu. Hangi yolculuğumun hangi anındayım. Oysa hiç yolculuğa çıkmam. Her an ve her yerde, daha önceleri ve şimdi hep sürekli bir yolculukta değil miyim. Böyle yaşamadım mı. Böyle yaşamıyor muyum. Böyle yaşamayacak mıyım.

Ambassador Otelindesin. Eski mobilyalar, tavandan sarkan avizeler, bembeyaz masa örtüleri, siyah giysili yaşlı garsonlar eski bir geleneği sürdürüyor. Dünyayı “Ateşçi” olarak algılamaktan öteye gidebildin mi?

Şimdi Anadolulu bir kadın, tarlada giydiği giysiler içinde Birinci Kaertner Ring’de karşıdan karşıya geçiyor.

Hradschin’e çıktığında güneş artık kent üzerinde yükselmiş. Alchimistengasse yükseklikleri iki metreyi bulmayan evlerden oluşuyor. Yirmi iki numarada bir yıla yakın çalışmış, öykülerini yazmış. Bugün ev kapalı. Yarın burada olmayacaksın.

Bir süre sonra yokuşları inip, nehir kıyısından geçip, sokaklarda dolaşıp, eski Yahudi mezarlığına giriyorsun. İlk adımlarında kent içinde gizlenmiş küçük bir mezarlığa girdiğini düşünüyorsun. Gelişigüzel kesilmiş, büyük, gri, kahverengi mezar taşları öylesine sık ve düzensiz yükseliyor ki. Dağınıklık içinde, sanki atılmış, şekil verilmemiş, her biri bir başka eğrilikte. İç içe. Mezarlık çevresini gene gri yapıların arka cepheleri çevreliyor. Evler terk edilmişçesine bakımsız. Galata çevresinin evleri gibi. Kimi camlar kırık. Mutlak içlerinde oturanlar var. Açık camlardan evlerin içindeki karanlık sessizliği algılıyorsun. Burası her zaman böyle gölge olmalı, diye düşünüyorsun. Ve mezarlığın havası, dışarının, kentin havasından daha nemli. Parke taşlarıyla kaplı caddelerin havasından. Sen mezarlığın içine doğru ilerledikçe, mezarlık kendini açıyor, açıyor, genişliyor, giderek büyüyor ve insanı kendi sonsuzluğu içine çekiyor. Daha derinlerine gidilirse, insanı bırakmayacak izlenimini veren canlı bir mezarlık. Çıkıyorsun. Kapı önünde küçük bir tahta taburede yaşlı bekçi oturuyor. Karşıdaki küçük tahta kulübede de turistlerin mutlak ellerinde bulundurdukları kent planı ve broşürler satılıyor.

— Kafka’nın mezarı nerede?

— Burada değil, diyor.

— Buradaki en yeni mezar taşı 17. yüzyıldandır.

— Evet, diyorum. Gördüm. 14. yüzyıldan mezar taşları gördüm.

— Metroya binin. Straschnitzer yönüne gidin. Oradaki Yahudi mezarlığında yatıyor Kafka.

Sokaklar geçiyorsun. Canlı sesler kulağına varıyor. Kemerler altında yürüyorsun. Seslerin geldiği kapıdan giriyorsun. Karanlık bir birahanede herkes durmadan bira içiyor. İş önlükleri üzerlerinde, herkesin elinde büyük bir bira bardağı, yarışırcasına bira içiyorlar. Bütün günlerini içerek geçiren, gene de çalışabilen insanları hep kıskanırım. Belli bir sarhoşluk içinde yeryüzüne dayanmak daha kolay.

Yavaş yavaş yürüyorsun. Metroya geldiğin an bozuk paran olmadığını görüyorsun. Geç, işareti veriyor turnikede bekleyen kız. Paranın bu kentte hiç önemi yok. Elektrikli merdiven üzerinde müthiş bir derinliğe iniyorsun. Son durakta herkesle birlikte gene derinliklerden gün ışığına çıkıyorsun. Karşıya geçiyorsun. Mezarlık kapısı açık. Hemen kapının karşısında bir ok hangi yöne gideceğini gösteriyor: Dr. Franz Kafka.

Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu. Çocukken bile, buğday tarlalarında, yaz gecesi mehtabında ve çocukluk gecelerinin derin karanlığında gördüm yaşamın sonunu, ama ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, tarlalardan, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte ardımda benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaştım yaşamın sonundan.

Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana’da Kafka’nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını. Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine belki biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kamplarında öldürülmüş kız kardeşler ile Milena’yı düşünmüştün. Kafka’nın bu kamplara girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç yaşta veremden ölmesi onun için en büyük acılardan kurtuluş da demekti.

“Ölüm gelecek ve gözlerini alacak, o ölüm ki bizleri sabahtan aksama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak.”*

Sessizlik ve yaban yeşilliklerin bürüdüğü mezarlıktan çıkarken, ağabeyimin sözlerini algılıyorum. Berlin’in Aralık gecesi buz gibi soğuk. Kar, asfalt üzerinde donmuş, Zoo istasyonundan çıkılınca, yan köprü altındaki durakta 66 numaralı otobüsü bekliyoruz. O, VVansee’ye gidecek. Kentin Batı yakası sınırındaki göl kıyısına. Bahçenin derinliğindeki büyük, sessiz, yalnız yapıya.

— İstanbul’da mezarlarımızı hazırlamalıyız, diyor birden.

— Nereye gömüleceğim beni hiç ilgilendirmez. Ölü gövdemin ne olacağını düşünmek bile istemem. Toprakla mı, suyla mı birleşeceği, yoksa kül mü olacağı, diyorum.

Sözleri, o gece bana gereksiz bir melankoli gibi geliyor. Öylesine soğuk bir Berlin gecesinde bir de insanın kendi mezarını düşünmesi...

Şimdi Prag’da, yazarlarımın mezarları doğrultusunda çıktığım yolculuğun başlangıcında onun sözlerinde haklı olduğunu düşünüyorum. Ama gene de İstanbul kentinde bir mezarım bir olsun istemiyorum.

Otobüse biniyor. Pencere önünde bir yere oturuyor. Ben, kentin gece yaşamına dönüyorum. Soğuğun ve karanlığın içine.

*Pavese

Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü, Sayfa 34 - YKY
Kafka Okur Dergi, Sayı 6, 2015

Bir Zuhal Tekkanat Röportajı!

$
0
0

Röportaj: OYA ÇINAR

“Sizinle rakı içmek istiyorum.” dedim. Şaşırdı bir an, duraksadı biraz. Sonra o mavi gözlerini çakmak çakmak gözlerime dikti ve “Ne zaman?” dedi. “Neden, hangi münasebetle?” değil, sadece “Ne zaman?” “Siz ne zaman uygunsanız…” dedim. “Yeter ki ‘evet’ deyin. “Evimde ağırlamak isterim o zaman seni.” dedi. “Önümüzdeki hafta sonu, buyur gel.”

Gittim. Bir köpeği, üç kedisiyle yaşıyor Zuhal Tekkanat. İki odalı, müze gibi, bütün duvarları Cemal Süreya fotoğrafları ve şiirleriyle dolu bir evde... Hiçbir şeyi atamayan, atmaya kıyamayan bir kadın. Biriktirmiş. Aşkının hatırasını, yazdığı mektupları, eski tarihli gazeteleri, dergileri… Birinin yazdığı bir hayran notunu, oğlu Memo’nun kıyafetlerini, Cemal Süreya’nın kalemini, eve gelen çiçekleri, her şeyi… Koca bir hayat; orada, öyle, somut halde duruyor gözlerinizin önünde. Sadece hatıraları değil, o hatıraların işaretlerini de taşımış boynunda. Hiçbir nesne sadece “nesne” değil. Kalem, sadece kalem değil; Cemal Süreya’nın kalemi. Masa, sadece masa değil; üzerinde şiirler yazılan, “Bak, dün okudum, bir sürü yeni gezegen bulunmuş.” diye notlar alınan bir masa. Bazı insanlar öyledir hani. Neyin yanında dursa onu yeşertir, ona can verir.

Bir müddet suskunluk oluyor önce aramızda. “Ne düşünüyorsun tam şu an?” diye soruyor bana. “Üç gündür elimde ‘Onüç Günün Mektupları’ var. Evirdim okudum, çevirdim okudum. Orada bir yerde, Cemal Süreya bir kahvede size mektup yazıyor. Tam o esnada kahvede bir halk türküsü çalıyor. Cemal Süreya satır aralarında size durmadan türkünün şu sözlerini yineliyor: ‘Can alıcı bakışları gözünde gözünde gözünde…’ Gözleriniz…” diyorum. “Gözleriniz…” Sağanak bir yağmurun habercisi gibi bulutlar geçiyor gözlerinden Zuhal Tekkanat’ın. Ağlamıyor ama, tutuyor hepsini. Dedim ya, o, biriktiren bir kadın! Ve ben başlıyorum sormaya:

1938’de doğmuşsunuz. Cumhuriyetin ilk yılları… İlk gençliğiniz nasıl geçti bu günlerle kıyaslayınca? Çünkü hep o dönemlerin daha çağdaş olduğundan bahsedilir. Böyle bir mukayese yapabilir misiniz?

Hayır, değil. Hiç değildi. Çok daha sıkıydı. Ödümüz patlardı bir şey konuşmaya. Ben size söyleyeyim. İlkokul 5.sınıftayken ben, yönetim değişti. Bir devir bitti başka bir devir başladı. O yaşta bir çocuk, siyaset nedir, nereden bilir? Demek ki izliyormuşum bir şeyleri. Sokaktan geçiyorlar bir gün. Camı açıp el sallıyorum onlara. “Hoş geldiniz” diyorum, yeni devrime! Tabii bu hemen dikkate alınıyor. Ertesi gün müfettiş geliyor sınıfa. “Dün” diyor, “bu pencereden kim el salladı?” Her şeyin daha iyi olması için çok büyük çabalar veriliyordu ama çok sancılı bir süreçti. O çocuk yaşımdan beri güvendiğim bir şeylere sarıldım ve adımlarımı hep onlardan yana attım. Ama kolay olduğunu kimse söyleyemez. O gün de zordu, bugün de zor!

İlk şiirinizi ilkokul 3. sınıfta yazmışsınız.

Doğrudur. Edebiyata hep tutkum vardı. İlkokul ikinci sınıfta başladım hatta. Kar mı yağıyor, onun şiirini yazardım. Sokakta bir köpek mi gördüm, onun acısını yazardım. Ne bileyim, yağmuru yazardım. Ama el işlerine de çok yatkındım. O yüzden Olgunlaşma’yı düşündüm.

Derken, ilk kitabınız ‘Gibi’ çıkıyor 1965’te.

Evet, sonrasında da zaten Yelken dergisi için Mübeccel İzmirli’den sonra birileri beni tavsiye etmiş. Oraya başladım. Bir yıl kadar Yelken dergisini yönettim. Sonra Yeni İstanbul gazetesinde bir süre sanat muhabirliği yaptım. Tam o dönemde, bir şekilde, Yaşar Kemal’le tanıştığım görülmüş ve bu nedenle gazeteden kovuldum. Gittim, derginin sahibi Ruknettin (Resuloğlu) Bey’e ‘Böyle böyle oldu’ diye durumu anlattım. “Sen üzülme, nerede çalışmak istiyorsun?” dedi. “Cumhuriyet’te…” dedim.

Böylelikle Cumhuriyet’e başladım. Epey bir süre orada devam ettim. Sonra tabii Cemal Süreya ile tanıştım ve hayatım değişti!

Nasıl tanıştınız peki? İlk gördüğünüz ânı çok net hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz?

Erkekkadın ilişkisi olarak düşünmedim açıkçası. Bir edebiyatçı, kültür insanı olarak düşündüm. Ama entelektüel anlamda çok büyük hayranlığım vardı kendisine. Dediğim gibi, o dönem Cumhuriyet’te çalışıyorum. Doğan Hızlan ve Konur Ertok da bizim düzeltmenlerimizdi. Onlar Cemal’e demişler ki bir gün: “Ya bizim oraya yeni bir kız geldi, görsen fıstık mı fıstık!”

“Yapma ya!” demiş o da. Bu arada Ülkü Tamer, Tomris Uyar filan beraber dergi çıkarıyorlar o dönem. Sonra Onat Kutlar’ın Şişli’de yönettiği ‘Sinema Tek’ vardı. İzlemeye çok giderdim. Orada bir gün karşılaştık. Ben “Papirüs dergisinde bazı eksiklerim var, onları tamamlamak üzere gelip rahatsız edeceğim sizi bir gün.” dedim. O da “Hayhay hanımefendi! Bekleriz.” dedi. Öyle ayrıldık.

Daha sonra bir gün, Edebiyatçılar Derneğinde Haldun Taner sayesinde bir açılış yapacaktı. Bende de Klasik Batı Müziği plakları vardı. Bana dedi ki “Hem gel bana yardım et, hem de plaklarını getir.” Gittim, açılışı yaptık. İşimiz bitmeye yakın, Cemal Süreya, yanında iki üç kişiyle bana doğru yürüdü. Elimi sıktı ve “Matmazel, ne kadar güzelsiniz! Benimle evlenir misiniz?” dedi.

Herkesin içinde, küt diye…

Evet, aynen böyle oldu. Tabii o an çok şaşırdım ama bir an duraksadıktan sonra, dedim “Kusura bakmayın beyefendi, ben öyle bir şey düşünürsem size sormam, buna kendim karar veririm.” Ama o beklemiyordu sanırım öyle bir cevap. O kadar insanın içinde olunca da bu, yüzü düştü ve hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. O an gitti gitmesine ama hiç vazgeçmedi. Kaçan kovalanır gibi sanırım biraz da. Bilemiyorum. Belki de benim kendimi sürekli çekmem de o dönem için ona cazip gelmiş olabilir. O olsaydı ona sorardınız tabii bunları. Mehmet Şeyda kız kardeşimin eşiydi. O aramıza girip bizi yemekli görüşmelerle yakınlaştırmayı sağladı. İlişkimiz başladıktan altı ay sonra da bana Kapalı Çarşı’da bir yüzük ve bir pabuç aldı. “Haydi, şimdi eve git, annene beni söyle.” dedi. “Ben Cemal Süreya ile evleneceğim, diye.”

…ve evlendiniz.

Evet; ben 28 yaşındaydım, o 35 yaşındaydı. Aslına bakarsanız normal evlenme yaşı işte, ama ikimizin de ikinci evliliğiydi. Tabii o zamana kadar çok ilişkileri olmuştu Cemal’in. İki yıl sonra da bir çocuğumuz oldu. Tıpkı ona benzeyen bir çocuk... “Yaşadığım Yıllar’ kitabımda epey yazdım o dönemi. Çok güzel bir yedi yılımız geçti. Unutulmazdı. Çocuğu büyütürken tabii, problemler oluyor. Çalışan insanlar arasında olagelir şeylerdi bir çoğu da. Kötü hatıraları unutmaya, iyileri aklımda tutmaya çalıştım hep. Hala da onu yapıyorum. Biz iyi bir yedi yıl geçirdik.

Nasıl bir aşktı sizinki?

Olağanüstü bir aşktı. Bir kitap önerirdi bana mesela. Ben zaten okumayı çok severdim ama o önerdiği için o kitabı sabaha kadar okur bitirirdim. Bu, aşkımın ona derinliği… Aramız çok iyiydi fakat biz çok kıskanıldık. Eskiler, yeniler, hepsinin gözü üzerimizdeydi. Kadınlar ona çok hayrandı, dediklerine göre ben de güzel bir kadınmışım. (Gülüyor) Eski fotoğraflarıma bakıyorum bazen, fena değilmişim diyorum.

Birlikte en çok nelere güler, nelere öfke duyardınız?

Gündüzlerimiz ayrı geçti, akşamlarımız beraberdi. Her akşam bir küçük rakı açılırdı, şiir ve edebiyat üzerine tartışmalar yapardık. Dilin yanlışları üzerine konuşurduk. Çocuklu bir evlilik olduktan sonra, tabii aksamalar başladı. Bir süre sonra da zaten evlilik hayatı Cemal’e demode gelmeye başlamış olacak ki başka heyecanlar aramaya başladı.

Ne var ki “Biz hiç ayrılmadık, yazılmadı adlarımız mezar taşlarına” Cemal’in kendi dizeleridir. Ayrılığı hukuka bağlamak gerek, gönüllere değil! Hukuka bağlandı mı, bitiyor zaten. Hukukun dışında ölene kadar yanındayım. Resmi olarak ayrı olduğumuz halde, gitmiş Kadıköy Caferağa Muhtarlığına ‘Oğlum ve eşimle yaşayacağım.’ diye bildirmiş. Duygusaldı Cemal çok. Gönül bağımız ölene kadar kopmadı.

Bazen birine kızma nedenlerimiz onu çok sevme nedenlerimizdir ya aynı zamanda, sizin duygularınız nasıldı bu anlamda?

Küsmeleri çabuk oluyordu, barışmaları da. Bir de konuşmasam da ne düşündüğümü suratımdan anlardı. O yanını çok severdim. Ben bir şeylere öfkelenince de “Kıymetimi bilmiyorsun benim” diye söylenirdi. “Hanıııım hanım! Sen Cemal Süreya Üniversitesini bitirdin.’ der, gülerdi sonra.

‘Elif Sorgun’ adını da birlikte bulmuşsunuz. Şiirlerinizi başka bir isimle yazma ihtiyacını neden hissettiniz? Tek neden, o dönem memur olmanız mıydı? Yoksa bir kadın olarak tam anlamıyla istediğiniz gibi yazamayacağınızı düşünmüş olabilir misiniz bilinçaltında bile olsa?

Aslında ilk buluş hikayemiz tamamen memur olmama bağlıydı. İki ayrı dergide yazıyordum. Cemal de Papirüs dergisini çıkarıyor o zamanlar. O da beğendiği şiirlerimi basıyor orada. Memur olunca bu bir şikayet konusu, suç unsuruydu. Oralardan da telif alıyordum çünkü. Bir gün evde oturuyoruz. Duvarda asılı, kocaman bir haritamız vardı. Çok severdik ona bakıp gitmek istediğimiz yerlerin hayalini kurmayı. İşaretler koyardık oralara. Bir gün gene oturduk bakıyoruz haritaya öyle. Cemal’in aklına geldi ilk. Tabii o deneyimli olduğu için benden daha iyi biliyordu o konuları. ‘Bak’ dedi, öyle birden, durup dururken. “Karacaoğlan’ın dizeleri var hani: ‘İncecikten bir kar yağar tozar Elif Elif deyi’ Adını Elif koyalım. Bak, orada da Yozgat’ın Sorgun ilçesi var. Soyadına da Sorgun diyelim. Beğendin mi?” dedi. “Beğendim.” dedim. Bir iki telafuz ettik. Hoşuma da gitti. Başka bir isimle yazmak, bana senin söylediğin anlamda bir özgürlük getirmiş midir? Onu çok net değerlendiremiyorum açıkçası.

Aşk bu kadar tutkuluyken, sosyal ve entelektüel paylaşımlarınız bu kadar derinken; ne oldu da “Onüç Günün Mektupları”nı doğuran trene bindirdi sizi hayat? Ne zaman, nasıl kopmaya başladınız?

Ben SSK’da çalışırken Şişli Ot Meydanı Hastanesinde büyük bir ameliyat geçirecektim. Boynumdan… Ama yüzde doksan dokuz sakat kalma ihtimalim vardı. Ben kabul ettim ve yattım hastaneye. Öyle olunca da Cemal’e şunu söyledim. “Sağlıklıyken sevdik, sevildik tamam ama bundan sonra iki büklüm olacağım. Bunu kabul etmek benim için zor. İki büklüm, acınan bir sevgili olmaktansa, özlenen eski bir dost olarak kalmayı yeğlerim.” Nedenini tam açıklayamıyorum ama reddettim bunu. Tıpkı bugün senin karşına bastonla çıkmayı reddettiğim gibi. Bacaklarım çok ağrıyor. Bastonla rahat ediyorum ama güçsüz görünmek… Bilemiyorum ki!.. Netice olarak Cemal bu söylediklerimden çok alınmış ve üzülmüş. Ben hastanede olduğum süre boyunca her gün bir mektup yazıp getirip çekmeceme koyuyordu. Tabii benim onları o zaman ne okuyacak ne değerlendirecek halim var. Yazdığı mektupların içeriği de bir şekilde benim bulunduğum o durumun onda yarattığı korku ve bana duyduğu hayranlığın ifadeleri... Hala, bugün okuyan herkes, “Sizin yerinizde olmayı ne çok isterdim…” diyor bana.

“Onüç Günün Mektupları”nı kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?

Cemal’in arzusuydu o da. Bir gün istedi benden o mektupları.

“Ben ölürsem sen, sen ölürsen ben, mutlaka kitaplaştıracağız bunları.” dedi. Ben hastaneden çıktım, çok şükür ki sakat kalmadım. Cemal gitti tabii bastıramadan. Ben, oğlumuz Memo’yla yaşamaya başladım. Can Yayınlarından Erdal Öz’le görüştüm bir gün. Mektupları gösterdim. Baktı, okudu ve “Hemen basıyoruz.” dedi. Cemal bir ay sonra vefat etti, kitabı da göremedi. Şimdi Turgut Çeviker tarafından da 14 mektup bulundu. O da birleştirildi ve basıldı.

“Zuhal’im! Hayat… Hayatımsın! Sana hiç hayınlık etmedim.” diye başlıyor o mektuplar. Bugünkü aklınız ve duygunuzla, buna tüm kalbinizle inanıyor musunuz peki?

Evet! Bu sözler çok doğrudur. Aradan yıllar geçti. Düşünün ki Onüç Günün Mektupları hala baskı yapıyor. Niye? Okuyucuya da geçiyor o duygunun gerçekliği. Ben bunu buna bağlıyorum. Hem mutluyum hem mutsuzum. Şimdi yok! Eh, araya ayrılıklar da girmiş. Oğlum 21 yaşında gitti, Cemal 59 yaşında. Ben 76 yaşındayım ve hala yaşıyorum. Allah’ın gücüne gitmesin tabii ama; buna içerliyorum bazen. Sonra diyorum demek ki bunda bir şey var. Benim yapmam gereken şeyler var. Onları yaşatmalıyım. Memo’nun kitabını yazacağım daha. Bir de Cemal Süreya’nın adına bir yer edinebilirsem… Derneğin kirasını ben şimdi emekli maaşımla ödüyorum ama benden sonra ne olacak? Orası gerçek bir kültür merkezine dönüşsün, şiir atölyeleri, yazarlık atölyeleri kurulsun, Cemal Süreya adı orda hep yaşasın. En büyük arzum!.. Bir de “Ah!.. Keşke hiç ayrılmasaydım…” diyorum.

Pişman mısınız?

Pişmanım. O da çok pişmanlık duydu sonra. Ama arada yaşananlar… Çok üzücü şeyler yaşadık tabii. Ölümünden birkaç ay önce bana sordu: “Soyadını değiştirdin mi?” diye. “Değiştirdim.” dedim. “İyi halt etmişsin!” dedi. Kızdı bana. Üzüldü. Gençlik… Çok gurur yaptım tabii o zaman için bazı şeyleri. Bir gün Enver Ercan, Cemal’e soruyor. Diyor ki: “ Üstat! Pek çok kadınla konuştun, görüştün, yaşantın oldu. Hiç unutmadığın bir ad var mı aklında?” Cemal’in cevabı şu oluyor: “Evet! Oğlumun anası...” Bu da yeter bana!

Ona ithaf ettiğiniz bir şiir var mı peki? İki satır da olsa son olarak o dizelerle seslensek…

Cemal Süreya’nın “Dört Mevsim” şiiri meşhurdur. Ben de ona “Beşinci Mevsim” ile karşılık verdim. “Yeni yıl kartların, üç aydır uğramadığın posta kutusundan taşıyor… Yedi kırlangıçtan birinin sana nasıl hayınlık yaptığını anlatacağım. 13 Aralık 9 Ocak arasında birleştirdiğin serüveni ve minik kuşun sana nasıl benzediğini anlatacağım.”

Matmazel, Ne Kadar Güzelsiniz Benimle Evlenir Misiniz? - Röportaj: OYA ÇINAR
Kafka Okur Dergi, Sayı 6, 2015, Röportaj

An

$
0
0
Gökhan Coşkun
Dünyanın diğer ucuna da gitsen yanında götürdüğün bir şey var. Ondan kurtulamıyorsun. Bazen yolda olma hissi güzel geliyor. Ama anlık bir his. Çünkü gemi bir limana varacak ve gidiyor olmanın hissettirdiği hafifleme-rahatlama-kurtulma karışımı o anlamsız keyif bitecek. Biteceğini biliyorsan da sahip olduğun "An" en kıymetli şey oluyor. En basit izahı kaybetme korkusuyla elindekine daha çok sarılma psikolojisi. O an anlıyorsun ki mutluluk "An"a ait. Küçük bir çikolata parçasının verdiği haz, yarım kiloluk kavanozun dibini görene kadar kaşıkladığın hazla aynı değil şu hayatta. İlk öptüğündeki gibi çarpmıyor yüreğin uzun uzun öperken. Bir film izleyip "Bazen gitmek gerekir" diyorsun. İşte mutluluk o "An"a ait. Otobüs terminalinde içtiğin son sigaraya. Kulaklığında umutlu melodiler, bir elinde yeni bir kitap, diğer elinde o haftanın tüm mizah dergileri camdan dağları izlediğin "An"a. Mola yerinde yediğin gözlemeye. O "An" mutlusun işte. Sonrası yok. Çünkü vardığında anlıyorsun ki dünyanın diğer ucuna da gitsen yanında götürdüğün bir şey var.

Kafka Okur Dergi, Gökhan Coşkun, Sayı 6, 2015

Eksiksiz

$
0
0
Hikmet Bey her sabah olduğu gibi bu sabah da saat yediyi vurmadan uyandı. Biliyordu, bugün güzel bir gün olacaktı. Pencereden yatağına vuran güneş, göğsündeki ve dizlerindeki ağrıları hafifletmişti. Birkaç dakika öylece durdu. Sabah öksürüklerini, uzun zamandır ciğerlerinde yer etmiş hırıltıları bekledi. Gelmediler. Dolaptan, sevdiği açık mavi gömleği çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. Acele etmeden, ağır adımlarla mutfağa gitti. Çaydanlığın altını yaktı. Banyoya girip, her gün yaptığı gibi özenle tıraşını oldu, kokusunu sürdü. İncelmiş beyaz saçlarını ıslatıp, yine onlar kadar ince kılları olan büyük bir fırçayla taradı. Üzerini giyinip dolabın önündeki boy aynasında kendine bakarken, gülümsediğini fark etti. Hemen arkasından da ne kadar uzun süredir gülümsemediğini…Çay demini aldığında, Hikmet Bey verandaya geceden dökülen yaprakları çoktan süpürmüştü bile. Masayı silerken gözlerini bahçe kapısından alamadı. Kalbinin çarpmasıyla hareketlerinin ritmi bir olarak; içeri girip radyonun sesini açtı, orta sehpanın üzerini gelişigüzel toparladı, mutfağa koştu. İyi ki açık kapıdan bahçe çitlerini görebiliyordu. Bir yandan kapıyı kontrol edecek, bir yandan buzdolabındaki yiyecekleri mutfak masasının üzerine boşaltacaktı. Salamı kesti. Yumurtaları kaynattı. Kapıya baktı. Peynir çeşitlerinden tabağa birer parça koydu. Zeytinyağını, zeytinlerin, dilimlediği domateslerin, bir parça yeşilliğin üzerinde gezdirirken, bir yandan da bardakları hazırladı. Tam üç kez tepsiyle mutfağa gidip geldi ama hala gelen giden yoktu.

Şimdi eksiksiz bir kahvaltı masasının başında oturuyor Hikmet Bey. Çaya, kızarmış ekmeklere dokunmuyor, gözlerini yola dikmiş, kıpırdamadan duruyor. Her zaman olduğu gibi dizlerini ovuşturmuyor bu sabah. Kuş gibi hafif hissediyor hala ve hala yüzünde boy aynasındaki gülümseme duruyor. Yoldan bisikletiyle geçen yirmili yaşlarının başında bir kız eve doğru bakıyor. Yavaşlayarak yaklaşıyor, duruyor kapının önünde:

“Günaydın Hikmet Amca”

“Günaydın hanım kızım, nasılsın?”

“İyiyim. Bizimkileri ziyarete geldim.”

Masaya takılıyor gözleri kızın. Hikmet Bey’in tam karşısında duran boş sandalyeye, boş bardağa, boş tabağa bakıp yüzünü ekşitiyor:

“Çarşıya iniyorum Hikmet amca, bir şey lazım mı?”

Hikmet Bey, yüzündeki bütün çizgileri derinleştiren ve kızın yüreğini sıkıştıran bir gülümsemeyle kafasını sallıyor:

“Yok güzel kızım, hiç eksiğim yok bugün.”

İkisi de bir şey söylemiyor bunun üzerine. Kız pedalları ağır ağır çevirerek uzaklaşıyor. Hikmet Bey’in gözleri kapıda, bekliyor.

Bekliyor.

Saat on biri vurdu. Hikmet Bey, Türkçesini beğenmediği genç adamın programı başlamadan kalkıp radyoyu kapattı, her sabah yaptığı gibi. Geri gelip verandaya çıkmadan, kapının önünde durdu bir süre. Dudağının kenarındaki çizgiler aşağı doğru bükülmüş, omuzları düşmüş son kez baktı bahçe kapısına. Kenarda duran tepsiyi aldı ve masaya dönüp, içinden sadece bir parça örgü peyniri aldığı peynir tabağını, iki kez doldurup boşalttığı çay bardağını, yalnızca bir dilim azalmış ekmek sepetini ve bozulmamış diğer tabaklardan sığdırabildiğini dizdi tepsiye. Ağır ağır, kafasını kaldırmadan yaptı bütün bunları. Yine aynı ağırlıkla mutfağa gitti. Masayı tamamen boşaltana kadar iki kez daha gidip geldi böyle. Son sefer mutfağa girdiğinde, elindeki tepsi parmaklarının arasından kayıverdi Hikmet Bey’in. Donup kaldı oracıkta. Ayakta… Elleri iki yanında sallanırken, ağzını açıp, gözleri dolu, derin derin nefes almaya çalıştı.

Yere düşen bardak kırıldı. Yumurta çatladı, biraz sallanıp durdu halının kenarında. Salatalık dilimleri mutfak masasının altına doğru dağılırken, peynirler mutfağın her yerine saçıldı. Yuvarlanmaya devam eden bir siyah zeytin tanesi, küçük halının üzerinden geçip krem renkli bir kadın ayakkabısına çarpınca durabildi ancak. Zeytinin üzerine bastı fark etmeden Hikmet Bey, karısına sıkı sıkı sarılırken.

“Geldin! Reyhan... Geldin sonunda!”

Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Zorla ağzından çıkan kelimelerle uzun uzun konuşmak, yıllardır içinde biriktirdiği her şeyi anlatmak istiyordu. Bir yandan kadının saçlarını okşuyor, bir yandan ellerini, boynunu, yüzünün her çizgisini hasretle öpüyordu.

“Çok bekledim karıcığım. Öldü dediler. Neden gelmedin?”

Yaşlı kadın, kocasının yanaklarından akan yaşları silip, “Geldim sevgilim.” dedi sadece.

“Aç mısın? Çok bekledim seni. Yorgun musun? Geldin işte.”

Sandalyeyi çekip oturttu karısını Hikmet Bey, çözülen dizleriyle yere çöküverdi o an. Karısının bacaklarına yüzünü dayayıp iki buçuk yılın biriken hıçkırıklarını boşalttı oraya. Ağladı.

Ağladı.

Genç kız bisikletinin sepetini poşetlerle doldurmuş, sokağa giriyor. Uzaktan Hikmet Bey’in evine doğru bakarken çarşıda gördüğü, neredeyse bütün direklerde asılı duran ve her pazar Hikmet Bey tarafından yenilenen ilanı hatırlıyor. İlanda atmışlı yaşlarda bakımlı bir kadının gülümseyen vesikalık fotoğrafı vardı. Alzehimer hastası olan Reyhan Tekin’in iki buçuk yıl önce kaybolduğunu bildiriliyordu altındaki yazı. Görenlerin insaniyet namına ilçe jandarmasına ya da numarası yazılı olan Hikmet Tekin’e haber vermesi isteniyordu.

Genç kız eve yaklaştıkça aklından Hikmet Bey’in karısını arayan hallerini geçiriyor, yalnızca tatillerde denk geldiği, okula döndüğünde unuttuğu halleri; geçen yıl, kasabaya 10 km uzak barajda bulunan kadın cesedini, Hikmet Bey’in haykırışlarını… Evin önüne gelip iniyor bisikletinden. Pastaneden aldığı, içinde un kurabiyesi olan küçük paketi sepetten çıkarıp bahçe kapısından içeri giriyor. Elindeki paketi göstererek: “Hikmet Amca” diyor, “Kurabiye aldım, tazecik yeriz.”

Verandaya yaklaştıkça hala kahvaltı masasında oturmakta olan Hikmet Bey’in çuval gibi buruşmuş bedenini görüyor. Bahçe kapısından ayırmadığı cansız gözlerini, iki yana düşmüş sıska kollarını, masada eksilmemiş yiyecekleri...

Radyoda genç bir adam, bozuk Türkçesiyle eski bir hikâye anlatıyor.

Kafka Okur Dergi, Ezgi Ayvalı, Öykü, Sayı 6, 2015
Çizim: Songül Çolak

Benden Mavi

$
0
0
Didem Esen

Ah be Gülten. Ah be güzelim. Beni böyle bir başıma bırakıp gitmek olacak şey miydi? Üstelik burada hava masmavi ve bulutsuz. Yağmur da yağmıyor. Aslında hep yağmurlu bir günde seni ziyaret edeceğimi hayal etmiştim. Gökyüzü senin için ağlayacak diye düşünmüştüm. Oysa senin gökyüzün benden mavi be Gülten.

Toprağının üstü ise yemyeşil. Güller de açmış. Benim hayatım solup giderken sen bu güllerle bana neyi kanıtlamaya çalışıyorsun ki? Yoldum işte hepsini. Güllerin dikenlerinden kanlar akıyor şimdi. Küçükken düştüğümde de, hep ellerim kanardı. Ağlardım ama beni ağlatan, kanayan ellerim olmazdı. Korkumdan ağlardım be Gülten. Hani bir daha hiç kimsenin elimi tutmaması var ya, işte hep bundan korkardım. Şimdi de korkuyorum. Bırakıp gittiğinden beri senden daha ölüyüm be Gülten. İçimde kanımdan başka hiçbir şey kalmadı. Üstelik insan yaşarken ölmeye görsün, yeniden doğması da çok zor oluyor. İyi değilim Gülten. Hiç iyi değilim. Evimize döneli üç haftayı geçti. Biliyor musun evdeki bütün çiçeklerimiz kurumuş. On iki senenin yalnızlığı evimizin her köşesine sinmiş. Kapıyı açtığım ilk anda havada uçuşan tozlar, hafif bulutsu bir sen gibi beni sarmaladı. Senin sesini duymak, kokunu içime çekmek istedim. Olmadı. Elbiselerini aradım ama senden kalan her şeyi atmış olmalıyım. Hiçbirini bulamadım.

Pervazdaki çiçeklerimizi, duvarımızı aşk gibi saran o sarmaşığı hatırlarsın. Hepsini senin ellerinle nasıl da okşamak istedim bir bilsen. Tekrar yaşatabilir miyim diye her gün su verdim. Minicik bir yeşillik görmek için ne çok uğraştım ama olmayınca olmuyor işte.

Geldim geleli perdelerimizi de hiç açmadım. İçeriye bir parça bile güneş ışığı girsin istemedim. Senin gelmeni, güneşe özlemle perdenin kanatlarını iki yana çekmeni, en uykulu günaydınınla bana fısıldamanı özledim.

Biliyorum aslında her şeyin suçlusu benim. Çok şımarttım seni. Annem hep söylerdi zaten. Bütün kadınların içinde orospuluk, bütün erkeklerin içinde de alıcılık vardır diye. Etrafındaki mezar taşlarını okuyorum tek tek. Allahtan hepsi kadın. Erkek olsalardı ne yapardım? Hiç bilmiyorum. Ah Gülten, ah! toprağın metrelerce altındayken bile hala aklımdasın.

Sen bilmezsin ama seninle sokağa çıkmak benim için tam bir işkenceydi be Gülten. Her an kuşku içinde, bir senin bakışlarını, bir yoldan geçen erkeklerin bakışlarını izlemeye çalışırken öylesine delirir öylesine çaresiz hissederdim ki kendimi. Ne zaman benden uzun, benden zayıf yakışıklı bir adam görsem kıskançlıktan çıldırırdım. Beni onlarla karşılaştırdığını, onlar için beni terk ettiğini, onları öptüğünü hayal ederdim. Sonra da onların sana dokunduğunu düşünür kahrolurdum. Hepsini öldürmek gelirdi içimden. Her sokağa çıktığımızda olmadık bir sebep bulur seni döverdim. O adamları öptüğün dudaklarını patlatır sana dokunduklarını hayal ettiğim yerlerini morartırdım. Zaten ne malumdu o adamlara kuyruk sallamadığın? Yoksa niye sadece sana baksınlar? Oysa ilk günlerimiz ne kadar güzeldi. Bana sarılışın, gülüşün, o cilvelerin. Ah keşke hiç bitmeseydi. Issız bir sokak lambasının gölgesinde tek başına kalıvermek gibiydi yalnızlık. Senin yanında yalnızdım be Gülten. Ne yaptımsa bir türlü yaranamadım sana. Bir türlü yetemedim Gülten. Nedense sevemedin beni. Günden güne uzaklaştın benden. Yüzüme bile bakmaz oldun.

Erkeklik lafla olmaz be Gülten. Sırf sana inat başka kadınlar buldum. Sana benzeyen hatta senden daha güzel, daha genç kadınlar buldum. Ne istersem yaptırdım onlara. Bir tanesi vardı ki gitmemem hep onunla kalmam için yalvarırdı. Sen ise sırtını dönüp uyurdun. Yaptıklarımdan hiç pişmanlık duymadım. Beni elinde tutmayı bilemeyen sendin. Artık kendime güvenim de geri gelmişti. Hatta bir gün iş yerimden bir arkadaşımın evine uğramıştım. Kendisi seyahatte olduğu için eve para bırakmamı istemişti. Kapıyı açan kadın öyle şuh, öyle güzel bir hatundu ki anlatamam. Beni içeriye davet etti. Kahve yapıp getirdiğinde göğüs dekoltesi daha da açılmış gibiydi. Yanıma oturdu. Bacakları bacaklarıma sürtünüyordu. Karşımda para istemeden beni arzulayan deli divane bir kadın vardı. Başka erkekleri değil sadece beni istiyordu. Bir anda dudaklarıma uzandı. Öpüşmeye başladık. Senin o adamları öptüğün gibi öptü beni. Ben de o adamların sana dokunduğu gibi dokundum ona. Seviştikçe, altımda kıvrandıkça sen olmaya başladı. Başka bir adamla yatan sen. Öyle çok öptüm ki seni öyle çıldırasıya zevklendim ki anlatamam. Ne zaman eve dönmüştüm hiç hatırlamıyorum. Uzun süre seviştik seninle. Gece boyunca hiç durmadan seni doyurmaya çalıştım. Doymuyordun. Bir ara kocandan bahsetmeye başladın. Gülüyordun. Benden bahsederken gülüyordun. İşte ne olduysa o zaman oldu. Kendime geldiğimde parmaklarım boynunda kenetlenmişti. Sen ise altımda hareketsiz yatıyordun. Her şey bitmişti işte. Kendimi rahatlamış hissettim. Bütün bunları hala bir sis bulutu içerisinde, öncesi sonrasına, sonrası öncesine karışmış bir şekilde hatırlıyorum.

Teslim olduktan sonrası ise çok net değil. Sadece iş arkadaşımın üzerime yürüdüğünü, beni yumrukladığını, seni öldürdüğüm için lanetler okuduğunu hayal meyal anımsıyorum. Onunla ne işler çevirdiğini bilmiyordum ama nasıl olsa ben de onun karısıyla iş çevirmiştim. Zaten aylar sonra kendime geldim. Biliyor musun? Bir görüş günü ablan geldi ziyaretime. Sanırım öldüğünü kabullenememiş bir türlü. Boşanmak istediğini söyledi. Bir sürü kağıt parçası uzattı. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemedim. Karşımda kahrından delirmiş kadıncağıza daha fazla azap vermek istemedim. Ablandı sonuçta. Hala yaşadığına inanıyor, seni kaybettiğini inkar ediyordu. Tutunduğu dalı kesmek istemedim. Hiçbir şey olmamışçasına kağıtları alıp imzaladım. Yerinden bir kalkışı, elimden kağıtları bir alışı vardı ki görmeliydin. Sanki sevinçle sana koşuyor gibiydi. Bir an onu kıskandığımı hissettim. Keşke ben de ablan gibi öldüğünü, hatta yaşadığını unutabilseydim.

Neyse Gülten, artık içim rahat. Bundan sonra beni bekleme. Madem gökyüzün benden mavi, kendimi affediyorum. Hissediyor musun bilmiyorum ama bir kedi mezar taşının üzerinde güneşleniyor. Kedileri hep severdin zaten. Benden daha çok severdin. Sırf bu yüzden bu kediyi de yanımda götürüyorum.

Kafka Okur Dergi, Didem Esen, Öykü, Sayı 6, 2015
Çizim: Leyla Kanber

Sır

$
0
0
Selcan Aydın

… Gidiyordum, gidiyordum ama arkamdan gelmesi için de dua ediyordum. Gelmezse bir daha olmazdı, bir daha sarılamazdık eskisi gibi, bir daha sevemezdim, içimde bir şeyler paramparça olurdu. Cam kırıkları gibi batardı sonra…

Gidiyordum, ayak seslerini duymayı umarak. Hıçkıramıyordum bile korkudan. Ben gidiyordum, arkamı dönmeden…

Gelmedi.

Bir daha da gelmedi. Ben de gitmedim.

Yalnızlığa terk edildik.

O zamana kadar yalnızlık ne korkunç, ne tekdüze, ne batak, ne çamurdu. Bilmiyordum, korkuyordum bilmediğim şeyden.

Çok ağladım, çok yoruldum, çok diplerde yürüdüm, çok karanlık gördüm.

Durulunca anladım, sakinleyince öğrendim. Yalnızlık benim en kıymetli, en vefakar dostummuş meğer.

Herkes gitti, bi o gitmedi.

Herkes geldi, o hiç gitmedi.

Ne güldüm, arşı gördüm, ne yürüdüm, ne sevdalandım.

O hiç gitmedi.

Orada koca bir sır. Aynanın ardındaki sır gibi durdu.

Kendime her baktığımda onu gördüm, gözlerim doldu. Gerçekten doldu, yalandan boşaldı gözümün yaşı.

Sonra çok sordum, çok cevap aradım ama çağrım öksüz kaldı.

Gerçekti işte. En gerçek. Kimse sevmedi onu bu sebepten.

Yalancıları sevdiler, kalabalıkları sevdiler, sahtelere çanak açtılar, vicdanını evde bırakanlarla uykularını bölüp paylaştılar.

Gerçeği bilmek istemeyenlerin nefreti oldu yalnızlık.

Ah yalnızlık.

Tek dost,

Tek gerçek.

Dolu dolu ama süssüz akranım.

En az senin kadar yalnızım.

Sana süslü cümleler yazmadım.

Çünkü sen son nefesime kadar yanımdasın.

Beni biliyorsun.

Seni seviyorum.

Kafka Okur Dergi, Selcan Aydın, Anlatı, Sayı 6, 2015

Kısa Metraj

$
0
0


Bir gemi geçerken köprünün altından...

“Sen sevseydin bu şehir de severdi beni.”

Her ne olursa olsun, bu dünyada birbirine denk hiçbir şey yoktu. Hep bir taraf daha çok sever, üzülür, özler… Vesaire, vesaireydi. Aşk bir mantık hatasıydı ve o, büsbütün doğru olduğuna inandığı koca bir yanlışa düşmüştü. Aslında her insan, bir tek kendi sevgisinden sorumluydu. Sevdiğin kadar sevilmek filan, insanoğlunun var oluşuna aykırıydı. Hiçbir beklentiye girmemeyi öğrendiği gibi, ağır ve sancılı bir şekilde, sabretmeyi de öğreniyordu. Sonunda düşlerini süsleyen adamın durduğu yolu artık çıplak ayak yürüyordu.

Ne de olsa bir kez karar vermişti.

Elindeki gazeteyi masaya bırakıp derin bir nefes aldı. Bütün sayfalar kaos kokuyor, insanlar birbirlerini öldürüyordu. Okudukça şişti, bunaldı. Geceleri unutabilmek için gözlerini kapattığı ne derdi varsa hepsi böyle zamanlarda onu daha fena yokluyordu. Bir yudum su içip saatine baktı. Otobüsün kalkmasına daha yarım saat vardı. Havaalanını boydan boya yürüyen insanları izlerken uzaklara daldı. Uçsuz bucaksız bir aşk uğruna yarım bırakıp geldiği Ankara’yı düşündü. Kim bilir sonunu göremediği kaçıncı hikayeydi bu? İstanbul’u dinledi, şairin dediği gibi, gözleri kapalı. Kalbinin sesinden başka hiçbir şey duymadı. Evet, belki de bir gecede karar verip yola düşmek bu zamana kadar yaptığı tek doğru şeydi ama bir eksiklik vardı. Acaba yaşayabileceği hayal kırıklıkları, bavulunu kapatmadan önce aklına gelmiş miydi?

Giderken “Hoşça kal” bile dememiş bir adamın peşinden gelmeden önce bunları hesap etmesi gerekirdi. Farkındaydı. Aşkın insan bedenindeki ağırlığının, sevgiliye duyulan tutsaklığın... Her şeyin farkındaydı. Mehmet’e kalsa bütün kırgınlıklar açıklanabilirdi ama onun açıklamalardan çok Mehmet’e sarılmaya ihtiyacı vardı.

Bir sigara yaktı. Her insanın tanışması tesadüftür de Mehmet’in eli, yüzü, gülüşü ona ne diye bu kadar tanıdık gelmişti ki? Yıllarca aynı çatıyı paylaşmış eski bir ev arkadaşı samimiyetiyle bakmışlardı ilk kez birbirlerine. İşte tam o gün, yıllar geçse bile Mehmet’in sıcacık gülüşünden başka hiçbir şeyi hatırlamayacağına dair söz vermişti. İlk karşılaştıkları günün sabahı, Ankara’nın en ışıl ışıl zamanıydı. Nedendir bilinmez, belki sadece o sabah en parlak güneş doğdu diye, ansızın ve gereksizce, aşık olmuştu.

Kıyafetlerinin arasında, hatıralarına da yer vermişti bavulunda. Bir arkadaşı Taksim otobüsüne binip sondan önceki durakta inmesi gerektiğini söylemişti ama önemli olan, otobüsten indikten sonrasıydı. Kimse ona bu konuda bir tavsiyede bulunmamıştı. O da yine, kalbi nereye git derse oraya gidecekti. Ne de olsa İstanbul’a neden geldiği ortadaydı: Aylardır gecelerini uykusuz kılan, üzüntüsüyle sevinciyle kendisini tamamlayan tek adamı görmek içindi gelişi. Bu kadar zaman sonra yeniden “Merhaba” demek, doğru olur muydu?

Hala kararsızdı. Tamam, aynı şehirde nefes almak filan, bunlar olağanüstü şeylerdi ama Mehmet onu görmek istemiyor da olabilirdi. Otobüse bindiğinde bunları düşünemeyecek kadar yorgun olduğunu hissetti. Bir elinde aylar öncesinden kalma bir fotoğraf, diğer elinde bavuluyla, hep hayalini kurduğu gökyüzünün altındaydı. Ama kutup yıldızını göremiyordu.

“Ben geldim!” diyen ufacık bir mesaj göndermeyi bile gururuna yediremiyorken Mehmet’in kapısını nasıl çalacaktı? Koca bir aşk üzerinden tır gibi geçmişken, yeniden bir başkasını sevmesi şart mıydı? Gideceğini bildiği birisine lüzumsuzca bağlanmıştı. Mehmet’in terk edişiyle kırılan kanatlarını bir başkasının geri getiremeyeceğini çok iyi biliyordu. Denemişti. Her kimin “İyi geceler…” dilekleriyle uyursa uyusun, “Günaydın!” bile demeden önce aklına Mehmet geliyordu.

Bugüne kadar, bir marifetmiş gibi,duygularını saklamıştı. Sevince susmuş, kızınca küsmüş, kırılınca belli etmemişti de bu sessizlik ne işine yaramıştı? Herkes bu sessizliği yüzünden onun istikrarsız olduğunu zannediyordu. Aksine sadece Mehmet’i anlatmayı sevmiyordu. Herkese kendi aşkı özel gelirdi ya, ondan işte. Karşısında ellerinin titrediğinden, dizlerinin boşaldığından Mehmet’e bile bahsetmemişti. Nasıl onu bir başkasına anlatsındı? Mehmet…Babasının ismiydi. Bir gün aşık olduğu adama da böyle hitap edeceğini tahmin bile edemezdi.

İnsanın kaybetme korkusu sevgisinden üstün geldiği zaman aklı karışırdı. Kalbi aklına yenik düşmeden, evin yolunu tuttu. Bir kez daha düşünseydi Mehmet’ten bile vazgeçebilirdi. Yıkık dökük kaldırımları arşınladı. Uzun ve daracık İstanbul sokaklarında yürüdü. Aşık olmaya hazırlanan her kadın gibi, farkındalıktan uzak bir tedirginlik içindeydi. Apartmanın etrafında dolandı. Eğer içeri girerse Mehmet’i görecekti. Mehmet’i tekrar görürse onu daha çok özleyecekti. Eğer içeri girmezse Mehmet’i sonsuza dek unutacaktı. Yapamadı.

Hafızasından silinmeye yüz tutmuş o gözleri unutmaya kıyamadı.Telaşla merdivenleri tırmandı. Durdu. Tekrar derin bir nefes aldı. En fazla ne olabilirdi ki?.. Mehmet onu zaten defalarca kırmış, parçalamış, kağıt çöpü gibi ortada bırakmıştı. “Git” dese giderdi. Bu da ona çok koymazdı. Artık her şeyi göze alabilecek kadar cesur davranmak zorundaydı.

Tam kapıyı çalacakken, kapı kendiliğinden açıldı. Siyah beyaz rüyalarından hatırladığı Mehmet, tam karşısında duruyordu. Geçmişi ve hatta geleceği ona sakince gülümsedi. Kelimeler diline dolandı. Öpmek için uzanınca dudakları, dokunmaya kıyamadı.

Sakin ve sıcak bir yaz sabahının sonsuz neşesiyle doldu içi.

Sabah, bir yaz sabahı bile değildi.

Kafka Okur Dergi, Cansu Cindoruk, Öykü, Sayı 6, 2015

Sylvia Plath’in son günleri

$
0
0
Sylvia Plath son günleri

Jillian Becker: Sylvia Plath’in son günleri

Sylvia Plath 1963 Şubat ayında hayatına Londra’da son verdi. Ted Hughes’dan ayrılmıştı ve zor günler geçiriyordu. Yaşamının son aylarında yazar Jillian Becker ile arkadaş olmuştu. Becker, Plath’in son günlerini, son haftasonunu birlikte yaşamıştı. Dönemi anlatan filmdeki yanlışlıklar nedeniyle şairin son günlerini aktaran bir kitap yazan Becker, BBC Magazine’e o günleri anlatmış. İnsanların kötülüğü, acının paylaşılamaması, etin ağırlığı üzerine. İnsan, insanın eline düşünce…

1963 yılının dondurucu bir Şubat öğleden sonrasında Sylvia ve iki çocuğu, Frieda ve Nick ile Islington’da Barnsbury Meydanı Mountfort Crescent’deki evime geldiler.

Önceden, gelebilir miyim, diye sormuştu, dolayısıyla zaten bekliyordum. Geldiği gibi uzandı. Şaşırtıcı değildi. Kötü hissediyordu, onu tanıdığım beş ay boyunca olduğundan daha kötüydü. 1962 Eylül’ünde, Ted Hughes ile ayrılmalarından kısa süre sonra tanışmıştık. Üzülmüştüm. Ona hep saygı duydum ve yeteneğine imrendim. Birlikte geçirdiğimiz zaman keyifli olmasa da arkadaşlığından hoşlanıyordum. Şiir kitabı The Colossus’un imzalayıp hediye etmişti, şiir ve başka birçok şey hakkında konuşmuştuk.

Plath’i büyük kızımın odasının olduğu kata çıkardım. Kocam Garry, yatak odamızda nezlenin etkisiyle uyuyordu. Çocukları en ufak kızım, Madeleine’le oynasınlar diye, gürültünün uyuyanları rahatsız etmeyecekleri alt kattaki odaya aldım. Nick hemen hemen Madeleine ile aynı yaşta, bir yaşından biraz fazlaydı. Freida ise neredeyse üç yaşındaydı. Sylvia bir ya da iki saat uyuduktan sonra yanımıza geldi. “Gitmesem daha iyi olur,” dedi.

Ona kal demek kolaydı. İki büyük kızım Claire ve Lucy haftasonu için evden ayrıydılar. Sylvia ve çocuklar için odamız vardı. Fitzroy Road’daki Evinin anahtarlarını uzattı ve evden birkaç parça eşyasını almamı rica etti – Diş fırçaları, gecelik, ilaçları, özellikle bir elbisesi, okumakta olduğu birkaç kitabı istedi.

Geri döndüğümde banyo yaptırıp Frieda ve Nick ile Madeleine’i yedirdim. Üçü de gece uykuya yattığında Sylvia, Gerry ve kendime yemek hazırladım. Tavuk çorbası Garry için ilaç niyetine hazırlanmıştı ve Sylvia için de iyi gelmiş gibi gözüküyordu. çorbadan sonra Soho’daki Fransız bir kasaptan alınmış biftek ile patates ve salata yedik. Sylvia iştahla yedi ve yemeklerin güzel olduğunu söyledi.

Ne hakkında sohbet ettiğimizi hatırlamıyorum fakat içinde bulunduğu zor durum hakkında değildi, onu biliyorum. O zaman bunu konuşmamıştık. Fakat daha sonra yanına gidip oturmamı istedi. Bana haplarını gösterdi, hangilerinin onu uyutup hangilerinin uyandırmaya yaradığını anlattı. Saat 10 gibi uyku ilacını aldı fakat belki de bir saatten fazla süreyle sanki ortak arkadaşlarımızmış gibi hiç tanımadığım insanlar hakkında çene çaldı. Ağzı dolanıyordu, uykusu geldiği için olduğunu zannettim. Daha sonra sesinin tonu değişti. Ted ve Sylvia’yı terketmesinin nedeni olan kadın Assia Wevill hakkında duygusal ve enerji dolu bir tavırla konuşmaya başladı.

Sertti, kıskanmıştı ve kızgındı. Ted, Assia’yı İspanya’ya götürmüştü. Sylvia da çocukları İspanya’ya götürmek istiyordu. Bu dondurucu soğuktan uzak bir yerlere, güneşin olduğu ülkelere. “Çocukların,” demişti, buna ihtiyaçları var. “Sıcak bir yere, deniz kıyısına gitmeleri gerekiyor.”

Çocukları alıp Paskalya’da deniz kıyısı bir yere götürebilirim, dedim. İspanya değil de İtalya’yı tercih ederim. “Paskalya,” dedi Sylvia, “Paskalya’ya daha çok var…”

Sylvia uyuduğunda ve nihayet yatağıma gittiğimde vakit gece yarısına gelmişti. Fakat bir saat sonra Sylvia’nın oğlu Nick uyandı. Bir şişe süt ısıttım ve Sylvia’nın bize seslendiğini duydum. Karnını doyursun diye Nick’i yanına götürdüm. Frieda da annesinin yatağına geldi.

Çocukları yataklarına yolladım. Sonra Sylvia uyanması için alması gereken ilaçların zamanının gelip gelmediğini sordu. Hayır, dedim, henüz çok çok erken. Sylvia uyuyamıyordu. Biraz yanında kalmamı istedi. Işığı söndürüp yatağının kenarına oturdum. Odaya sadece koridordan biraz ışık sızıyordu. Sylvia gözlerini kapatmıştı, sonra aniden gözlerini açtı ve yarım doğruldu. Hala yanında olduğumu gördü ve varlığımdan güven duymuş gibi tekrar uzandı. Uyuduğundan emin olunca kendi yatağıma geçtim.

Sabah ilaçlarını verdikten sonra ve güzel bir kahvaltının ardından Sylvia çocukların bakımında yardımcı olmak üzere sözleştikleri fakat daha sonra fikrini değiştiren yardımcı genç bir kadına te- lefon açtı. İkna etmek için çok uğraştı ancak işe yaramadı.

Sylvia’nın doktoru telefon açtı. Dr. Horder’ı, Sylvia’yı tanıdığımdan daha uzun süredir tanırdım. Çocukların her işini yapmamamı, Sylvia’nın yapması gerektiğini söyledi. Sylvia, çocukların ona ihtiyacı olduğunu hissetmeliymiş. Tavsiyeye uydum. Yemek hazırlayıp çocukları banyoya götürdüğümde Sylvia’yı da çağırdım. Nick’in doyurulması ve altının değiştirilmesi gerekiyordu. Fakat Sylvia sabunu ya da havluyu veya kaşığı, çengelli iğneyi tutamıyordu. Hiç bir şey yapmadan izliyordu. Özellikle banyodan çıkıyordum, dönmemi bekliyordu. Çocukları yıkanmamış, doyurulmamış ve temizlenmemiş bırakacak ya da kendim yapacaktım. Daha çok kendim yaptım.

Sonraki akşam Sylvia verdiğim mavi ve açık gri elbiseyi giydi. Zaman ayırıp saçlarıyla uğraştı. Neredeyse gülümsedi. Güzel göründüğünü söylediğimde kesinlikle memnun gözükmüştü. Birisiyle buluşacağını söyledi ama kim olduğunu belirtmedi. Frieda ve Nick’e iyi geceler diledi. Frieda kapıya kadar geldi ve Sylvia tam kapıyı açacakken eğilip küçük kıza “Seni seviyorum,” dedi.

Günler sonra öğrendim ki Sylvia’nın o gün buluştuğu kişi Ted’miş. Ted onu bizim eve arabasıyla geri getirmiş. Geldiği saati ya da ne söylediğini hiç hatırlamıyorum.

Ertesi gün her zamanki geniş pazar kahvaltımızda masaya geldiğini, çorba, garnitürle fırında et ile peynir ve tatlı yiyip şarap içtiğimizi hatırlıyorum. Sylvia’nın keyif aldığını hatırlıyorum. Nick’in karnını doyurdu. Keyifli olmasa bile en azından kederli gözükmüyordu. Kahve içip sohbet ettik.

Çocuklar uyumaya gittiler. Şarap da bizi gevşettiğinden yataklarımıza çekilip dörde kadar kestirdik. Sonra çay yaptık. Gerry iyileşmişti ve çocuklarla oynuyordu. Akşam erken iniyordu. ızlarım Claire ve Lucy yakında dönecekti, herkesi nerede yatıracağımı düşünmeye başlamıştım. Üst katta iki ayrı oda ve banyo vardı ve Sylvia ile çocukları oraya mı yerleştirsem yoksa onları benimle aynı katta tutup kızlarımı mı yukarı yerleştirsem diye karar vermeye çalışıyordum. Sylvia aniden “Eve dönmeliyim. Çamaşırları ayırmalıyım. Sabah bir hemşire uğrayacak. Daha önce Nick hastayken gelip yardımcı olmuştu,” dedi. Sonra aceleyle eşyalarını toplayıp çantalara yerleştirmeye başladı. O an, hiç görmediğim kadar canlı ve coşkuluydu.

Gerry gitmek istediğinden emin olup olmadığını söyledi. Emindi. Gerry tepeliği sökülmüş kara bir Londra taksisiyle, Sylvia’yı yarı erimiş karın çamuruna bulanmış yollardan evine bırakmak üzere çıktı. Eski taksiden bozma, gürültülü bir hurdaydı araba. Gerry ön tarafta tek olduğundan ara bölme yüzünden arka tarafta söylenen bir şeyi duyamazdı. Ancak kırmızı ışıkta durduğunda arka taraftan gelen ağlama sesini fark etmiş. Arabayı park edip arka tarafa Sylvia’nın karşısına oturmuş. Sylvia ile birlikte çocuklar da ağlamaya başlamışlar. Gerry çocukları kucağına almış ve Sylvia’ya bize geri getirmeyi rica etmiş. Sylvia kabul etmemiş. Sylvia biraz yatışıp Fitzroy Road’a gitmekte ısrar etmiş. Gerry evine bıraktıktan sonra ertesi gün tekrar geleceği sözünü vermiş. Eve döndükten sonra “Keşke Sylvia bizimle kalsaydı,” dedi, “Tek başına dayanamaz bence.”

Gerry’nin haklı olduğunu biliyordum. Yine de Syliva gitti diye tam olarak üzgün olduğum söylenemezdi. Çocuklarına ya da kendisine bakıcılık yapmak zorunda değildim artık. Kızlarım odalarını bırakmak zorunda değildi. Gecelerim artık bölünmeyecekti. Hepsinden önemlisi, acıma duygusu kalbimi yoruyordu. Tüm bu düşündüklerim yüzünden daha sonra çok uzun zaman azap duydum.

Pazartesi sabahı telefon çaldı, açtım. Doktor Horder, Sylvia’nın kafasını gaz ocağına soktuğunu ve öldüğünü söylemek için aramıştı.

Jillian Becker

Kafka Okur Dergi, Sylvia Plath’in Ölümü, Çeviri, Sayı 10, 2016
Çeviri: Barış Yarsel

Kendine Ait Bir Oda

$
0
0
Kendine Ait Bir Oda

“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” Virginia Woolf

Bir Buket Uzuner Röportajı!

$
0
0
Bir Buket Uzuner Röportajı!

Ben Neden Ben’im de, Ben ‘Sen’ Değilim?

Röportaj: Oya Çınar

Lisedeyim. Bilenler bilir. Ankara’da, meşhur Hergele meydanından, Gençlik Parkı’na doğru süzülmekteyim. Omzuma bir el değiyor belli belirsiz… Arkamı dönüyorum Ayhan! Ama yani şimdi, Ayhan’ı size nasıl anlatsam…

Ayhan’ın bir ela gözleri… Bir ela gözleri… Bir ela gözleri var. Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

“Gözlerini bir kapatsana aşkım.” diyor. Kapatıyorum… Ellerimi tutuyor… Sanırsınız avuçlarım ateş alıyor… Öyle bir hal! Ayhan bu işte! Yangına körükle gidiyor. İşkenceyi uzatıyor. İtiraf edeyim, sonunda o büyük an geldi, dudaklarımı öpecek zannediyorum!

Heyhat!
Gelmemiş!
O gün, daha ‘o gün’ değil(miş).
Avuçlarıma dört köşeli “bir şey” bırakıyor.
Eşşek değilim ya! Anlıyorum… Bir kitap.
“Aç şimdi” diyor.
Açıyorum.
Kapağında şöyle yazıyor: İki Yeşil Susamuru Anneleri Babaları Sevgilileri ve Diğerleri…
Öyleyse kayıtlara geçsin.
Buket Uzuner benim “ilk aşk”ım.
En güzel ilk gençlik anılarımda, hep başucumda duranım!
Şimdi, büyüdüm de, O’nunla röportaj yaptım.

Hayat kendi kendine ne güzel hikâyeler kurguluyor, Allahım!...


Kendinizle ilk tanışma anınızla başlayalım mı? Neredesiniz? Kaç yaşındasınız? O aynada göz göze geldiğiniz Buket Uzuner’in içindeki kuyudan neler çıktı? Zaafları, korkuları, hayalleri nelerdi?

Bu tehlikeli bir soru benim için Oya’cığım; çünkü her hatırladığımda beni hâlâ ürperten bir yanıtı var bunun. Ama nasılsa Kafka Okur Dergisi bunu açıklamaya uygun bir medya, o yüzden anlatabilirim. Annemin benimle başa çıkamadığı zamanlardaki her annenin böyle bir çocuğu vardır-, "Sen zaten daha kardeşin doğmadan beni korkutur, durup dururken 'ben neden benim de ben sen değilim?' diye sorardın" derdi. Kardeşim benden üç yıl üç ay küçük, hesap edin artık. Küçük halam da geçen yıl bana "Sen küçükken bile çok mantıklıydın ve konuşunca bizi korkuturdun!" dedi. Çocukken astronot ve denizaltı kaptanı olmak isterdim. Asıl amacım maceralı bir hayatımın olmasıydı, çünkü canı çok çabuk sıkılan çocuklardan biriydim. İlkokulda öğretmen aynı konuyu iki kez anlatınca sıkılıp, teneffüste çıkıp, eve gelir, oturma odasında çok sevdiğim ansiklopedi okumaya dalarmışım. Annem beni derste zannederken evde oturmuş kitap okurken bulunca yüreği ağzına gelir, beni de ürkütmemek için yumuşak bir sesle: "Buket ne yapıyorsun sen burada kızım?" diye, sorarmış. "Derste hep aynı şeyi tekrarlıyor öğretmen, sıkıldım!" dermişim. Bunlar aile içine o kadar çok anlatıldı ki, şimdi artık dün yaşanmış gibi taze anılar... Aslında kafama eseni yapmayı severdim ve belki de iyi öğretmenlere denk düştüğüm, biraz da yüksek not heveslisi, iddialı bir öğrenci olduğum için hiç disipline gönderilmeden okulları bitirebildim. Sanırım yazarların ve gezginlerin sıkılmaya fırsat bulmayacak kadar maceralı hayatları olduğunu ta o zamanlar sezmeye başlamışım...

Kalemle kurduğunuz ilk romantik ilişkiden ne doğmuştu peki? Şiir, kısa hikâye, roman?

Kalemi burada analoji için kullanıyor, edebiyatı kastediyorsun, anlıyorum; ama ben yazı yazma eylemini de çok seven bir yazar olduğum için bu soruyu direkt kalem üzerinden yanıtlayacağım. Roman ve öykülerimin ilk yazımını dolma kalemle defterlere el yazması yaparım. Bu bazen 1800-2200 sayfa olur. Sonra onları ilk editöryal çalışmasıyla bilgisayara çekerim. Her ne kadar artık bilgisayar bile değil, tableti de yazmak için kullanmak, teknofil olmak bir yana kalem aslında tarihin en önemli icadı, çivi ile klavye tuşu arasında en uzun süre kullanılmış yazı aracıdır. Babamın dolma kalemini akşamları ılık su banyosunda bir bebek gibi temizleme törenlerinde beni asistanı yapmasından gurur duyan bir çocuktum. "Bir kadının eline en yakışan leke mürekkeptir!" diyen babamın da etkisiyle hâlâ bir dolmakalem fanatiğiyim. Mürekkep, duygu ve düşünceleri beyinden kaleme akıtan kan gibi sıvıdır ve kâğıtla buluştuğunda, şehvetli bir öpüşmeye benzer, heyecanla yazıya dönüşür, benim gözümde... Yani kalem sadece kalem değildir, hiç olmadı benim için. Sorunun gerçek yanıtıysa şöyle: yazmaya öyküyle başladım, ilk kitaplarımın hepsi öykülerdir. İlk romanım "İki Yeşil Susamuru, Anneleri Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri"ni endişeli bir merakla yazmıştım.

“Şiirin kız kardeşi hikâye”yse romanın onlarla akrabalık derecesi ne peki? Mesela anneleri olabilir mi?

-“Şiirin Kızkardeşi Öykü" bir novella bence. Öykü kadar kısa değil, roman kadar da uzun sayılmaz... Buna rağmen romanı uzunluğu/kelime sayısıyla -neredeyse kiloyla- tanımlamaktan yana değilim. Roman, içinde pek çok öykü bulunduran bir edebiyat türüdür, bence. İyi romancı, onlarca hikâyeyi okurun diline/tenine batmadan birbiriyle iç içe dizen, düzenleyen, kesip biçen ve dikebilen bir sihirbazdır. Öykü/ hikâye, sözcüklerle yapılan ince tasarım, mücevhercilik sanatıdır. Bu yüzden “Şiirin Kızkardeşidir Öykü”. Oysa roman bir kurgu sanatıdır. İyi romancı iyi bir mimara benzer. Bir mimar, nasıl çizdiği merdiven, pencere, kapıların estetik güzelliği, kadronları yerleştirdiği evin içindeki hayat ve insanla rahatça yaşabilmesine önem verirse, yazar da romanın içindeki hikâyelerini öyle akıcı ve doğal biçimde yerleştirir.

Peki, içgüdüsel midir sizce yazma dürtüsü? Yazarlık öğrenilebilen bir şey midir? Yoksa yetenek mi?

Yazarlığın okulu yoktur! Bunu "yazı atölyeleri"nde de sık sık söylerim. Edebiyatın, hatta sanatın özü hikâye edebilmektir ve insan ancak hikâyeci olarak doğar. Hikâyecilik sonradan öğrenilmez. Edebiyatçının, yazardan farkı burada yatar. Her kitap yazana yazar denebilir ama her yazar hikâyeci değildir. Bu yüzden her kitap da edebiyat eseri sayılmaz. Burada edebiyatı ve edebiyatçıyı kutsamak gibi bir tavrım yok. Şunu söylemeye çalışıyorum: Nasıl bazı insanlar müzik kulağıyla, perspektif gözüyle, lastik gibi bedenle doğuyorsa, bazılarımız da hikâyeci (story teller) olarak doğuyoruz. Eski meddahlar, Manas Destancıları, hatta şamanlar, kamlar… Okul kitaplarımızda yazıyor: “Dede Korkud bir KAMdı, ozandı.” diyor. Dede Korkud Şamandı, şairdi, öyle doğdu diyor işte! Şimdi söyleyeceklerim genç yazarlar için çok önemli, çünkü doğuştan hikâyeci olmak, edebiyatçı olmaya tek başına yetmez, yetmiyor. Burada iyi okur olmak da devreye giriyor ve işte okullar, atölyeler/workshoplar burada işe yarıyor. Tıpkı karnımızı "fast food" veya ev yemeği/ doğal yiyecekle doyurmak tercihlerimiz gibi, zihnimizi de iyi kitaplarla besleme şansımız vardır. Bu bilinci okullar, atölyeler bize kazandırabilir. İşte “Şiirin KızKardeşi Öykü” ve “SU” romanında yazdığım o şimdi ünlü cümledeki gibi “Hayatta en büyük mucize gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır!”

Yıl 1993 “Balık İzlerinin Sesi” romanınız Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülüyor. Öğrendiğiniz ilk anı hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz?

Çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bir yıl önce, ilk romanım "İki Yeşil Susamuru" ile katıldığım Yunus Nasi Roman Ödülü'nde "yılın romanı" ödülünü aynı sayfada 'olay' ve 'hadise' kelimesini kullandığım için bana vermediklerini söyleyen bir jüri üyesinin roman kriterine pek bozulmuş genç bir yazardım. 1993'te ödüller açıklanmadan önce beni arayıp, roman ödülünü iki roman arasında paylaştırdıklarını haber verdiler. "Balık İzlerinin Sesi" ile "Kedi Mektupları" Balık ve kedi ironisine dikkat çekerim! Yazarın adı Oya Baydar idi ve ben onun adını daha önce hiç duymamıştım. Oysa on sekiz yaşından beri Attila İlhan'ın çevresinde edebiyat dünyasıyla tanışmış, o zamanlar önce edebiyat dergilerinden geçerek kitapları yayımlanan genç ve usta tüm yazarlardan haberdar olan cin gibi bir kızdım. Oya Hanım'ın uzun yıllar Almanya'da yaşamış, siyasi söylemi güçlü bir akademisyen olduğunu söylediler. Ben gençliğin de vermiş olduğu cesaretle buna karşı çıktım. Hâlâ edebiyat ödüllerinin paylaştırılmasına karşıyım. Bu yanlıştır, eğer çok iyi iki eser varsa edebiyat kriterlerine göre değerlendirme yeniden yapılabilir, ikinci kitaba da farklı bir mödül verilebilir. Neyse, o gün telefonda adamakıllı bağırdığımı hatırlıyorum. Bunun Oya Baydar'la bir ilgisi yoktu elbet, ben hayatımın en önemli ilk edebiyat ödülünü paylaşmak istemiyordum ve protesto etmek için ödül törenine gitmedim. Tıpkı anne ve babalar gibi her yazarın çocukları arasında kendine en çok benzeyen bir tanesi vardır. "Balık İzlerinin Sesi" de benim en çok kendime benzeyen romanımdır. Aynı zamanda en az okunan romanımdır. Her yıl onun 20 yıl sonra anlaşılacağını düşünürüm, bu sayı henüz 19'a inmedi!

“Marifet iltifata tabidir” sözünün karşılığı yazar için nedir? Yazar kendi için mi yazar, okuyucu için mi? Buket Uzuner kim ya da ne için yazıyor?

Yazmak, yazdıklarımı yayınlamadığım zamanlardan beri benim kişisel ve toplumsal sorunlarıma şifa oluyor. Hani yaraya sürülen bildiğiniz merhem misali, yazdıkça meseleleri kafamda çözmeye, o konuda biraz huzur bulmaya ve azıcık nefes almaya başlıyorum. Örneğin, 1990’larda -tıpkı şimdiki gibi- her gün haberlerde ölen gençlerin sayılarıyla ve Bosna’daki katliamlarla içimiz ve dışımızın kan ağladığı dönemde, bir iç savaş romanı olan “Kumral Ada-Mavi Tuna”yı yazmaya başladım. Beş yıla yakın çalıştığım roman -ben 3-5 yıldan kısa sürede roman yazamam- aşkı da bir iç savaş metaforu olarak kullanan, bugüne kadar on dile çevrilmiş ve yarım milyondan fazla okura ulaşmış, halen baskıları devam eden bir kitap oldu. Benim için bu da kuşkusuz önemli ama yazarken bana ettiği yardımın değeri başka bir şeyle ölçülemez. Bence sanat, sanatçının öncelikle kendisi için yaptığı bir eylemdir. Bu, sanatın doğasındadır, sanat bireyseldir.

Kitaplarınız arasında gezi hikâyelerinizin de hiç yadsınmayacak bir payı var. Marquez’in meşhur sözünü biraz tahrip ederek sormak istiyorum. Yazmak için mi geziyorsunuz, keşfetmek için mi?

Seyahat benim için yazmak kadar yaşamsal bir eylem. Dünyayı ve başka kültürleri merak edip tanımak fikri, benim gibi maceraya düşkün bir genç kız için zaten baştan çıkartıcı müthiş bir motivasyondu. Ancak seyahat sırasında seyyahın/gezginin aslında en çok kendisini arayıp, keşfetmeye ve tanımaya başladığının zamanla farkına vardım. Hayat da kendimizi tanımak ve gerçekleştirmek için yapılan bir seyahatin adı değilse nedir zaten?

Balık İzlerinin Sesi, İki Yeşil Susamuru, Kumral Ada Mavi Tuna, Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu, Su… Kitap adlarınızı yan yana koyunca yazdığınız bütün hikâyelerin kenarından hep bir su akıyor sanki… Üzerine hiç düşündüğünüz bir şey mi? Bir tesadüften mi ibaret?

(Gülüyor…) Dikkatli Oya! Evet, çok doğru bir saptama! Hayvan sembolleri ve Su benim yazı serüvenimin en önemli ögeleri. Su hayatın başlangıcı ve devamlılığı için ilk element. Ama aslında bu soruyu bir psikiyatrist ve edebiyat tarihçisi benden daha iyi yanıtlar herhalde…

Peki, büyük marketlerde domates reyonunu hemen geçince karşımıza çıkan kitap reyonları ne hissettiriyor size? Sırf kolay ulaşılabilirlik adına doğru bir şey mi sizce?

Eskiden ben de kitabın marketlerde satılmasını bayağı bulur, yazıya saygısızlık olarak görürdüm. Ne zaman anne oldum ve özellikle doğumdan sonraki ilk yıl, bir bebeğe bakmanın dünyanın en ama en zor ve sorumluluk isteyen işi olduğunu, o sırada değil kitapçıya çıkmak, saç yıkamanın bile büyük zaman lüksü olduğunu her anne gibi öğrendim, aceleyle en yakın markette alışverişe çıktığımda, çabucak önünden geçilen o kitap reyonlarına duyduğum şükranı bugün gibi hatırlarım. Market raflarında satılan kitaplar hayatında kitapçıya gitmemiş ya da gidememiş insanlara hizmet sunuyor. Babannemin dediği gibi “Altın yere düşmekle değer kaybetmez!”

Hikâye bu ya… Anadolu’da, bir köy okulunda, ilkokula giden 10 yaşlarında bir kız çocuğu bu söyleşimize denk gelmiş olsun. Biz de ona “Buket Uzuner’in sana selamı var” diye başlamış olalım söze…

Onlara, kendi koşullarınızı unutmadan gelecek için kendinize ait hayat hayalleri kurun derim. Ailesinin okula gönderdiği kızlar için her zaman kendilerine ait bir hayat kurma ümidi var. Okula gidemeyen, gönderilmeyen kızların çocuk gelin olarak hayatlarının söndürülmesine yazarın tek başına bir çare bulması olanaksız. Buna hep beraber çözüm üreteceğiz. O kızların anne ve babalarına kızların okuması, meslek ve bağımsızlık kazanmasının gurur verici, onurlu bir süreç, ekonomik olarak da kazançlı olduğu anlatılacak. Kadınlar üzerinden namus-şeref anlayışının bir yalancılık oyunu olduğu anlatılacak! Anlatılacak! Çünkü kadın cinayetleri ve çocuk evlilikleri memleketimizin ve dünyamızın başındaki en büyük beladır. Hep beraber fasıllarda neşeyle söylediğimiz “Henüz girmiş onüç-ondört yaşına/ Gözleri sürmeli köylü güzeli” şarkı-türkülerinden çocuk pornosu kılıklı şiir/güftelerden başlamaya ne dersiniz?

Son olarak Buket Uzuner okuyucuları için bir müjde istiyoruz! Yeni kitap ne zaman geliyor? Hikâyesi belli mi?

Önce, ‘İnsaf ama Oya!’ derim. “Toprak” yayımlanalı sadece üç ay oldu, biraz gazeteci Defne Kaman’ı rahat bıraksak ve Toprak üzerine konuşsak, hazmetsek diyordum… Ama tabii sen de haklısın, yazar da yazmadan duramaz. Elimde öncelikle “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları”nın üçüncü romanı “HAVA” var. Bu, iki veya üç yılda okura ulaşır ama arada sürpriz bir onüç-ondört yaş (!) ilk gençlik kitabı var, adı “Ah Bir Kedi Olsam!” Onu yılbaşına okurla buluşturabilirim diye umuyorum. Bir de “Cervantes’in İzinde İspanya Gezi Defteri” var sırada… Senin anlayacağın yolculuk devam ediyor… Her anlamda!

Kafka Okur Dergi, Röportaj, Sayı 7

Bir Ece Temelkuran Röportajı!

$
0
0
Bir Ece Temelkuran Röportajı!

Oğuz Atay: “Beni hemen anlamalısın.”

Röportaj: Dilek Atlı

Oyunlarla yaşayan, tehlikeli oyunlar oynayan, hayata tutunmaya çabalarken yaşam korkusunu duyumsayan, bilim ve yazın insanı Oğuz Atay karşınızda. Ve perde açılır, oyunumuz başlar. İlk sahnede Atay sözü alır ve size seslenir:

“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” (Korkuyu Beklerken / s.182)


Buradaydık. Oğuz Atay'ın ilk romanını, Tutunamayanlar'ı, yazdığı Beyoğlu'ndaki evin önünde... Ben ona: “Gel beraber 'Oğuz Ataycılık' oynayalım.” dedim, o da geldi. Zira, Ece Temelkuran da oyunları sevenlerdendi.

Yanımda Tülay (Palaz) var. Hani elinizde tuttuğunuz derginin muhteşem kapakları var ya, işte onu çizen isim. Birlikte papatyalar alıyoruz Ece'ye vermek üzere. Tutunamayanlar kitabının ilk basımında kullanılan, Atay'ın büyük aşkı Sevin Seydi'nin çizdiği papatyalı kapaktan esinleniyoruz.

Biraz sonra o geliyor: Ece Temelkuran. Gülümsüyor. Elimde papatyalar, 'Bunlar sizin için,” diyorum: 'Atay'ın papatyaları...' Tam o an, hafif bir rüzgar esiyor; yakıcı sıcakta bir ferahlık hissediliyor aniden. Bu ferahlık, Atay'ın sayfalarından çıkıp kalbimize üflüyor nefesini:

“Yumuşak bir hava dalgası araya girerek terini kurutmaya başladı. Kendinden memnun gülümsedi: 'Papatyalar ne güzel, değil mi Nermin?'... Şımarık şımarık sırıttı: 'Yaşasın papatyalar; canım papatyalar. Seviyorum sizleri. Sizler ki bütün kış toprağın altında, yalnız bizi düşünürsünüz ve ilkbaharda hemen seriliverirsiniz ayaklarımızın altına. ” (Tutunamayanlar / s. 39)

Kafka Okur'un son sayısını çantasına, papatyaların yanına koyan Ece Temelkuran ile kahvelerimizi söylüyoruz. Kahvelerimizin yanına, Atay'ın anılarından parçalar ekliyoruz. Gülüyoruz, düşünüyoruz, hayret ediyoruz... Derken, söyleşimize başlıyoruz:

“Merak ediyorum. Siz, Oğuz Atay'ı ilk okuduğunda anlayabilenlerden misiniz, yoksa anlayamayanlardan mı?”

Gülümsüyor önce ve başlıyor Atay'ın dünyasına attığı ilk adımı ve sonrasını anlatmaya:

“Tutunamayanlar'la başladım okumaya Atay'ı. Çok iyi hatırlıyorum, benim için yıllarca bir mesele oldu Tutunamayanlar. İlk elime aldığımda 16 yaşımdaydım ve üç yıldır ciddi kitap okuyordum. Türk edebiyatını daha az, dünya edebiyatını daha çok okuyordum. Sait Faik'e hayran olduğum yıllardı bunlar. Derken, Oğuz Atay'a geldi sıra. Atay'ın kült olmaya başladığı yıllardı, 1980'lerin sonu, 90'ların ilk yıllarıydı. Hiç unutamıyorum; Tutunamayanlar'ı 135. sayfasına kadar okudum ve bıraktım. Çünkü gayet berrak hatırlıyorum ki 'Ben, bunu okursam intihar ederim.' dedim. Tutunamayanlar'ı okumaktan bilinçli olarak vazgeçtim. Üniversite ikinci sınıfta kitabı tekrar elime aldım. 21-22 yaşlarımdaydım ve yine devam edemeyerek aynı nedenle okumayı bıraktım. Benim Tutunamayanlar'ı okumam 30'lu yaşlarımın başıdır. Atay'ın diğer kitaplarını okumama rağmen Tutunamayanlar ile ilgili böyle bir mücadelem oldu. Hakikaten bazı kitapların, bazı yaşları beklediğine, beklemesi gerektiğine inanıyorum.”

“Oğuz Atay'ın dünyasına adım atmak okuyucuyu hiç beklemediği bir zaman ve mekan algısına taşıyor gibi. Yine de kendinizden, yaşantınızdan ya da sizin dışınızdaki hayatlardan bir şeyler buluyorsunuz. Hatta çok şeyler buluyorsunuz.” diye atılıyorum. Devam ediyor Temelkuran:

“Edebiyat tarihinde en çok merak ettiğim eser, Oğuz Atay'ın Günlük’ünde sözünü ettiği ve yaşamını yitirdiği için tamamlayamadığı Türkiye'nin Ruhu kitabıdır. Yine de şimdi dönüp bakınca Türkiye'nin ruhunun Tutunamayanlar olduğunu düşünüyorum. Bu yapıt, bu ülkede yaşamanın nasıl bir ruh hali doğurduğuna, 'buralı' olmanın ne demek olduğuna dair yazılmış bir duygusal anatomi kitabı gibi. Merak ediyorum: Bu eserin ne kadarı bir başka ülke okuru için anlamlı olur? Duygu ne kadar geçer? Geçmesi mümkün müdür?

Ben, mümkün olmadığını düşünüyorum. Oğuz Atay'ın eserlerindeki duygunun bir başka dile aktarılabilmesi için, anlattığı 'Türkiyeli olmak' adını verebileceğimiz, o karmaşık deliliği çıkarmak gerekiyor. O da zaten Tutunamayanlar olmaz ve karakterlerin niye tutunamadığını hiçbir zaman anlayamaz okur. Ulysses eseri neden okunuyor dünyada? Kabaca, İngilizce yazıldığı için, diye cevap verebiliriz. İngilizce konuşulan bir dünyada okunuyor olması daha anlaşılabilir. Atay da çok etkileniyor bu yapıttan ayrıca. Çünkü bir edebi damar açıyor yazarı olan James Joyce. Bir insanın her şeyi yazma çabası... En son örnek, Karl Ove Knausgaard'ın Kavgam kitabıdır buna. O da bence söz ettiğimiz ‘damara girmek’ çabasında. ‘Bir insan hakkında -mümkünse- her şeyi anlatarak o insanı anlamak, bireysel hakikate varmak’ konulu bir sorunsalın etrafında oluşan bir edebiyat bu.”

Atay'ın toplumsallığın önüne bireyselliği koyduğunu, gerekli gelişimin bireysellikten geçtiğine inandığını hatırlatıyorum. “Özellikle 'Ne Yapmalı?' adlı metinde bundan söz ediyor. Birey, kitleyi oluşturan en küçük birim ve bu nedenle çok önemli onun için. Bireyin taşıdığı özelliklerin niteliği, toplumu ya ileri götürür ya da çökertir, diye düşünüyor.” diyorum;

“Ben, Oğuz Atay ile ilgili, bu söylediğinin tersini düşünüyorum. Atay, toplumcu olduğunu söyleyen birçok yazardan daha fazla düşünüyor bu konuyu. Hatta sadece bu konuyu düşünüyor. Merhametsizliğin, güdüklüğün ve iğdiş edilmişliğin bu kadar sarstığı bir yazar var mıdır, bilmiyorum. Aklıma gelen diğerleri: Tezer Özlü, Sevgi Soysal ve Sevim Burak. Fazladan, yalnız bir adam olmak ya da böyle hissetmek; 'bu ülke neden böyle, bu insanlar neden böyle'nin kahroluşunu daha derin yaşatıyor ona. Bu da eserlerine yansıyor.”

Eserlerine yansıyor. Bu, çok doğru. Atay, birbirine benzer konuları ele alıyor aslında. Karşıtlıklar üzerine kurulu bir iç dünya ve bireyin benlik arayışı.

Temelkuran, direksiyonu, tüm bu eserlerden yola çıkarak, tutunamayanların kimler olduğu üzerinde iz süren bir yola kırıyor:

“Şimdi düşünüyorum da Atay'ın kitaplarını 1990'larda daha çok erkekler okurdu. Hâlâ öyle mi, bilmiyorum. Erkeklerin kült yazarı gibiydi. Erkek dramı meselesi, burada kendini gösteriyor. Bu dramdan beslenen çok yazar vardı, günümüzde de var. Bir yanıyla acıklı buluyorum bu durumu; çünkü tüm insan ilişkilerini kendi hayatlarındaki gibi değerlendiriyorlar. Bu yazarların eserlerinde de Atay'ın eserlerinde de kadın karakterler biraz uzaktadır. İkinci plandadır. Bazen kötüdürler hatta. Burjuva hayatının taşıyıcısı olmak gibi... Kadınları böyle anlatmak, kadınları uzağa koyan bir edebiyat olarak geliyor bana. Oğuz Atay ile ilgili olumsuz herhangi bir şey söylemek benim haddime değil elbette. Hakikaten büyük bir yazar ve beni çok etkilemiş biri. Zannediyorum, tüm Türkçe yazan yazarları etkilemiştir. Günümüzde birçok yazar da ona bağlılığını kendi kitaplarında ifade eder. Az'da Hakan Günday'ın yaptığı gibi... Bugün baktığımda, Atay'ın tadını -spesifik bir tattan söz ediyoruz- anlattığının çok ötesinde incecik bir duygu olarak Barış Bıçakçı'nın kitaplarında görüyorum. Onda da kadın karakterlere uzaktan bakılıyor. Erkekler arasındaki derin dostluk daha ön plana çıkıyor. Ortak dramın paylaşıldığı bir ahbaplık var. Bir kadın edebiyatçı için bunları söylemek zor. Bu, edebiyatın derinliğini kavrayamamış, kuru bir feminist bakış açısı olarak algılanabilir. Ben, bu duruma düşmek istemem doğrusu. Ama böyle de bir tarafı var ve Türkiye'deki yaşayışla ilgili bu. Kadın dramlarının anlatılması yeterli heyecanı vermiyor demek ki. Erkeklerin dramı, kadın ve erkek okur tarafından daha çok ilgi görüyor. Kadınların kendilerini bu kadar açık anlatması, hoş karşılanmaz. Sevgi Soysal'a bakın ya da Tezer Özlü'ye. Hemen hemen Atay ile aynı dönemlerde yaşamış ve eser vermişler. Yaşadıkları dönemde bizim bugün onları ciddiye aldığımız kadar ciddiye alınmamışlar.”

“Bir yazarın anlaşılamama kaygısı... Bu beğenilmemişlik, anlaşılamamışlık duygularının getirdiği içerleme Atay'da ne fırtınalar koparmıştır? Bunu bir yazar olarak yanıtlarsanız, nasıl değerlendirirsiniz Atay'ın okura olan küskünlüğünü?”

“Tutunamayanlar'da Ulyses, Niteliksiz Adam, Oblomov gibi eserlere göndermeler var. Robert Musil, Dostoyevski onu etkileyen yazarlar. Musil'in Niteliksiz Adam eserinin başlarında şuna benzer satırlar vardır ve muhtemelen Oğuz Atay, Musil'i bu nedenle çok sever; kitabın baş karakteri 40'lı yaşlarına geldiğini ve umut vadeden bir yazar olduğunu belirtir ve 'Bu daha ne kadar böyle devam edecek?' der. Bazı insanlara sadece umut vadetmeyi yükleriz. Bu da okur için çok iyidir çünkü damıtılmış eserler çıkmasını sağlar. Yazarsa, bir çocuk oyuna alınmadığında ne hissediyorsa onu hisseder. Özünde bu... Kimsenin sizi sevmediğini düşünürsünüz ve bu da dünyanın en korkunç duygularından biridir.”

Burjuva yaşamına karşı sergilediği sert duruşu ve uzaklığına vurgu yapıyorum. Burjuva ile ilgili konuların Atay'ın eserlerinde sıklıkla yer alması, Temelkuran'ın da altını çizmek istediği bir konu oluyor:

“Burjuvaya mesafeli olmak, entelektüel burjuva olmanın temel şartı. Tıpkı büyükşehirlerde yaşayıp büyükşehirden nefret etmek gibi... Kendi sınıfına öfke duyan kişi, kendine karşı bir öz öfke de geliştiriyor. Hiçbir sınıfın yapamayacağı kadar -alt ya da üst fark etmeksizin- kendi kendini eleştiriyor. Bu da bireyin kendini yok edişi halini alabiliyor. Atay'ın edebiyatının da böyle bir öz öfkeden doğduğunu herkes söyleyebilir. Onu diğerlerinden ayırt edense, bunu sonuna kadar götürüp bütün içtenliğiyle anlatmış olması. Atay'ın çağdaşı olan ve öz öfke taşıyan birçok yazar, alt sınıfı taklit ederek yaşamayı tercih etmişken Atay, kendi çevresinin içinde kalarak bu karşıt ve karışık meseleyi anlatmaya çalışıyor.”

Atay'ın “Gülmek en ciddi eylemdir Olric.” satırından hareketle Temelkuran'a yazarın mizahi yönünün esere kattıklarını hatırlatıyorum.

“Onun eserlerinde ağır sarkazm var aslında. Sözünü ettiğin mizah, acı acı gülümseten bir mizah; güldüren bir mizah değil. Tüm roman boyunca acı acı gülümsüyoruz. Bu ülkede büyürken maruz kaldığımız baskın söylemi anlatırken ve bunu Tutunamayanlar'da şiirler, şarkılar, monolog ve diyaloglarla şizofrenik bir şekilde yeniden üretirken acı acı gülümsetiyor. Örneğin, eğitim sistemindeki yanlışlıklar gibi. İngiliz kültürüyle beslenmiş bir yazar olarak, geleneksel bir (sense of) ‘humour’a sahip değil. Onun ‘humour’unun İngiliz ‘humour’una yakın olduğunu düşünüyorum. Az gelişmiş toplumlarda en çok korkulan şeylerden biri, alay edilmektir. Belki de Oğuz Atay'ın bizimle alay ettiğini düşündükleri için okur ve eleştirmenler ilk etapta sevmediler onu. Atay'ın yaptığı şey, insanlarla alay etmek değildi oysa; ‘gelin, beraber bu duruma acı acı gülümseyelim’ demek istedi o. Sanırım bunu yapmaya cesaret edemediği için birçok insan ne yazık ki onun ölmesini bekledi Atay'ı sevmek için."

Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kitapları Atay tarafından büyük aşkı Sevin Seydi'ye ithaf ediliyor. Bu bilgilerden yola çıkarak aşktan söz etmek istiyorum. Bir de kitaplarından bildiğimiz Atay'ın mutsuz ve yalnız bir adam izleniminden.

Tam, sözü bu konuya getirecekken Temelkuran bu konuya giriyor: “Biz, yalnız bir adamsan söz ediyoruz. Aşklarını da yalnız yaşayan bir adamdan... İki kişiyken bile aşkını tek başına yaşıyor ve aslında bundan besleniyor. Sevgilileri aslında birer iyi metin fakat bundan önce belirtmek isterim ki son derece zeki bir adam Atay. Yazı yazan insanlar, söz sahibi olarak, siyasetin konuşulduğu bir dönemin Türkiyesi'nde tüm bunların üzerine çıkıp oradan bu memlekette yaşamanın trajedisini anlatıyor. Atay ise bunu saf edebiyatla yapılabileceğini biliyor. Bu, Atay'ı özel bir yere koymamızın nedenlerinden biri fakat siyasette saf tutmadığı için daha da yalnız bırakılıyor.

Gelelim mutsuzluk mevzusuna: Onu okuduğumuzda böyle düşünüyoruz. Oysa Atay, hayatında mutsuz bir adam değildi bence. Bu mutluluk ve mutsuzluk meselesini de zaten biz abartıyoruz. Mutluluğun bir hedef olması son 20 yıllık mevzu tüm dünyada. Oğuz Atay'ın şöyle düşünmediğine eminim: ‘Ben mutsuzum, mutlu olmalıyım.’ Bir yazar, zaten böyle düşünmez. Mutsuzluk değil bu. Bir derinlik meselesi.”

Atay'ın bir diğer sorunsalı da Doğu-Batı. Bu sorunsalın Temelkuran'ın kaleme aldığı kitaplarda da göze çarpması dikkat çekici diye düşünüyorum. Bunu onunla paylaştığımda:

“Bu, hepimizin meselesi. Çünkü hepimiz Doğu ile Batı arasındaki bir köprüde yaşıyoruz.

Atay, eski ve yeni Türk edebiyatına aşina olan bir kuşaktan geliyor. Öte yandan, Mussil, Dostoyevski, Joyce, Hesse, Gonçarov gibi dünya edebiyatından birçok değerli yazarı okuyor. Muhtemelen çağdaşlarını da takip ediyordu. Bu, hem çok büyük bir zenginlik hem de büyük bir baskı. Türkiye'nin bir köprü olduğunu düşünüyorum. Köprü, bir yer midir? Hayır, köprü, yerlerin arasında bir yersizliktir. O köprüde yazmak, vicdan baskısıdır. Doğu'yu da Batı'yı da kavrıyorsunuz ama ikisinin birbirine tercümesizliğini görüyorsunuz. Kendi hayatında yaşadığı problematiğin sebeplerinden biri de bu. Tutunamayanlar'ı İngilizceye çevirtmek istemesi, başka bir yere konuşmaya çalışması, bunu da naiflikle yapmaya çalışması, bize her şeyi anlatıyor.”

Üniversite arkadaşlarıyla derslerde oynadığı sözcük oyunlarından, eserlerinde sıklıkla rastlanan oyun vurgusuna; Oyunlarla Yaşayanlar eserini tiyatro sahnesine taşıma çabasından, Beyaz Mantolu Adam öyküsünü filme çekme uğraşına kadar; oyunu hayatından eksik etmiyor. Biz de burada Temelkuran ile 'Oğuz Ataycılık' oynadığımıza göre sözü bu oyunlara getiriyorum: “Acaba Ece Temelkuran ne zaman oyun oynar? Bunlar, hangi oyunlar?”

“Roman yazarken insanda gerçekten ister bir yönetmen gibi deyin, ister bir yarı tanrı gibi deyin, karakterler doğuruyor olmak çok büyük bir heyecan ve tarif edemeyeceğim tatta bir mutluluk hissettiriyor. Okurların dünyasına giren ve onlar tarafından yaşatılan bu karakterler, yazarda garip bir duygu durumu yaratıyor. Bu karakterlerin gerçek insanlar tarafından oynandığını görmek istiyorsun. Tam ifade edemeyeceğim bir duygu... Yazara içinde zalimlik olmayan bir muktedirlik hissettiriyor. Şöyle de bir hoş hikaye anlatabilirim: İzmir Kitap Fuarı'nda Devir romanımın kahramanlarından Ayşe Bakar gelip kitap imzalattı bana. Devir romanımdaki Ayşe karakterinin aynı tarihlerde dünyaya gelmiş gerçek kişisini karşımda görünce inanamadım. Bu, büyülü bir şeydi.”

Tam bu noktada Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ın ana karakterlerinden Selim Işık ile kurduğu özdeşimlere değiniyorum.

“Tüm bunların arasında öyle bir detay var ki tüyler ürpertici...” diyorum. “Tutunamayanlar romanında Selim Işık, ölmeden önce -yani intihar etmeden önce- banyoya kendini kilitliyor.

Beynindeki tümörün İngiltere'deki tedavisinden sonra ülkesine dönen ve hayatının son dönemlerini yaşayan Atay, kötü hissettiği bir gece banyoya gidiyor. Ve ölüm onu, aynı, karakteri Selim gibi orada yakalıyor.”

Kısa bir seslikten sonra sözü alıyor Temelkuran:

“Çağlar öncesinde peygamberlerin şairlerle çok karıştırılmasının nedeni şairlerin ayrıca birer de kahin olduklarının düşünülmesidir. Bunun mistik bir şey olmadığını düşünüyorum. Yazdıklarını yaşıyorsun. Bu hikâyede tüyler ürpertici olan, hayatını bir metne dönüştürmesidir bence. Bu kadar yalnız bir adam, bunu yapar. Kendisini yazarak var etmiş/yok etmiş bir adam, böyle ölür.”

Ve soru Oğuz Atay’ın kendisinden gelsin istiyorum: Eylembilim adını verdiği metninin ana kişisi, Servet Gözbudak’tan. “Bir insan, özellikle benim gibi bir insan, ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır?”

“Eylembilim'i kaleme aldığı dönemde, bugünkü kadar kan bağımlılığı, kan alışkanlığı yoktu bu ülkede. 12 Mart 1971'de darbe oldu. Evet, o tarihlerde çok ağır olaylar yaşanıyordu ama 1980'ler ondan daha ağır, 1990'lar daha da ağırdı. 2015'e geldiğimizde küçük çocukları öldürüyorlar patır patır. İlk kez gözler önünde bir çocuğun öldürülmesi, Erdal Eren'dir. Erdal Eren'in ölümünü görmedi Oğuz Atay. Dolayısıyla, bu soruya yanıt olarak, onun yarattığı baş karakter Servet Gözbudak vasıtasıyla söyleyecekleriyle benim söyleyeceklerim arasında fark olur. Benim için ‘yoğunluk nereye varmalı’ meselesi tamamen ortadan kalktı. Çünkü hiper yoğunluk var. Hastalıklı bir kayıtsızlık geliştirme çağındayız. Bu yaşananlara tanıklık ettikten sonra Atay'ın metnin ana kişisi vesilesiyle sorduğu bu soruya yanıt vermek kolay değil. Oğuz Atay, ölümünden bugüne kadar yaşanan olayları görseydi kuşkusuz ki 'bu kayıtsızlık nereye varacak' sorunsalını da eserlerine daha yoğunluklu olarak taşırdı. Ya da en başta söylediğimi yineleyebilirim ki Türkiye'nin Ruhu kitabını keşke bitirebilseydi...”

Bizse bu keşke ile bitiriyoruz sohbetimizi. Ne çok keşke var... Bunu, Temelkuran’a söylemek istiyorum ama tutuyorum kendimi. Bugünlük keşkemiz bu olsun, diyorum. Nasılsa bu hayata tutunmaya çalışırken nice keşkelerimiz olacak. Şimdilik, sadece karşılıklı gülümseyelim.

Kafka Okur Dergi, Röportaj, Sayı 7
Çizim: Tülay Palaz

Herkes Dışarı!

$
0
0
Yusuf Çopur
Kafka Okur

‘Vazgeçilmezim’ dediğim çaydan bir gün nefret edeceğimi hiç düşünmezdim. Vazgeçilmezlerimin nefrete dönüşmesi, ilk kez çayda olmadı elbet ama bana en çok koyan, çay oldu. Kimdi bu çay illetini bulan, Türkçe kitaplarımızda anlatılırdı hep. Zihni Bey miydi, kimdi? Her neyse, az rahmet okumadım kendilerine. Bir zamanlar az teşekkür etmemiştim. Şükran borçlu olup da küfrettiğim ilk kişi Zihni Bey değildi tabii. Nice insan tanıdım ömrümü verecek kadar sevdiğimi düşündüğüm, sonra onları öldürmek isteyecek kadar nefret ettim hepsinden. Hayat ne kadar değişken! Bugün sevdiğimi yarın öldürmeyeceğimi, bugün istediğimden yarın nefret etmeyeceğimi kim söyleyebilir? Duyguların devamlılığı, bana göre değilmiş, bunu anladım. Hoş, hayatımda, yaşadığım günler haricinde hiçbir devamlılığım da olmadı. Dün inandıklarımın bugün yalan olduğunu gördüğüm, az olmamıştır. Neyse, hep kendimi anlatacak değilim size. Nereden nereye geldi söz. Gördüğünüz gibi cümlelerim de başladığı gibi gitmiyor. Onlar da dengesiz, benim gibi. Burcum terazi olsa da ayarım bozulmuş benim, doğuştan denge sorunum var! Kim demiş ‘Hayat dengedir.’ diye? Hayat dengesizliktir. Ne büyük laf ettim! Hemen bunu paylaşmalıyım sosyal medyada. Altına da uyduruk bir yabancı isim ya da düşünür, filozof veya tanınmışların ismini yazdım mı, oh ne hoş! Anında herkes beğenir, paylaşır. Cümleler değil, onu söyleyenler büyükmüş, onu da anladım.

Lisede edebiyat öğretmenimiz okul gazetesi için beni görevlendirdiğinde gazeteyi dolduracak bir şey bulamayınca gelmişti bu fikir aklıma. Kendime ait derin felsefi cümleler yazıp altına ünlü düşünürlerin adını not ederdim. Hayatın anlamı ne geçmiştir ne gelecek, şimdiyi seversen şimdi de seni sevecek. Konfüçyüs. Ya kimse okumuyordu okul gazetemiziki buna edebiyat öğretmenimiz de dahilya ben de en az Konfüçyüs kadar derin bir düşünürdüm. Yazdıklarıma hiçbir itiraz gelmemiş olmasını başka neye yorabilirim? Ya şiirler? Beni iflah etmeyen, kendi de iflah olmayasıca Semra'ya yazdığım aşk şiirleri... Geceler haram bana / Gündüzler zindan bana / Sensizliğin hasreti / Hayatta ölüm bana... Cemal Süreya. Bu şiiri birçok kızın okuyup defterine veya kitabına yazdığına şahidim. Cemal Süreya'nın kemiklerine yazık oldu ama o dönem, sağ olsun, çok işime yaradı. Hem edebiyattan tam not aldım hem de okulda herkesçe tanındım.

“Tanındın da ne oldu?” diyebilirsiniz. Hiçbir şey! Herkes takdir ederdi, överdi beni edebiyata olan tutkumdan dolayı, o kadar. Kaç defa, okul müdürü herkesin önünde bana belgeler, hediyeler verdi. Ne oldu? Ne olacak! Hiçbiri sevdiğim kızlara kendimi sevdirmeye yetmedi! ‘Kızlara’ diyorum, fark ettim. Ama öyle... Ben, beni sevebilecek her kızı sevmeye hazırdım. Semra, bunların en başında gelir. Tek Semra mı? Değil elbet! Gözlerine bakıp dalıp gittiğim onlarca kız… Bir ara hesaplamıştım, lise hayatımda otuza yakın kıza gönül vermişim. ‘Ne ayran gönüllüymüşsün be adam!’ dediğinizi duyar gibiyim. Keşke ayran gönüllü olsaydım, ayranın da bir şerefi vardır; ayrıca yazın sıcakta bir harikadır, hele naneli ve buzlu olursa... Benim gönlüm kuraktı dostlar. Sevgiden mahrum, sevilmeye aç, sevgiye muhtaç bir gönüldü benimkisi. Ne talihsizdim... Sanki şimdi farklı mı? Hâlâ talihsizim. Bırakın liseyi, üniversitede bile arkadaşlık teklif edeceği kıza aşk mektubu yazmamı isteyen ne kadar arkadaşım varsa hepsi ben mektubu yazdıktan bir gün sonra yüzleri gülerek memnuniyetlerini bildirdiler. Aynı mektubu benim verdiğim başka kızlar yüzüme bile bakmadılar. Yine de az para kazanmadım bu işten!

Gönül arzuhâlcisiydim ben. Kızlarla arası bozuk olanlar veya erkek arkadaşıyla küsenler gelir, beni bulurdu. Hemen aynı gece tek göz öğrenci evimdeki lambayı söndürür, şarjlı ışıldağı tavana yansıtır, damardan bir radyo kanalı bulur, yazardım. Sabaha tamamdı iş. Abarttığımı sanmayın. Haftada en az on, on beş mektup yazardım. Arkadaş, benim elime geçmiyor, millet elindekinin kıymetini bilmiyor! Ne kızlar sevdim hiçbiri beni sevmedi. Deli gibi yakışıklı olmasam da bir giderim var hani! Öyle yüzüne bakılmaz bir adam da değilim. Doğruya doğru… Olmadı arkadaş, olmadı. Bir sevenim olmadı. Lisedeyken ahdetmiştim. Kendi sınıfımdan başlamak üzere erkek arkadaşı olmayan veya olmadığını sandığım bütün kızlara teklif edecektim. Önce hepsinin bir listesini çıkardım. Sonra onları alfabetik sırayla ajandama kaydettim. Sonra o isimlerin geçtiği türküleri ezberledim. Daha sonra onlara yazdığım mektupların sonuna o türküleri ekledim. Türkülerden de bir hayır görmedim!

A'dan başlamaktansa Z'den başlayayım istedim. Vardır böyle huylarım. Tersinden başlarım çok şeye. Gazeteleri son sayfasından okurum mesela. Kumandada en son kanaldan başlarım aşağıya doğru. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Başladım mektuplu tekliflere. Zeynep, Zeliha, Zehra, Zahide... Vay arkadaş, ikincide tutmasın mı! Dünyalar benim oldu. Daha önce Semra için yazdığım ama o suratsıza veremediğim tüm şiirleri, mektupları değiştirdim, Semra yazan yere Zeliha yazdım. Yalan da değildi. Ben sevmek istiyordum, en çok da sevilmek. Bu, Zehra olmuş, Semra olmuş, bana ne! Sevsinler beni yeterdi.

Zeliha, zeytin gözlü, balık etli, beyaz tenli, küt saçlı bir prensesti. Defterinin arasına koyduğum mektubu okumuş, teneffüste bana göz bile kırpmıştı. Bir gözün bir hayatı değiştirebileceğini ilk o zaman anlamıştım. Bir bakışın bir bedene hayat verebileceğine ilk o zaman şahitlik etmiştim. Şairin "Bir bakışın ölmem için yetecek." demiş olmasına rağmen…

Nereden geldi konu buraya? Öyle böyle derken Zeliha'yla çıktığımız herkesçe duyuldu. Ben bilsem yeterdi ama Zeliha herkese duyurmuş. Şaştım kaldım, Ne aşkmış! Birikmiş umutlarım, yıllanmış açlığım onun kalbini doldurmuş demek ki... Çıktığımız dedim ama bir gün bile bir yere çıkmadık. Hoş, nereye nasıl çıkılır onu da bilmezdim, hâlâ da bilmem. Çıktığım tek yer kendi yalnızlığım oldu ömrümce. Ben ona çıktım, o bana çıktı ama ne ben ondan ne de o benden çıkabildi. Dostoyevski. Tabii, böyle güzel ve anlamlı sözüme dikkat etmeyecektiniz, biliyorum. Dostoyevski yazarsam ona göre okuyacaktınız, anlamayacak olsanız, anlamsız bulsanız bile Dostoyevski'nin bir bildiği olacaktır hep. Biz ne bili riz ne söyleriz!

Bu zeytin gözlü güzel prensesle teneffüslerde bana gece gözlerini kırpmasından başka bir ‘çıkmışlığımız’ olmadı. İki hafta sonra bunun bir oyun olduğunu öğrendim. Ergen işi aşklardan ne çıkar! Hoş, erdemli bir aşk da görmüşlüğüm yoktur ama belki ben körümdür canım! Zeliha prenses kendisinden ayrılmak isteyen üst sınıfımızdaki Ekrem'i kıskandırmak için alt sınıftaki Ekrem'i kurban etmiş. Yabancıya gitmesin diye olacak, aynı isimde biriyle çıktığını herkese bundan duyurmuş. Sonra üst sınıftaki adaşım onu kıskanmış, o da araları düzelince bizim kara Ekrem'e artık göz kırpmaz olmuş. “Ne kadar basit!” dediğinizi duyar gibiyim.

Bir gözün yaktığı hayatlar hiçbir zaman basit değildir. Can Yücel. Gerçi o, şairdi ama muhtemelen onu da yakan gözler olmuştur ve hayatında bir kez olsun buna benzer bir cümle kurmuştur!

Z harfi içimde bir yaradır. S'ye gelene kadar benzer bir yaram olmadı. Adım ayran gönüllüye çıkmıştı çoktan. Gönlü ayran olanın çalkalayanı çok olurmuş, derler değil mi? Kızlar yazdığım mektupları birbirine gösterir olmuştu. Kendilerince benimle dalga geçiyorlardı ama alttan alta da hoşlarına gidiyordu ışıldak aydınlığında yazdığım mektuplar. Sağ olsunlar özellikle M harfindekiler çok vefalı çıktı. Mine, Munise, Meryem, Muazzez... O zamandan beri M'yle başlayan isimlere ayrı bir sevgim var. Hatta üniversitede de M harfine öncelik vermiştim. Sayısal lotoda muhakkak on altıyı yazardım: Alfabemizin saygın harfine denk geldiği için tabii ki. Yazdım da ne oldu? Avucumu yaladım hep! Bir beşli bile tutturamadım.

Munise, ne kadar samimi bir insan olduğumu ama onun da okumak gibi bir derdinin olduğunu, bir meslek sahibi olmadan kimseyi sevemeyeceğini, eline işini aldıktan sonra kalbine sevdiğini alacağını söylemişti. Benden esirgediği sevgisine kızsam da gelip benimle konuşması çok hoşuma gitmişti.

Meryem… O da bir gün okul çıkışında ‘Biraz yürüyebilir miyiz?’ demişti. Seve seve kabul ettim. Sevdiği başka biri varmış. Askerdeymiş. Yol boyunca onu ne kadar sevdiğini anlattı. Arkadaş, sevgisizlik çölünde serap gören bana, niyeydi bu eziyet? Yol boyunca Nihat isminin yerine kendi adımı koydum ve o eziyeti bir anlık da olsa huzura çevirdim.

Muazzez... İngilizce öğretmeninin kızı… Mektubun başına Dear Muazzez, sonuna da I love you yazmıştım. Hoşuna gider diye. Nereden bileyim, kız İngilizceden nefret edermiş! Yine de benim bu işlere aklım ermez, dedi ve çekti gitti. Mektubumu da elime verdi. Bir "Thank you!" bile demedi.

Mine... Şimdi bunları anlatırken alfabetik sıraya göre anlatmadığımı fark eden okurlara “Thank you!” diyorum; edemeyenlere de “bye bye!” mı desem? Neyse… Adına isminden şiirler yazdığım sarı saçlı Mine… O da lafı koymuştu ama! Neymiş, ben farklı kelimelerle aynı duyguları herkese yazıyormuşum. Duygular özelmiş, özel olmalıymış. Herkese hissedilen duygu, aşk olamazmış. Aşk iki kişilikmiş. Bence aşk tek kişiliktir. Sabahattin Ali. -Sızlatmadığım bir onun kemiği kalmıştı!- Anlatamadım Mine'ye, benim duygumun tek olduğunu. Tabii ki aynı kelimelerle, aynı cümlelerle yazamazdım mektuplarımı ama cümlelerim, mektup kağıtlarımın renkleri, mektup yazdığım isimler kadar farklı değildi duygularım; tekti: Sevilmek. Beni seveni sevmeye hazırdım. Daha ne olsun! Mine iki kişilik aşkını buldu mu bilmem ama ben artık aramıyorum bile! Lazımsa o gelsin bulsun beni!

Üniversitedeki gönül maceralarımı anlatıp sizi usandırmak gibi bir niyetim yok. Ama öyle ilginç anlar yaşadım ki… Anlatmalıyım size. Benim yazdığım mektuplarla aşkları pekişen mi desem kurtulan mı desem bilemedim, insanlar arasında evlenenler oldu. Sen, demişlerdi bir defasında, bizim ilk evlilik vesikalarımızı yazdın, bizim için çok önemlisin. Garip gelebilirmiş bana ama erkek çocukları olursa adını Ekrem koyacaklarmış! Aman, dedim; dostlar, başka isim mi yok? İsimler kaderdir, der Oğuz Atay. Çocuğunuza başka kaderler seçin, dedim.

Artık umursamıyorum. Beni sevmişler, sevmemişler; umurumda değil! Ben kainatın muhatap aldığı bir varlığım. Doğadaki canlı cansız her şeyden bir parçayım, her şey de benim bir parçam. Nereden biliyorsunuz hamam böceklerinin beni sevmediğini? Veya sivrisineklerin! Ya da tüm çiçeklerin? Onları duyan var mı? Duyduğun kadar sevilirsin. Özdemir Asaf. İnsanlar muhatap almasa da var olan her şeyin muhatap aldığı yüce bir ruhum ben!

Kimsenin sevmediği alçak bir ruhum ben! Bu habis ruhumu temizleyecek bir sevgilim olmadı hiç! Beni sevebilecek bir kalp bulsaydım ömrümce onu sevmeye çoktan hazırdım oysa. İnsanlardan yıllarca sevgi dilendim. Aşkla maşkla işim olmadı hiç. Hepsi de dilencilere baktıkları gözleriyle gördüler beni. Önce acıma, sonra unutma... Sevginin dilenilmeyeceğini öğreneli çok oldu.

Yusuf Çopur, Kafka Okur Dergi, Sayı 7

Kafka Okur 11. Sayı Çıktı!

$
0
0
kafkaokur 11. sayı

Kapak konusu: Cahit Zarifoğlu

Bir Mert Fırat Röportajı: Röportaj, Dilek Atlı

Türklerin Tarihi // Dil, İlber Ortaylı

Kafka Okur'u seçkin kitabevileri ve tüm zincir mağazalarda bulabilirsiniz.


Viewing all 344 articles
Browse latest View live