Röportaj: Dilek AtlıOyunlarla yaşayan, tehlikeli oyunlar oynayan, hayata tutunmaya çabalarken yaşam korkusunu duyumsayan, bilim ve yazın insanı Oğuz Atay karşınızda. Ve perde açılır, oyunumuz başlar. İlk sahnede Atay sözü alır ve size seslenir:
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” (Korkuyu Beklerken / s.182)Buradaydık. Oğuz Atay'ın ilk romanını, Tutunamayanlar'ı, yazdığı Beyoğlu'ndaki evin önünde... Ben ona: “Gel beraber 'Oğuz Ataycılık' oynayalım.” dedim, o da geldi. Zira, Ece Temelkuran da oyunları sevenlerdendi.
Yanımda Tülay (Palaz) var. Hani elinizde tuttuğunuz derginin muhteşem kapakları var ya, işte onu çizen isim. Birlikte papatyalar alıyoruz Ece'ye vermek üzere. Tutunamayanlar kitabının ilk basımında kullanılan, Atay'ın büyük aşkı Sevin Seydi'nin çizdiği papatyalı kapaktan esinleniyoruz.
Biraz sonra o geliyor: Ece Temelkuran. Gülümsüyor. Elimde papatyalar, 'Bunlar sizin için,” diyorum: 'Atay'ın papatyaları...' Tam o an, hafif bir rüzgar esiyor; yakıcı sıcakta bir ferahlık hissediliyor aniden. Bu ferahlık, Atay'ın sayfalarından çıkıp kalbimize üflüyor nefesini:
“Yumuşak bir hava dalgası araya girerek terini kurutmaya başladı. Kendinden memnun gülümsedi: 'Papatyalar ne güzel, değil mi Nermin?'... Şımarık şımarık sırıttı: 'Yaşasın papatyalar; canım papatyalar. Seviyorum sizleri. Sizler ki bütün kış toprağın altında, yalnız bizi düşünürsünüz ve ilkbaharda hemen seriliverirsiniz ayaklarımızın altına. ” (Tutunamayanlar / s. 39)
Kafka Okur'un son sayısını çantasına, papatyaların yanına koyan Ece Temelkuran ile kahvelerimizi söylüyoruz. Kahvelerimizin yanına, Atay'ın anılarından parçalar ekliyoruz. Gülüyoruz, düşünüyoruz, hayret ediyoruz... Derken, söyleşimize başlıyoruz:
“Merak ediyorum. Siz, Oğuz Atay'ı ilk okuduğunda anlayabilenlerden misiniz, yoksa anlayamayanlardan mı?”
Gülümsüyor önce ve başlıyor Atay'ın dünyasına attığı ilk adımı ve sonrasını anlatmaya:
“Tutunamayanlar'la başladım okumaya Atay'ı. Çok iyi hatırlıyorum, benim için yıllarca bir mesele oldu Tutunamayanlar. İlk elime aldığımda 16 yaşımdaydım ve üç yıldır ciddi kitap okuyordum. Türk edebiyatını daha az, dünya edebiyatını daha çok okuyordum. Sait Faik'e hayran olduğum yıllardı bunlar. Derken, Oğuz Atay'a geldi sıra. Atay'ın kült olmaya başladığı yıllardı, 1980'lerin sonu, 90'ların ilk yıllarıydı. Hiç unutamıyorum; Tutunamayanlar'ı 135. sayfasına kadar okudum ve bıraktım. Çünkü gayet berrak hatırlıyorum ki 'Ben, bunu okursam intihar ederim.' dedim. Tutunamayanlar'ı okumaktan bilinçli olarak vazgeçtim. Üniversite ikinci sınıfta kitabı tekrar elime aldım. 21-22 yaşlarımdaydım ve yine devam edemeyerek aynı nedenle okumayı bıraktım. Benim Tutunamayanlar'ı okumam 30'lu yaşlarımın başıdır. Atay'ın diğer kitaplarını okumama rağmen Tutunamayanlar ile ilgili böyle bir mücadelem oldu. Hakikaten bazı kitapların, bazı yaşları beklediğine, beklemesi gerektiğine inanıyorum.”
“Oğuz Atay'ın dünyasına adım atmak okuyucuyu hiç beklemediği bir zaman ve mekan algısına taşıyor gibi. Yine de kendinizden, yaşantınızdan ya da sizin dışınızdaki hayatlardan bir şeyler buluyorsunuz. Hatta çok şeyler buluyorsunuz.” diye atılıyorum. Devam ediyor Temelkuran:
“Edebiyat tarihinde en çok merak ettiğim eser, Oğuz Atay'ın Günlük’ünde sözünü ettiği ve yaşamını yitirdiği için tamamlayamadığı Türkiye'nin Ruhu kitabıdır. Yine de şimdi dönüp bakınca Türkiye'nin ruhunun Tutunamayanlar olduğunu düşünüyorum. Bu yapıt, bu ülkede yaşamanın nasıl bir ruh hali doğurduğuna, 'buralı' olmanın ne demek olduğuna dair yazılmış bir duygusal anatomi kitabı gibi. Merak ediyorum: Bu eserin ne kadarı bir başka ülke okuru için anlamlı olur? Duygu ne kadar geçer? Geçmesi mümkün müdür?
Ben, mümkün olmadığını düşünüyorum. Oğuz Atay'ın eserlerindeki duygunun bir başka dile aktarılabilmesi için, anlattığı 'Türkiyeli olmak' adını verebileceğimiz, o karmaşık deliliği çıkarmak gerekiyor. O da zaten Tutunamayanlar olmaz ve karakterlerin niye tutunamadığını hiçbir zaman anlayamaz okur. Ulysses eseri neden okunuyor dünyada? Kabaca, İngilizce yazıldığı için, diye cevap verebiliriz. İngilizce konuşulan bir dünyada okunuyor olması daha anlaşılabilir. Atay da çok etkileniyor bu yapıttan ayrıca. Çünkü bir edebi damar açıyor yazarı olan James Joyce. Bir insanın her şeyi yazma çabası... En son örnek, Karl Ove Knausgaard'ın Kavgam kitabıdır buna. O da bence söz ettiğimiz ‘damara girmek’ çabasında. ‘Bir insan hakkında -mümkünse- her şeyi anlatarak o insanı anlamak, bireysel hakikate varmak’ konulu bir sorunsalın etrafında oluşan bir edebiyat bu.”
Atay'ın toplumsallığın önüne bireyselliği koyduğunu, gerekli gelişimin bireysellikten geçtiğine inandığını hatırlatıyorum. “Özellikle 'Ne Yapmalı?' adlı metinde bundan söz ediyor. Birey, kitleyi oluşturan en küçük birim ve bu nedenle çok önemli onun için. Bireyin taşıdığı özelliklerin niteliği, toplumu ya ileri götürür ya da çökertir, diye düşünüyor.” diyorum;
“Ben, Oğuz Atay ile ilgili, bu söylediğinin tersini düşünüyorum. Atay, toplumcu olduğunu söyleyen birçok yazardan daha fazla düşünüyor bu konuyu. Hatta sadece bu konuyu düşünüyor. Merhametsizliğin, güdüklüğün ve iğdiş edilmişliğin bu kadar sarstığı bir yazar var mıdır, bilmiyorum. Aklıma gelen diğerleri: Tezer Özlü, Sevgi Soysal ve Sevim Burak. Fazladan, yalnız bir adam olmak ya da böyle hissetmek; 'bu ülke neden böyle, bu insanlar neden böyle'nin kahroluşunu daha derin yaşatıyor ona. Bu da eserlerine yansıyor.”
Eserlerine yansıyor. Bu, çok doğru. Atay, birbirine benzer konuları ele alıyor aslında. Karşıtlıklar üzerine kurulu bir iç dünya ve bireyin benlik arayışı.
Temelkuran, direksiyonu, tüm bu eserlerden yola çıkarak, tutunamayanların kimler olduğu üzerinde iz süren bir yola kırıyor:
“Şimdi düşünüyorum da Atay'ın kitaplarını 1990'larda daha çok erkekler okurdu. Hâlâ öyle mi, bilmiyorum. Erkeklerin kült yazarı gibiydi. Erkek dramı meselesi, burada kendini gösteriyor. Bu dramdan beslenen çok yazar vardı, günümüzde de var. Bir yanıyla acıklı buluyorum bu durumu; çünkü tüm insan ilişkilerini kendi hayatlarındaki gibi değerlendiriyorlar. Bu yazarların eserlerinde de Atay'ın eserlerinde de kadın karakterler biraz uzaktadır. İkinci plandadır. Bazen kötüdürler hatta. Burjuva hayatının taşıyıcısı olmak gibi... Kadınları böyle anlatmak, kadınları uzağa koyan bir edebiyat olarak geliyor bana. Oğuz Atay ile ilgili olumsuz herhangi bir şey söylemek benim haddime değil elbette. Hakikaten büyük bir yazar ve beni çok etkilemiş biri. Zannediyorum, tüm Türkçe yazan yazarları etkilemiştir. Günümüzde birçok yazar da ona bağlılığını kendi kitaplarında ifade eder. Az'da Hakan Günday'ın yaptığı gibi... Bugün baktığımda, Atay'ın tadını -spesifik bir tattan söz ediyoruz- anlattığının çok ötesinde incecik bir duygu olarak Barış Bıçakçı'nın kitaplarında görüyorum. Onda da kadın karakterlere uzaktan bakılıyor. Erkekler arasındaki derin dostluk daha ön plana çıkıyor. Ortak dramın paylaşıldığı bir ahbaplık var. Bir kadın edebiyatçı için bunları söylemek zor. Bu, edebiyatın derinliğini kavrayamamış, kuru bir feminist bakış açısı olarak algılanabilir. Ben, bu duruma düşmek istemem doğrusu. Ama böyle de bir tarafı var ve Türkiye'deki yaşayışla ilgili bu. Kadın dramlarının anlatılması yeterli heyecanı vermiyor demek ki. Erkeklerin dramı, kadın ve erkek okur tarafından daha çok ilgi görüyor. Kadınların kendilerini bu kadar açık anlatması, hoş karşılanmaz. Sevgi Soysal'a bakın ya da Tezer Özlü'ye. Hemen hemen Atay ile aynı dönemlerde yaşamış ve eser vermişler. Yaşadıkları dönemde bizim bugün onları ciddiye aldığımız kadar ciddiye alınmamışlar.”
“Bir yazarın anlaşılamama kaygısı... Bu beğenilmemişlik, anlaşılamamışlık duygularının getirdiği içerleme Atay'da ne fırtınalar koparmıştır? Bunu bir yazar olarak yanıtlarsanız, nasıl değerlendirirsiniz Atay'ın okura olan küskünlüğünü?”
“Tutunamayanlar'da Ulyses, Niteliksiz Adam, Oblomov gibi eserlere göndermeler var. Robert Musil, Dostoyevski onu etkileyen yazarlar. Musil'in Niteliksiz Adam eserinin başlarında şuna benzer satırlar vardır ve muhtemelen Oğuz Atay, Musil'i bu nedenle çok sever; kitabın baş karakteri 40'lı yaşlarına geldiğini ve umut vadeden bir yazar olduğunu belirtir ve 'Bu daha ne kadar böyle devam edecek?' der. Bazı insanlara sadece umut vadetmeyi yükleriz. Bu da okur için çok iyidir çünkü damıtılmış eserler çıkmasını sağlar. Yazarsa, bir çocuk oyuna alınmadığında ne hissediyorsa onu hisseder. Özünde bu... Kimsenin sizi sevmediğini düşünürsünüz ve bu da dünyanın en korkunç duygularından biridir.”
Burjuva yaşamına karşı sergilediği sert duruşu ve uzaklığına vurgu yapıyorum. Burjuva ile ilgili konuların Atay'ın eserlerinde sıklıkla yer alması, Temelkuran'ın da altını çizmek istediği bir konu oluyor:
“Burjuvaya mesafeli olmak, entelektüel burjuva olmanın temel şartı. Tıpkı büyükşehirlerde yaşayıp büyükşehirden nefret etmek gibi... Kendi sınıfına öfke duyan kişi, kendine karşı bir öz öfke de geliştiriyor. Hiçbir sınıfın yapamayacağı kadar -alt ya da üst fark etmeksizin- kendi kendini eleştiriyor. Bu da bireyin kendini yok edişi halini alabiliyor. Atay'ın edebiyatının da böyle bir öz öfkeden doğduğunu herkes söyleyebilir. Onu diğerlerinden ayırt edense, bunu sonuna kadar götürüp bütün içtenliğiyle anlatmış olması. Atay'ın çağdaşı olan ve öz öfke taşıyan birçok yazar, alt sınıfı taklit ederek yaşamayı tercih etmişken Atay, kendi çevresinin içinde kalarak bu karşıt ve karışık meseleyi anlatmaya çalışıyor.”
Atay'ın “Gülmek en ciddi eylemdir Olric.” satırından hareketle Temelkuran'a yazarın mizahi yönünün esere kattıklarını hatırlatıyorum.
“Onun eserlerinde ağır sarkazm var aslında. Sözünü ettiğin mizah, acı acı gülümseten bir mizah; güldüren bir mizah değil. Tüm roman boyunca acı acı gülümsüyoruz. Bu ülkede büyürken maruz kaldığımız baskın söylemi anlatırken ve bunu Tutunamayanlar'da şiirler, şarkılar, monolog ve diyaloglarla şizofrenik bir şekilde yeniden üretirken acı acı gülümsetiyor. Örneğin, eğitim sistemindeki yanlışlıklar gibi. İngiliz kültürüyle beslenmiş bir yazar olarak, geleneksel bir (sense of) ‘humour’a sahip değil. Onun ‘humour’unun İngiliz ‘humour’una yakın olduğunu düşünüyorum. Az gelişmiş toplumlarda en çok korkulan şeylerden biri, alay edilmektir. Belki de Oğuz Atay'ın bizimle alay ettiğini düşündükleri için okur ve eleştirmenler ilk etapta sevmediler onu. Atay'ın yaptığı şey, insanlarla alay etmek değildi oysa; ‘gelin, beraber bu duruma acı acı gülümseyelim’ demek istedi o. Sanırım bunu yapmaya cesaret edemediği için birçok insan ne yazık ki onun ölmesini bekledi Atay'ı sevmek için."
Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar kitapları Atay tarafından büyük aşkı Sevin Seydi'ye ithaf ediliyor. Bu bilgilerden yola çıkarak aşktan söz etmek istiyorum. Bir de kitaplarından bildiğimiz Atay'ın mutsuz ve yalnız bir adam izleniminden.
Tam, sözü bu konuya getirecekken Temelkuran bu konuya giriyor: “Biz, yalnız bir adamsan söz ediyoruz. Aşklarını da yalnız yaşayan bir adamdan... İki kişiyken bile aşkını tek başına yaşıyor ve aslında bundan besleniyor. Sevgilileri aslında birer iyi metin fakat bundan önce belirtmek isterim ki son derece zeki bir adam Atay. Yazı yazan insanlar, söz sahibi olarak, siyasetin konuşulduğu bir dönemin Türkiyesi'nde tüm bunların üzerine çıkıp oradan bu memlekette yaşamanın trajedisini anlatıyor. Atay ise bunu saf edebiyatla yapılabileceğini biliyor. Bu, Atay'ı özel bir yere koymamızın nedenlerinden biri fakat siyasette saf tutmadığı için daha da yalnız bırakılıyor.
Gelelim mutsuzluk mevzusuna: Onu okuduğumuzda böyle düşünüyoruz. Oysa Atay, hayatında mutsuz bir adam değildi bence. Bu mutluluk ve mutsuzluk meselesini de zaten biz abartıyoruz. Mutluluğun bir hedef olması son 20 yıllık mevzu tüm dünyada. Oğuz Atay'ın şöyle düşünmediğine eminim: ‘Ben mutsuzum, mutlu olmalıyım.’ Bir yazar, zaten böyle düşünmez. Mutsuzluk değil bu. Bir derinlik meselesi.”
Atay'ın bir diğer sorunsalı da Doğu-Batı. Bu sorunsalın Temelkuran'ın kaleme aldığı kitaplarda da göze çarpması dikkat çekici diye düşünüyorum. Bunu onunla paylaştığımda:
“Bu, hepimizin meselesi. Çünkü hepimiz Doğu ile Batı arasındaki bir köprüde yaşıyoruz.
Atay, eski ve yeni Türk edebiyatına aşina olan bir kuşaktan geliyor. Öte yandan, Mussil, Dostoyevski, Joyce, Hesse, Gonçarov gibi dünya edebiyatından birçok değerli yazarı okuyor. Muhtemelen çağdaşlarını da takip ediyordu. Bu, hem çok büyük bir zenginlik hem de büyük bir baskı. Türkiye'nin bir köprü olduğunu düşünüyorum. Köprü, bir yer midir? Hayır, köprü, yerlerin arasında bir yersizliktir. O köprüde yazmak, vicdan baskısıdır. Doğu'yu da Batı'yı da kavrıyorsunuz ama ikisinin birbirine tercümesizliğini görüyorsunuz. Kendi hayatında yaşadığı problematiğin sebeplerinden biri de bu. Tutunamayanlar'ı İngilizceye çevirtmek istemesi, başka bir yere konuşmaya çalışması, bunu da naiflikle yapmaya çalışması, bize her şeyi anlatıyor.”
Üniversite arkadaşlarıyla derslerde oynadığı sözcük oyunlarından, eserlerinde sıklıkla rastlanan oyun vurgusuna; Oyunlarla Yaşayanlar eserini tiyatro sahnesine taşıma çabasından, Beyaz Mantolu Adam öyküsünü filme çekme uğraşına kadar; oyunu hayatından eksik etmiyor. Biz de burada Temelkuran ile 'Oğuz Ataycılık' oynadığımıza göre sözü bu oyunlara getiriyorum: “Acaba Ece Temelkuran ne zaman oyun oynar? Bunlar, hangi oyunlar?”
“Roman yazarken insanda gerçekten ister bir yönetmen gibi deyin, ister bir yarı tanrı gibi deyin, karakterler doğuruyor olmak çok büyük bir heyecan ve tarif edemeyeceğim tatta bir mutluluk hissettiriyor. Okurların dünyasına giren ve onlar tarafından yaşatılan bu karakterler, yazarda garip bir duygu durumu yaratıyor. Bu karakterlerin gerçek insanlar tarafından oynandığını görmek istiyorsun. Tam ifade edemeyeceğim bir duygu... Yazara içinde zalimlik olmayan bir muktedirlik hissettiriyor. Şöyle de bir hoş hikaye anlatabilirim: İzmir Kitap Fuarı'nda Devir romanımın kahramanlarından Ayşe Bakar gelip kitap imzalattı bana. Devir romanımdaki Ayşe karakterinin aynı tarihlerde dünyaya gelmiş gerçek kişisini karşımda görünce inanamadım. Bu, büyülü bir şeydi.”
Tam bu noktada Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ın ana karakterlerinden Selim Işık ile kurduğu özdeşimlere değiniyorum.
“Tüm bunların arasında öyle bir detay var ki tüyler ürpertici...” diyorum. “Tutunamayanlar romanında Selim Işık, ölmeden önce -yani intihar etmeden önce- banyoya kendini kilitliyor.
Beynindeki tümörün İngiltere'deki tedavisinden sonra ülkesine dönen ve hayatının son dönemlerini yaşayan Atay, kötü hissettiği bir gece banyoya gidiyor. Ve ölüm onu, aynı, karakteri Selim gibi orada yakalıyor.”
Kısa bir seslikten sonra sözü alıyor Temelkuran:
“Çağlar öncesinde peygamberlerin şairlerle çok karıştırılmasının nedeni şairlerin ayrıca birer de kahin olduklarının düşünülmesidir. Bunun mistik bir şey olmadığını düşünüyorum. Yazdıklarını yaşıyorsun. Bu hikâyede tüyler ürpertici olan, hayatını bir metne dönüştürmesidir bence. Bu kadar yalnız bir adam, bunu yapar. Kendisini yazarak var etmiş/yok etmiş bir adam, böyle ölür.”
Ve soru Oğuz Atay’ın kendisinden gelsin istiyorum: Eylembilim adını verdiği metninin ana kişisi, Servet Gözbudak’tan. “Bir insan, özellikle benim gibi bir insan, ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır?”
“Eylembilim'i kaleme aldığı dönemde, bugünkü kadar kan bağımlılığı, kan alışkanlığı yoktu bu ülkede. 12 Mart 1971'de darbe oldu. Evet, o tarihlerde çok ağır olaylar yaşanıyordu ama 1980'ler ondan daha ağır, 1990'lar daha da ağırdı. 2015'e geldiğimizde küçük çocukları öldürüyorlar patır patır. İlk kez gözler önünde bir çocuğun öldürülmesi, Erdal Eren'dir. Erdal Eren'in ölümünü görmedi Oğuz Atay. Dolayısıyla, bu soruya yanıt olarak, onun yarattığı baş karakter Servet Gözbudak vasıtasıyla söyleyecekleriyle benim söyleyeceklerim arasında fark olur. Benim için ‘yoğunluk nereye varmalı’ meselesi tamamen ortadan kalktı. Çünkü hiper yoğunluk var. Hastalıklı bir kayıtsızlık geliştirme çağındayız. Bu yaşananlara tanıklık ettikten sonra Atay'ın metnin ana kişisi vesilesiyle sorduğu bu soruya yanıt vermek kolay değil. Oğuz Atay, ölümünden bugüne kadar yaşanan olayları görseydi kuşkusuz ki 'bu kayıtsızlık nereye varacak' sorunsalını da eserlerine daha yoğunluklu olarak taşırdı. Ya da en başta söylediğimi yineleyebilirim ki Türkiye'nin Ruhu kitabını keşke bitirebilseydi...”
Bizse bu keşke ile bitiriyoruz sohbetimizi. Ne çok keşke var... Bunu, Temelkuran’a söylemek istiyorum ama tutuyorum kendimi. Bugünlük keşkemiz bu olsun, diyorum. Nasılsa bu hayata tutunmaya çalışırken nice keşkelerimiz olacak. Şimdilik, sadece karşılıklı gülümseyelim.
Kafka Okur Dergi, Röportaj, Sayı 7
Çizim: Tülay Palaz