Bir Güzel Adam Mahir Ünsal Eriş
“İnsanın içinden bir şeyleri dışarı dökebilmesi için kendi sesini duyabileceği bir sessizliğe ihtiyacı var.” diyor Mahir Ünsal Eriş ve ‘nitelikli yalnızlık’ olarak adlandırıyor bu ıssızlığı. İlk gençlik yıllarında içine kapanık ve kendini çirkin bulan bir çocuk ölesiye yanılıyor; gördüğüm bir güzel adam, okuduğum bir güzel öykücü…
Çocukluğu Bandırma’da geçmiş, kasaba yalnızlığının yanında, kasaba insanın mutluluğu ve saflığıyla büyümüş. On beş yıl Ankara’da kaldıktan sonra dönmüş gelmiş yine büyüdüğü yere. Hasan Ali Toptaş: “Çocukken ruhumuz nereden çatladı ki biz şimdi o çatlaktan bakıyoruz.” der. Soruyorum sen nereden çatladın diye: “Yirmi dokuz yaşında nörolojik bir rahatsızlık geçirdim ve unuttum… Üniversite, lise yıllarımı hatırlamıyorum ancak çocukluğumu gün be gün anlatacak kadar iyi hatırlıyorum. Bu kadar çok çocukluğuma dönük olmamın altında yaşadığım fiziksel çatlak olabilir.” diyor ve Burhan Sönmez’in satırlarını hatırlatıyor; “Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da büyüdü içimde…” Gençliğinin gidiyor olmasına üzülmüyor ama çocukluğunun gitmiş olmasına ikna olmuyor. Şöyle açıklıyor; “Çocukluğun dokunulmaz bir yanı var. Çocukluk sadece çocuklar tarafından yaşandığında mazur görülebilecek bir şey. Toplum tarafından çocukluğun içime itiliyor olması; işte kanıma dokunan bu!”
Bana içime attığım çocukluğumu anımsattı. Sakın yanlış anlaşılmasın onun içinde değil bu çocuk. Çünkü onun içinden dışından çocukluk adeta taşıyor! Öyle ki öykülerindeki betimlemeler hep bundan kaynaklanıyor. “İnsan bırakırken bile acıtmayı seviyor.” derken acıtıyor. “Yorganı kaldırıp şöyle bir baktı, çarşaf kan içinde. Öyle çok bir kan da değil ya, yine de korku bu; kan denizinde gördü kendini Gülderen. Yanakları yanmaya başladı, annesi ipek derdi hep, ipeği kanamış, utansa bir türlü, ağlasa bir türlü.” Gülderen’in adet dönemini anlatırken; yazdıklarını yaşaması gerekmediğini gösteriyor. O sadece dünyayı bir çocuğun açlığıyla görüyor; ön yargısız ve çırılçıplak… Bir sorumu yanıtlarken birden sözünü bir köpek kesiyor, denizin yüzeyinden uçar gibi akıp giden bir balık sürüsü, bulutların arasından lolipop şekerleri gibi sızan turuncular, morlar… Kara bir kedi geçiyor parkta otururken, hatta atlıkarıncada dönerken; “Beyaz donlu nereye gidiyorsun?” diye laf atmadan rahat etmiyor. Dedim ya bir çocuğun açlığı ve gözlem gücü var onda. Asla tükenmesin ne kalemi ne çocukluğu!
Parkta yaptığımız röportaja Bandırma tostu yemek için ara verdik. Öyküde bahsi şöyle geçiyor; “Bandırma tostu yiyebilmek. Şahane tost ekmeğinin içinde sucuğa kaynamış kaşarı, yumuşacık karnı, keskin kenarları ve bir yüzüne sürülüp tuzlanmış domates salçasıyla rüyalara giren tost.” Ama ne tosttu anneannemin oyun aralarında elime tutuşturduğu salçalı ekmekler misali… Yürürken okuduğu ortaokulun önünden geçtik; “Bak.” dedi Nergis; “Bu okulun önüne kadar denizdi. Doldurmuşlar.” Dolduruyorlardı; anılarımızın üzerine asfalt döküp geçiyorlardı. Geçsinler! “Ben baktığımda hâlâ çocukluğumdaki halini görüyorum.” diyen bir adamın yanında yürümek bile umut veriyor insana. Geçsinler! Gördüklerimiz düzenin yıktığı ya da diktiği yollar, binalar olmayacak asla! “Bandırma Ortaokulu, çocukları okumaya özendirmek istermişçesine deniz kenarına kurulu bir güzelliktir.” diye anlatıyor aynı öyküde okulunu. Baktım! Onun gördüğü gibi gördüm…
Yazma serüvenine gelince, Ferit Edgü ‘Olanaksiz’ öyküsünde sorar; “Öyleyse niçin yazıyorsun?” Ben de sordum! Kurtulmak için, anlatmak için, susmak için, kusmak için, mutlu günler için, bilinmek için, umutsuzluğu yenmek için, güçlüğü yenmek için? Cevabı her şeyi barındırıyordu; “Başka bir şey bilmediğim için…” Ben yazmanın mutsuz insan işi olduğuna inanırım ama o; “Mutsuz değil, huzursuzum.” diyor.
Öyleyse Mahir Ünsal belki farkında bile olmadan huzursuzluğunu yenmek için mi yazıyor yoksa huzursuz olduğu için mi yazmaktan başka yol bulamıyor?! Bir daha ki sefere bunu da sorayım…
“Otuz yaşında başladım yazmaya.” diyor ama ben inanmıyorum. Belki öykülerini adabıyla kâğıda geçirmeye otuzunda başlamıştır ancak kendi tabiriyle; “Kâğıda geçirmek yazmak faaliyetinin son aşaması. Yazmak; yazmanın en küçük ayrıntısı, suyun üzerindeki kısmı, hâlbuki aşağılarda çok daha büyük bir şey var!”
Böylece, kâğıtlara geçirdiği öyküleri İletişim yayınlarından basılıyor ve “annemle babam ‘aferin oğlum’ desinler diye” yazdığı Olduğu Kadar Güzeldik öykü kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’nü alıyor… Eriş edebiyatımıza yeni bir soluk mudur bilemem ama o canım ağaçlardan kazandığımız sayfalara onun kelimeleri değiyor diye içimin ferahladığı bir gerçek. Aslında Sait Faik’le anlatmalı; “Edebi eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorsa neye yarar?” Hiçbir şeye yaramaz! Mahir Ünsal’sa kesinlikle buna yarıyor…
Bodrum’a yerleşiyor yakında ve Gümüşlük Akademi Vakfında dil ve etimoloji atölyeleri yapıyor. “Benim hayatta en mutlu olduğum yerlerden biri Gümüşlük Akademi, oranın yaşaması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.” diyor ve anlata anlata bitiremiyor; “Latife Tekin bu ülkenin başına gelen en güzel şeylerden biri. Gümüşlük Akademi onun kurduğu bir hayal bahçesi; meşe ağaçlarıyla, havuzuyla, edebiyatıyla, müziğiyle, heykeliyle, gelip giden şahane insanlarıyla çok özel bir yer. Ben roman yazmak istiyorum, ben heykel çalışıyorum, müzik yapıyorum diyen herkes için orda bir oda var.” Böylece ilk durağımızı da anlatmış oluyor sevgili Mahir Ünsal Eriş.
Sohbetimiz bitmeye yakın Kafka’yı soruyorum; “Kafka’yı ve Kafka’nın o etrafında yarattığı haleyi çok değerli buluyorum. Kafka kadar Sadık Hidayeti de değerli buluyorum ve Kafka hâlâ yazarlara değerler katmaya devam ediyor. Sadece erken okuyup Kafka’yı ziyan etmemeli.” diyor ve son olarak tek bir kitap okuma şansın olsa hangi kitabı okurdun diye soruyorum, önce hiçbirini diyor ama sonra; “Akla zarar güzel bir roman; Melih Cevdet Anday’ın Raziye’si.” diyor.
Uzattım, daha da uzatmalıyım elbet ama bazı şeyler de istiyorum ki bana kalsın. Tabii bitirmeden şunu da eklemeliyim; sohbetimizden sonra bacaklarım et kesiği oldu, ne yürüttü beni Mahir, nerelere götürdü; kasabanın bir ucundan bir ucuna, fenerinden parkına, bahçesinden çaycısına… Yalnız bacaklarım olsa iyi, ruhum da oldu. Aman ruhum idmanı asla bırakma, baktın molaya ihtiyaç var, en fazla git bir Bandırma tostu ye, o güzel bahçelerden birinde otur çay iç, bir sigara yak. Yanına da bir öykü kitabı al. Mesela “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ne de olsa biz fazla değil; olduğu kadar güzeliz…
Öyleyiz…
Kafka Okur Dergi, Sayı 3, 2015
Röportaj: Nergis Seli